Son yıllarda sinirbilim (neuroscience) alanında yapılan buluşlar sayesinde, insanların davranış ve algılarının tamamen beyin üzerinden incelenmesini konu alan edebiyat eserlerinde artış gözleniyor. Nöro-roman (neuronovel) adı altında sınıflandırılan bu eserlerde, yıllardır ele alınan psikolojik analizlere ve kişilik yapılanmalarına alternatif olarak birtakım beyin kökenli rahatsızlıkların belirtileri ön plana çıkıyor. Sıra dışı deneyimleri açığa çıkarması açısından edebiyat ve sanat için çok bereketli bir alan olduğu kuşkusuz ama sadece patolojik durumlar değil, normal kabul edilen insan davranışları da artık bu bakış açısından değerlendirilebiliyor. Dipsiz bir kuyu olduğu şüphe götürmez. Freudyen çözümlemelere alternatif olarak ortaya çıkan bu yaklaşımın yansımalarına sadece edebiyat ve sanat alanında değil, gündelik yaşamımızda bile tanık oluyoruz.
Sözgelimi, belli davranış kalıpları kişiliğimizden mi kaynaklanıyor, yoksa beynimizdeki nöronların işleyişinden mi? Aşk, nefret, takıntılar, arzular ve son kertede seçimlerimizin ne kadarını kontrol edebiliyoruz? Edebiyat eserlerinde incelenen insan davranışlarını net tanımlamalar içine sokarsak edebiyat dönüşür mü? Neye dönüşür? Sanatın ve yaratıcılığın barındırdığı gizem ortadan kalkar mı?
Marco Roth, ‘Rise of the Neuronovel’ (1) adlı makalesinde zihnin nasıl çalıştığına dair yazılan romanların son dönemlerde nörolojik romana evrildiğini, zihnin beyin üzerinden tanımlandığından bahsediyor. Romanlarda Parkinson’s, Alzhemeir’s başta olmak üzere, daha ender görülen beyin rahatsızlıklarına da rastlanıyor.
Bu türdeki romanlardan bazıları:
Ian McEwan-Enduring Love [1997] (De Clérambault’s sendromu)
Jonathan Lethem-Motherless Brooklyn [1999] (Tourette sendromu)
Mark Haddon-The Curious Incident of the Dog in the Night-Time [2001] (otizm)
Richard Powers-The Echo Maker [2006] (Capgras sendromu)
McEwan-Saturday [2005] (Huntington hastalığı)
Rivka Galchen-Atmospheric Disturbances [2008] (Capgras sendromu)
John Wray-Lowboy [2009] (paranoid şizofreni)
Benim de son dönemlerde ilgimi çeken romanlardan biri Rivka Galchen’in Atmosferik Rahatsızlıklar’ı olmuştu. Karısının yerine tıpatıp benzeyen başka birinin geçtiğini fark eden psikiyatrın hikâyesi. Roman kahramanının gözünde o kadın, karısının bir replikasıdır. Karısının doppelganger’i için tüm roman boyunca dublör, sahtekâr gibi ifadeler kullanır. Karısının aynısı olan bu kadını hakiki karısı ile karşılaştırır. Bu esnada gerek psikiyatrik gerek bilimsel ve felsefi açıklamalarla olayı anlamlandırmaya ve çözmeye çalışır. Kahramanı bir psikiyatrist olduğu için karakterin kullandığı sofistike kelimeler ve düşünce biçiminde oluşabilecek inandırıcılık sorunu da ortadan kaldırılmış olur. Hatta bunu karakterin ağzından bile dile getirir:
“Araştırmamda ilerleme biçimim ortalama zihinlerin karşısında güvenirliğimi yitirmeme yol açabilir.”(2)
“İçimde bulunduğum durum ise adeta bir kandırmacayı veya psikozu andıran bir yaratıcılıkla hareket etmemi gerektiriyordu.” (3)
Onun gerçekten de öyle düşündüğüne inanırız fakat karakterin o sanal dünyasına mesafeli bir şekilde yaklaşırız çünkü okur olarak ‘gerçeği’ en başından beri sezeriz.
Romandaki karakterde rastladığımız rahatsızlık, tıptaki adıyla Capgras Sendromu. Hasta çevresindeki kişilerin gerçek olmadığına, başkalarının onların yerine geçtiğine inanıyor. Yüzleri tanımaya yarayan temporal lob ile yüzlere duygusal tepki vermeyi sağlayan limbik sistem arasındaki bağlantının hasar görmesi yüzünden oluştuğu söyleniyor. Çok uç noktada bir örnek olarak gözüktüğü için böyle bir durumun olabilirliğini sorgulamamız ve şaşkınlık içinde kalmamız doğal. Peki ya şöyle düşünsek? Gündelik yaşantımızda bazı durumları mantık çerçevesinde anlamamıza rağmen duygusal düzeyde tepkilerimize söz geçiremediğimiz olmuyor mu? Bazen duygular mantığımıza baskın çıktığında algılarımız bile değişebiliyor ve öyle bir durumda kendi gerçekliğimizi yaratmıyor muyuz?
Romanlarıyla ağırlıklı olarak bu konuya kafa yoran kurmaca yazarlarından biri de Ian McEwan.
Enduring Love (Sonsuz Aşk) romanında de Clérambault’s sendromu, diğer adıyla erotomanidan mustarip bir karakteri ele alır. Hikâye bir balon kazasına tanıklık ettikleri esnada karşılaşan iki erkek karakter üzerinden kurgulanır. Karakterlerden biri, tuhaf bir tutkuyla, takıntı derecesinde aşkla bağlandığı evli adamın hayatını cehenneme çevirir. de Clérambault sendromu denilen bu rahatsızlık esasen halk dilinde platonik aşk dediğimiz olgunun biraz daha sapkıncası. Obsesyonun en uç noktaya varmasıyla, karşı tarafın da aslında ona âşık olduğu, ona gizli mesajlar verdiği sanrılarıyla, şiddette hatta cinayete kadar yolu olan bir hastalık.
Kimi zaman hiç tanımadığı birine, örneğin bir devlet adamına veya bir ünlüye takıntılı hale gelebilen bireyler, hatta kitlelerin olduğuna tanık oluyoruz. Elbette spektrum geniş, kimi zaman gerçekliğin sınırlarının net olarak ayrışmadığı anlar da oluyor. Karşılıklı aşklarda veya birebir iletişimlerde bile algıların ve beyin kimyasının bozulabildiği göz önünde bulundurulduğunda, biraz daha ötesinin de olabileceğini kestirmek mümkün.
Edebiyat tarihine baktığımızda, şu anda adı konmuş ‘rahatsızlıkların’ eskiden de var olduğunu ya da olabileceğini, sadece tanımlaması olmadığını fark etmek güç değil. Eskiler ‘yaşlılıktan bunadı’ derdi, şimdi belirli hastalık isimlerini kullanmaya başladık. Yeni doğan bebeğin çok gazı var denirdi, şimdilerde kolik oluyor. Alzheimer’s, Parkinson’s, otizm, şizofreni vb. oldukça sık olarak karşımıza çıkıyor artık; gerek romanlarda, gerek filmlerde, gerek hayatta.
Deneyimlerimizi nörokimyasal değişikliklerle açıklayan yarı şaka yarı ciddi söz öbekleri türetmek bir yandan da zevkli olsa gerek. Korteksimdeki hareketlenmeler yüzünden ellerim terliyor veya bugün frontal lobum kendini çok iyi hissetmiyor, diyeceğimiz günler gelecek mi bilinmez! Kitapları farklı hastalarının çeşitli nörolojik rahatsızlıkları üzerinden kurgulanan Oliver Sacks, son senelerde gün geçtikçe ilgi uyandırmaya devam ediyor.
Hayatın çoğu zaman sanatı taklit etmesi, diğer bir deyişle yazarların, sanatçıların sezgisel olarak ortaya koydukları ‘buluş’ların sonradan yaşanabilirliği, bilimsel olarak açıklanıyor oluşu veya teoriye dökülüşü ise büyüleyici. Noam Chomsky’nin dediği gibi “romanların bize insan hayatı ve kişiliği hakkında bilimsel psikolojiden her zaman daha fazla şey öğretmesi mümkündür, hatta fevkalade muhtemeldir.” Bilim bizi parçalarsa sanat da geri birleştirir. (4)
Jonah Lehrer, Proust bir Sinirbilimci’ydi adlı kitabında sanatçıların hayal güçleriyle geleceğin gerçeklerini önceden dile getirdiklerini Walt Whitman, George Eliot, Auguste Escoffier, Marcel Proust, Paul Cezanne, Igor Stravinski, Gertrude Stein ve Virginia Woolf örnekleri üzerinden inceliyor. Oldukça zihin açıcı ve heyecanlandırıcı bir okuma deneyimi.
Beyin Tag’i #
Sıradan deneyimlerin bile artık tanımlandığı ve etiketlendiği bir dönemdeyiz. Belli sınıflandırmalar, bozukluklar ve kalıplar dayatılıyor ki rahat edelim. Her şey bilinir olsun, bir adı olsun, kontrolümüzde olsun! İlaç endüstrisini de besleyen bu yaklaşımla antidepresanlar ve türevleri havada uçuşuyor. Uzun vadede etkilerini daha net göreceğimiz bu yaygın kimyasal bombardıman ile genetik olarak da dönüşüme uğruyor olabiliriz.
Öte yandan, “bir kitap okudum, hayatım değişti” sözü artık sadece bir metafor değil. Kurgusal metinler okuyanların uzun vadede empati duygularının daha fazla geliştiği görülüyor. Sinirbilimcilerin araştırmalarına göre kitap okurken beynimizin gerçekten de değiştiği ispatlanmış. Yaşamı ve olayları anlamlandırabilmemiz için gerekli olan hikâyeler, zihnimizin neden-sonuç ilişkisi bağlamında başvurduğu bir yol olmakla beraber, okurun beynindeki nöron aktivitelerine bakıldığında, kurgu kahramanların başlarından geçenleri birebir tecrübe etmişçesine hareketlenmeler gözüküyor. Yani sadece entelektüel düzeyde değil, biyolojik olarak da değişiyoruz. Adeta kahramanın bedenine girmişçesine oluşan bu biyolojik değişimler kimi zaman o kadar kuvvetli oluyor ki, beyin kimyasında kalıcı değişiklikler bile oluşturabiliyor. Bu durumda, insan sormadan edemiyor; bir roman benliğimizi ne ölçüde değiştirebilir? Davranışlarımızı ve duygularımızı salt nörolojik tepkimeler olarak gördüğümüz zaman sorumluluk duygusu azalır mı?
“N’aber Nasılsın?”
“Ne Olsun, Oğuz Atay.”
Peki ya yazarların yazdıkları belirli romanlar beynimizde nasıl izler bırakıyor? Bunu bir okur yazar olarak çıplak gözle tanımlayabilmek güç, ancak bir beyin taraması yapıldığında elde edilen bilimsel veriler mevcut. Uzun vadede beyne birkaç doz şu yazardan, biraz da bu romandan ekleyelim derken bilinçli dönüşümler yaratabilir miyiz?
Diğer taraftan, her yazarın insan zihninde oluşmuş bir temsili vardır diye düşünüyorum. Mesela, keşke biri bize ‘n'aber’ dediğinde “iyiyim, iyidir, iyi, iyi n'olsun, idare ediyoruz, eh işte” ya da “iyi değilim” diyeceğimize bir yazar ismi vererek halet-i ruhiyemizi belirtebilseydik. Hem sadece iyi-kötü ve arasındaki çizgide bir yerde değil bu gündelik hayatın yüzeyselleşmiş sorusunun cevabı. Kelime bulutunu andıran, lineer olmayan cevaplarımız olabilir. Bir iş arkadaşınıza “n'aber nasılsın?” dediğinizde “Nabokov'um biraz bugün” dese mesela, üç aşağı beş yukarı ne yapmanız gerektiğini bilebilir, “Umberto Eco” diyen arkadaşımızla başka bir gün buluşmak isteyebilir, “Virginia Woolf” olan kızkardeşinizle saatlerce sohbet edebilir, “Murakami” diyen birine hemen ısınabilir, “Jack Kerouac” olana dikkatli olmasını söyleyebilirsiniz.
Karşımızdaki kişinin söyleyeceği ismin yazdıklarını okumuş olmamız, en azından kulaktan dolma da olsa biliyor olmamız gerek. Bununla da bitmiyor, her ne kadar ortak insanlık hallerini anlatsa da adını telaffuz ettiğimiz yazar, herkesin alımlaması değişiklik gösterecektir. Yine de, az çok asgari müşterekte buluşulur, karşımızdaki insanın o anda gerçekten 'nasıl olduğunu’ daha iyi anlardık diye düşünüyorum.
Kaynaklar:
(1) https://nplusonemag.com/issue-8/essays/the-rise-of-the-neuronovel/
(2) (s.65 Atmosferik Rahatsızlıklar, Siren Yay. 2009)
(3) (s.99 Atmosferik Rahatsızlıklar, Siren Yay. 2009)
(4) (s.210 Proust Bir Sinirbilimciydi, Jonah Lehrer, Boğaziçi Uni. Yayınevi, 2007)