Yarrow Townsend’in salgın hastalık temalı bir hikâyeyi konu aldığı, doğanın sesine kulak vermemizi ve farklılıklarımıza rağmen birlik olabilmenin gücünü hatırlattığı romanı Yaprakların Haritası üzerine bir yazı.
“Dikenli Dere Köyü, uzun zaman önce terk edilmeliydi. Çıkışı olmayan, rutubetli, tüyler ürpertici bir yerdi. Köydeki ahşap evler, çalkantılı dereye düşmekten ya da ormanın içine çekilmekten korkuyormuş gibi bulanık nehrin kıyısında dip dibe dizilmişlerdi. Sisli ormanlarla ıssız bataklıkların arasında kalan bu köy, çocuklara göre bir yer değildi. Burada kışlar uzun, karanlık ve inanılmaz derecede kasvetli olurdu. Küçük köydeki hiç kimse, kışın üst üste iki yünlü kazak giyip nehirden yayılan sisin altında odunları bir kenara yığmakla ya da yere düşen armutları toplamakla uğraşmak istemezdi. Orla Carson hariç.” (Sayfa 11)
Bu cümleler kitabın ilk paragrafından. Okumak benim için özel bir eylem ve bunca okuduğum kitapta, sanırım ilk paragrafta bu kadar olumsuz cümleyi bir arada okumamıştım. Ta ki Yaprakların Haritası’na başlayana dek. Yaşadığımız günlerin acısı sanki bir kitabın kendi başlangıcı oluvermiş gibi. Ölmeden önce yaşanacak düşler için koşmanın gerçek savunucuları olmamızı öğütler gibi. Biz, bundan böyle de her şeyin karşısında dimdik, köklü bir çınar olarak dururmuşuz gibi. Aklımızı ve kalbimizi tümüyle açarsak, doğa bize gerçek yolu gösterir gibi… Yarrow Townsend, dilimize Esma Fethiye Güçlü tarafından çevrilen ve Genç Timaş etiketiyle yayımlanan kitabında, doğanın insanı nasıl sarıp sarmaladığını ve onu nasıl koruduğunu, bitkilerle konuşan kahramanı Orla Carson aracılığıyla anlatıyor.
Yazarın arka kapaktaki güzel teşekkür yazısından bir cümleyi doğruluk payını teslim ederek aktarıyorum: “Bir yazar, yazmaya bir hikâyenin tohumuyla başlar.” Aslında tohumların, bitkilerin velhasıl doğanın insanlar için ne demek olduğunu da anlatan bir cümle bu. “Doğanın bizim için ne demek olduğunu gerçekten biliyor muyuz?” diye çok düşünüyorum. Kaç yıldır süren pandemi, şimdi de depremler… Günlerdir acım elverdiğince kitap hakkında yazmak istediklerim aklıma geliyor ve bunu düşünüyorum. “Doğa, bizden intikamını alıyor,” diye okuyorum yer yer sosyal medyada. Doğanın haklılığı ve bizim her şeyi hak edişimiz bir yana, öyle değilmiş gibi de geliyor. Bilemiyorum, sanırım çok fazla acı var ve ağaç kabuklarından, yaprakların damarlarından, bulutların tepesinden taşıyor…
Romanda vefa, dostluk, dayanışma gibi erdemleri de layığınca işleyen Townsend; Michel Ende’nin Dilek Şurubu’nda ısrarla vurguladığı gibi iyinin mutlaka galip geleceğini, Forrest Carter’ın Küçük Ağaç’ın Eğitimi’nde yaptığı gibi doğayı hakkıyla kullanmanın önemini fevkalade bir derinlikte anlatıyor. Bilimin de istenirse insanlığın geleceğinde nasıl bir rol oynayacağını anlatmaktan uzak durmayan yazar, açgözlü kapitalistlerin çıkarları uğruna doğaya ve insanlara yaptıklarını da gözler önüne seriyor. Peki, hikâyede neler mi oluyor? Geçmişte Orla’nın annesinin ölümüne sebep olan salgın hastalık, kasabada yeniden hissediliyor. Yönetici olan açgözlü ve sistem insanı Atlas, hastalığın yabani bitkiler ve hayvanlar aracılığıyla bulaştığını uyduruyor ve insanlardan bahçelerindeki tüm bitkilerini yakmalarını istiyor.
"‘Bir hastalık köye yaklaşıyor,’ diye devam etti. ‘Söylenenleri yapmazsanız insanları titreterek öldüren bu hastalık size de bulaşır. Batı Limanı’nda, Coşkunsu’da görülen hastalık çok geçmeden Dikenli Dere’ye de ulaşacak. Bu pazarı kaldırmakla başlayarak bazı önlemler almak zorundayız. Batı Limanı Valisi’nin emri böyle.’” (Sayfa 46)
Annesinin ölümünden sonra insanlara hiç güvenmeyen Orla, bahçesinin ve sevgili atı Captain’ın elinden alınması nedeniyle, hastalığın gerçek sebebini ve ilacını bulmak için bir zamanlar annesiyle birlikte yaşadıkları Inkenbrook’a gitmek üzere maceralarla dolu bir yolculuğa çıkıyor. Farklı sebeplerle de olsa Idris ve Ariana da bu yolculukta Orla’nın yanında oluyor. Başta pek anlaşamayan bu üçlü, tehlikelerle dolu yolculukta çözülmesi gereken birtakım sırlar ve mücadele edecekleri büyük bir kötülüğün kendilerini beklediğinden habersiz ilerliyor.
“Yapraklardan, köklerden ve topraktan gelen bir ilaç, dedi bitkiler.” (Sayfa 161)
Toplumsal sorunlara değinen, salgın hastalık temalı bir hikâyeyi konu alan roman, pandemiyle hâlâ boğuşmaya devam ederken bir yandan da depremin sarsıcı acısını yaşadığımız bu günlerde, doğanın önemini en kısa yoldan anlatması ve çözüm olarak barışı işaret etmesi açısından önemli. Yine her bölümün başında bir bitki hakkında bilgi veriyor olmasıyla da “şifalı kitap” diye sunmak yerinde olur sanırım.
“… farklı olan bu kumlar ufalanmış kayalara benziyordu. Orla neden olduğunu açıklayamıyordu ama bu kumlar buraya ait değilmiş gibi görünüyordu. Bir avuç kum alıp parmaklarının arasından geçirince kumun etrafındaki su boyanmış gibi kapkara oldu.” (Sayfa 201)
Ve yine kötü insanlar; doğayı katleden kötü insanlar… Bir tarafta bitkilerini ve atını iyileştirmek isteyen çocuk, diğer tarafta daha çok para ve güç için bütün doğayı ve insanları hiçe sayan aç gözlü kapitalistler… Onlar biliyorsunuz ki sadece bu romanın değil, hayatımızın da kötü kalpli kahramanları.
“İnsanoğlu var olduğu günden beri bitkilerle birlikte yaşadı. Bitkiler fırtınalarda sığınağımız oldu. Onları kullanarak kıyafetler, balık ağları, ilaç ve barınaklar yaptık. Bitkiler binlerce yıldır bize göz kulak oluyor. Peki bu kadar büyük ve tehlikelerle dolu bir dünyada onları nasıl koruyacağız? Onları nasıl güvende tutacağız? Belki işe bir serayla başlayabiliriz. Bir sera, büyük ağaçları ya da ormanları içine alamayabilir ama hayata yeni başlayacak bütün türlerin tohumlarını saklayabilir.” (Sayfa 291)
Bu paragrafta çözüm ne kadar basit anlatılıyor, öyle değil mi? Büyüdüğüm topraklar şu an depremle yüzleşiyor ve ağaçlar dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Hayatım boyunca bitkilerden öğrendiğim bir şey varsa, o da onların bize hep bir şans verdiğidir. Doğanın bizden intikam almasının önüne geçmek belki de daha çok okuyarak, okuduğumuzu anlayarak mümkündür. Genelde okuduğum kitapların beni götürdüğü kitaplardan başlarda söz ederim ama bu kez şimdi aklıma gelen bir tanesini paylaşmak istiyorum: Daniel Chamovitz’ten Bitkilerin Bildikleri (Metis Yayınları). Bu kitap, bitkilerin dünyayı nasıl deneyimlediklerini inceliyor. Charles Darwin ve çağdaşlarından günümüz bilim insanlarına kadar birçok yaratıcı zihnin tasarladığı deneyler ışığında, bitkilerin görme, koklama, duyma, dokunma duyuları aracılığıyla neleri “bildiklerini” anlatıyor. Belki onları anlarsak işimiz kolaylaşır ya da belki hayatımızın kötü kalpli kahramanlarına her seferinde yenilmeyiz, kim bilir! Belki de ölmeden yaşamın hakkını vermek mümkündür…