Bir gün sanatın üzerimizdeki “catharsis” etkisini unutursak; tüm plaseboları yok sayarsak, bile-isteye kötü çocuk olmayı seçersek, kendimizi bir bahar günü bir salıncakta hissetmekten vazgeçersek, en duyarlı anımızda Stendhal’ın yanağımıza konduracağı öpücüğü elimizin tersiyle itersek; işte o zaman dünya da bizimle bitmiş olur.
Sonra Nietsche haklı çıkar ve ona dünyaya karşı öylesine dimdik durduğu için, bir “kadın anne” olmamıza rağmen küffardan saymaz, hak bile veririz.” Atların boynuna sarılır, kendimizi kırbaçlarız ve ruhumuzdaki acıyla payda eşitleriz.
Bir sabah uyanırsınız: Sanat ölmüştür.
Sislerin arasından yürürsünüz, totaliterizmin ayak sesleri fondadır. Bir filmde, başka âlemlerde sanırsınız kendinizi. Her şey çok hoştur ama, ne bir sinemanın koltuğunda Potemkin Zırhlısı’nı izliyorsunuzdur güvenceli; ne de modern sanatın babası Manet’nin ölüm resimleri karşısında hayatı düşünüyorsunuzdur. Her ne kadar fotoğraflarda olağanüstü etki yapıyorsa da, sis Turner’ın değil, atılan gaz bombaların buğusudur. Bu kez “Bebeğim” diye bağırırken sevdiğinize; çabanız, taşranın bağrından kopan bedensiz bir elin onu karanlığın içine çekip yok etmemesi içindir.
İnsanlık 21.Yüzyıl’dan gün almıştır. Ama uygarlık ne yazık ki doğal bir uzvu olamamıştır insanoğlunun. Cehennemin dünyada ve şu an yaşadığımız yer olduğunu söyleyen Baudelaire nasıl da haklı çıkmıştır. Evet, cehennem diye bir yer vardır ve oraya gitmek için insanlar olağanüstü bir çaba içindedir.
Sanat, sıra dışı bir fantezidir. Çünkü yaşam, partnerini o çılgın seanstan sonra bir köşede bağlı unutmuştur. İşte bu yüzden elleri kollar uyuşmuş ve tam ölecekken sanatçı tarafından bulunup hayata döndürülmüştür.
Artık bienaller daha sessiz, sanat yeraltında ve giderek sevmeyeni çoğalıyor. Her şeyin üzerinde adı sansür olan, mühür! Gelecek kuşaklar, üzeri karalanan, varken silinen ve akış içinde “bip”lenen her şeyi birer kör nokta olarak, psikiyatrların pahalı seanslarda deri kanepelerine uzandıklarında ancak geri alabilecekler. Ve ana rahmine dönme isteği, biraz daha kaçınılmaz olacak.
Küratörler, her şeyi geçmişten alıp adı “gelecek” olan o tanımsız ve tanımsız olduğu için de düş/hayal gibi sözcüklerle açıklayabileceğimiz noktaya taşıyan meslek erbaplarıdır. Kendi özel hikayelerini, özenle, dünyanın halleriyle birleştirmeye çalışırlar. Brecht’i iki sene önce, yeniden başka bir beden içinde dünyaya getirenler de onlardır. Bu yüzden, 80’lerde, Brecht’le büyüyen anneler, ümitlerini henüz kaybetmemişlerdir.
İstanbul ile Hollanda arasında Beyoğlu’nun göbeğinde açılan yeni sınır kapısından sadece 10 adımla sanata ve hayata geçiş yaptığımız bu sene, başından sonuna, her açıdan unutulmaz bir zaman dilimiydi. O gece, bienali özenle emziren, hayatlarının yerine fedakârca sanatı koyan iki kıymetli anneyi Fulya Erdemci’yi ve Lale Müldür’ü sessizce selamladık. Cadde-i Kebir’de, dünyanın o en acayip caddesinde, gözlerimiz yaşlı, kalplerimiz yaslı yeni bienallere doğru kalkanların arasından geçerken, mağrur bir Romalı komutan edasıyla, gününü şaşırmış Cumartesi Anneleri’nin bıraktığı auraya hafifçe dokunduk.
Çağın en büyük icadı plastik, romanlarda okuduğunuzun ve özlediğiniz soylu ölümlerin aksine, bir namlunun ucundan sizinle son kez buluşur. Sizi sokan arı gibi, o da sizinle birlikte ölür. Ve o anlamsız plastik parçası, fantezinin dozunu fazla kaçıranların kostümüyle aynı anneden olduğu için, aynı kimyayı taşır. İşin trajedisi de tam buradadır.
Sanat, yaşamın sakıt ikizidir; evrende bir salyangoz rotası gibi bıraktığı izidir. Bilinmez, belki de bu, dünyanın göreceği son bienaldir. Ona göre yaşayın. Tanımadığınız, anlamadığınız işlerin karşısında hemen umutsuzluğa kapılmayın; sanatçıyla, küratörle savaşa kalkışmayın. Hissetmeye çalışın, sanat başından beri bu savı öne sürer. Yavrum, sana söyledim, insanlık sen anla!
Çocuğum, “Ben barbar mıyım” (“mı” eki ayrı) diye sorarak Anne’nin vaktini boşuna alma. Baban hoyratça, olmadık yerlerini savaşlarla döllerken dünyanın; sen genetik kodunu tek başına sürdürecek barış dolu insanların mı peşindesin. Şimdi sanatı, babalarının emzirdiği çocuklar yapıyor. Onca yoksulluk varken, sanatın artık dünya için yapabileceği fazla şey kalmamıştır. Bunu sen de biliyorsun.
13. İstanbul Bienali tüm sanat âlemine hayırlı olsun. Bunun köprüden önce son çıkış olduğunu hatırlatıyor ve bir anne olarak hepinize Barbar olduğunuzu, hiçbirinizi tenzih etmeden haykırıyorum. Lale Müldür, bienalin süt annesi olarak anılmadan çok önce kalplerde kurduğu otağdan şöyle seslenmişti bir şiirinde;
HER ŞEY İSTANBUL’DA BAŞLAMAMIŞTI
ama her şey İstanbul’a dönmüştü.
sıfır noktam İstanbul…
Boğaz’ın uzun kıvrılan yolu…
uzun, uzun zaman önce beni orada beklettin…
ben hâlâ orada duruyorum…
Eski özgür ruhların yeniden hortlatılacağı nice bienaller dileğiyle…