17 ARALIK, SALI, 2019

"Ben Sadece Senin İçin Yazıyorum, Sevgilim…"

Zabel Yesayan’ın 1916’da kaleme aldığı ancak 1924’e kadar saklı kalan novellası Son Kadeh (Verçin Pajagı) üzerine bir yazı.

Zabel Yesayan’ın yaşadığı onca badireye, şahit olduğu onca felakete rağmen etrafına güç vermeyi sürdüren kişiliği, bilinirlik açısından yaşam öyküsünü hep bir adım önde tutar ve çoğu zaman yazılarını arka plana iter. Ancak kitaplarıyla tanışanlar görecektir ki yazıları, en az hayatı kadar ilgi göstermeye değer, ilham dolu, etkileyici ve çağdaş. Tam da bu nedenle, belki kısıtlı bir çevrede dahi olsa, yazıları hep ağızdan ağıza dolaşa gelmiş, akademik çevrelerde araştırma konusu olmuş. Yazarın haklı edebi şöhretinin en güzel örneklerinden biri, hiç kuşkusuz, Son Kadeh. Zabel Yesayan’ın 1916’da sürgün koşullarında yazdığı Son Kadeh, 1924’teki ilk basımından bu yana yazarın en iyi eserlerinden biri olarak hep ilgi görür. Ne yazık ki, bu ilgi uzun bir süre Ermenice bilen okurlar için geçerliydi. Romanın Türkçeye kazandırılması maalesef 2018 yılını bulur. Neyse ki Mehmet Fatih Uslu’nun dönemin Türkçesinin tınısını, mırıltılarını ve zenginliğini geri getiren çevirisi aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen hayıflanmamamı sağladı ve “iyi ki” dedirtti “iyi ki şimdi çevrilmiş”.

Bana, ‘Senin ruhunu tanımak istiyorum’ dedin. İşte, sözümü nihayet yerine getiriyorum ve intibalarımı kaleme almaya, neşe ve heyecan içinde yaşadığım o vakitleri kaydetmeye başlıyorum.[i]

Son Kadeh, ithaf sayfasının ardından yukarıdaki cümlelerle açılıyor ve bu sade açılışın barındırdığı kendine has doğallık sayesinde, okura iki soru birden sordurarak okuma eylemini meraklı bir şekilde sürdürmesini sağlıyor. “Sahiden, nasıl biridir bu satırları kaleme alan kişi, niye önemlidir? Ve bu soruyu okurdan (benden) önce soran bu şahıs da kim?” Gizem barındıran bu basit ama etkileyici girişin birkaç cümle berisinde şu cümleler gelecektir:


Hakiki bir yazar olmadığım aşikâr. Umumi kaideden sapıyorum. Çoğunlukla yazarlar yalnız talihsizliği, sıkıntıyı, felaket sahnelerini, hayatın korkunç anlarını anlatmaya layık bulurlar. […] Olur da talihsiz engeller, bedbaht tesadüfler son bulur, biri muzaffer olmaya, bir huzur durağına varmaya muvaffak olursa, orada artık roman biter, hikâye susar.

Lakin kabul görmüş âdetlerden bana ne, edebi metotlardan bana ne? Ben kalbimi ifade etmek istiyorum, saadetimin şarkısını söylemek istiyorum, ben sadece senin için yazıyorum, sevgilim…[ii]

Zabel Yesayan

Ve bu satırların sonunda, romanın aslında bir sevgiliye yazılmış olduğunu öğreniyor okur. Ama kim bu sevgili? Ayrıca görülüyor ki, anlatıcının ruhunu anlatmak için her şeyi anlatmaya çalışmak gibi bir derdi yoktur. Bir tercih yapmıştır, o da genel kaidenin aksine – ki bu diğer yazarlar olduğu kadar diğer insanlar yani kendi çevresi olarak da okunabilir – saadet üzerine odaklanacaktır, felaketleri değil, mutlu anları anlatacaktır. Anlatıcının bu kararı, romanın kendisi kadar, yazarın iddiasını ve edebiyata bakışını da ortaya koyuyor. Özellikle, yazıldığı yıllara bakılırsa, bu çok güçlü bir açılış ve bir o kadar da içten.

​Yazı geleneğinin günümüze oranla neredeyse tamamen erkeklerin tekeli altında olduğu bir dönemde, kurmacada “[u]mumi kaideden sapma[ya]” niyetli, ve “kabul görmüş âdetlerden bana ne, edebi metotlardan bana ne?” diyen bu satırlar hiç kuşkusuz kendi yolunu çizmeyi, yeniliklere ve denenmemişe doğru dümen kırmayı vurguluyor. Zabel Yesayan, Osmanlı döneminde üniversiteye giden ilk Ermeni kadın olarak Sorbonne’da edebiyat ve felsefe dersleri alır. Bu sayede, çağının pek çok kadınına göre, dış dünyayı çok daha iyi gözlemleme imkânı bulur. Hiç kuşkusuz, okudukları ve sosyal yaşamındaki deneyimleri edebiyatın genelgeçer kurallarını sorgulamasına sebep olur. Ne güzel bir tesadüftür ki, Son Kadeh’in yayımlanışından tam dört yıl sonra, uzak diyarlarda, 1928’de tınısı hiç de farklı olmayan şu sözler yankılanacaktır: “Erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” Evet, Virginia Woolf’tan başkası değildir bu. Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda ile kadınlara bağımsız olmalarını, kendi iç seslerini bulmalarını ve bu iç sesin aslında her iki cinsin özelliklerini taşıyıp uyum içinde olması gerektiğini öğütleyecektir. Virginia Woolf, babasının edebiyat birikimi ve çevresi sayesinde ve onlara rağmen yazarken, Yesayan da farklı bir şey yapmaz. Babasının desteği ve aldığı yurt dışı eğitimi aracılığıyla, edebiyat vitrini ile işin mutfağının aynı olmadığına bizzat şahit olur ve o anki edebiyat iklimine rağmen kendi fırtınalarını, kendi baharlarını ve kendi ormanlarını yaratmayı ister ve bunu başarır da. Her iki yazar da, farklı coğrafyalarda aynı amaçlarla, ömürleri boyunca kendi şarkılarını söylemek için mücadele verir. Virginia Woolf, daha kapalı bir sosyal çevrede ruh sağlığındaki dalgalanmalara rağmen yazın hayatına devam ederken,  Zabel Yesayan, Balkan Savaşları ve Ermeni soykırımı gibi hayati olayların cereyan ettiği bir coğrafyanın politik ve sosyal gelişmeleri nedeniyle yaşamını hem bir aktivist hem de bir edebiyatçı olarak sürgün koşullarında idame ettirmeye çalışır. Bu gösteriyor ki sınıf, coğrafya, dil, din veya ırk fark etmeksizin, kadınların içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun, hakikati arayış yolculukları ortak ve bu uğurda yapılması gerekenlerden biri kendini dış seslere kapatarak, önceden yazılmış çizilmiş ne varsa unutmak ve yazmak, yazmak, yazmak.

Son Kadeh, anlatıcının tam da ta en başında belirttiği gibi, aşina olunan kurgu formundan farklı olarak sayfalarca yazılmış bir mektup şeklinde devam ediyor. Anlatıcı, yani Adrine, mektubunun aynı zamanda bir roman niteliği taşıdığının farkında ve zamansal ya da mekânsal olarak içinden geçtiği olayları birbirine bağlayamadığı veya konudan konuya atladığı zamanlarda, kendini düzeltme gereği görüp bunu yazınsal olarak açıklıyor. “görüyorsun ki, yazdığımı belli bir kalıba dökebilmek için kendimi zorlukla zapt ediyorum.”[iii] Girişte belirttiğine paralel olarak, anlatısını belirli bir kalıp içine oturtmakta zorlandığı görülür. Aynı şekilde, ilerleyen sayfalarda: “sırasıyla anlatmalı, bu hikayenin bütününü değilse de en azından mühim veçhelerini tanıtmalıyım,” [iv] der. Bu kendini hizaya getirme çabaları ve farkındalık anlatıcının duygularla yazı arasındaki ya da başka bir deyişle ruhla dil arasındaki uçurumun ayırdına vardığı ve kendine ortak bir zemin arama çabaları, tıpkı evlilik hayatı ile yasak aşkı bulduğu “anlatılamayan” gizli hayatı arasında olduğu gibi. Adrine, iç dünyası ile bulunduğu toplum arasında sıkışmıştır, sevgilisine yazdığı bu mektup/roman kendi varlığını yaşatmanın, ruhunu korumanın tek yoludur. Son Kadeh’in taşıdığı yoğun olmayan bu üst kurmaca öğeleri, romanda karakterin kendini açıklama, kendi iç dünyasını sorgulama çabası ile uyum içinde, zira bu tercihle yazar da meramını nasıl anlatacağı konusunda kendini dürtüklemektedir. Dolayısıyla, mektup formunun iç dünyayı açıklamaya elverişli yapısı aynı zamanda yazarın üst kurmaca tercihleri ile desteklenerek anlatıyı, ve karakterin iç görülü tutumunu güçlendiriyor.

Roman boyunca, ben-anlatıcısı Adrine, yasak aşkı Arşag’a seslenerek kendi geçmişini, evliliğini, yaşadığı dönemin hadiselerini, aile yaşamını ve aşktan beklentilerini paylaşır. Evli bir kadın olarak, daha önceden tasvir edilen, diğer roman karakterlerinin aksine, içinde duygu barındırmayan evliliğine karşı, yasak aşkını savunur, ondan utanç ya da pişmanlık duymaz. Hatta sözcükler el verse, yeterli olsa ve bu hâlini anlatabilse, aşkını kocasının dahi anlayacağını düşünür. Ancak, başlarda taşıdığı iyimserlik zamanla kaybolur. Önce aile dostları ile birlikte olduğu açılan bir sohbette kocasının, eşlerini aldatan kadınlar hakkında keskin yargıları olduğunu duyar. “İster fiili ister fikri olsun, evlatlarına ihanet eden ve kocasına sadık kalmayan kadın değersizdir…”[v] der kocası.  Bir diğer hayal kırıklığı ise Adrine’nin eve geç geldiği bir başka gün yaşanır. Kocasının bu olay karşısında endişesini ve kıskançlığını ruhuna eşlik eden dolaysız sözcüklerle ifade etmek yerine iftira atması, hakaret etmesi ve şiddete başvurması, yani kocalık rolünün getirdiği bazı kalıp davranışlar dahilinde hareket etmesi Adrine’in kendini anlatma çabasını yok eder. Sonunda ruhunu ifade edemeyişi, kendini psikosomatik etkilerle gösterir. Ruhunu kelimelerle açıklayamamanın ızdırabı, vücuduna sirayet eder ve uzun süreli baygınlığa dönüşür, hastalanır.

“Lakin ilk hece ağzımdan çıkmıştı ki, hiddetinin en uç noktasına vardı ve yalan söyleyeceğimi zannetti… Elini kolumun üzerinde hissettim, bir kerpeten gibi sıkıyordu… Etrafımdaki her şey dönmeye başladı, kayboldu, gözlerim karardı ve şuurumu yitirdiğimi hissettim.”[vi]

Kocasıyla kuramadığı iletişim ve içinde bulunduğu toplum ve yasalar, edebiyatın umumi kaideleri gibi kalıplar hâlindedir, esnemez ve aşkını yaşamasına, onun hakkında konuşmasına izin vermez. Bu açıdan, romanın başına geri dönersek, “Bana, ‘Senin ruhunu tanımak istiyorum’ dedin” cümlesinin neden anlatıcı için bu kadar önemli olduğu görülür. Sevgilisi onun ruhunu görmeyi isteyen tek insandır. Kocası ondan annelik ve eş rolleri beklerken, bir tek sevgilisi ruh dünyasını merak eder.

Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti’nde, kadınlar için özyaşamöyküsü yazımının erkeklerinkinden farklı bir anlam taşıdığını belirtiyor: “Özyaşamöyküsü, onlar için bir alternatif ‘benlik’ imgeleri yaratmanın, başka biçimlerde ifade edilmeyeni ifade etmek için ‘ses’i bulmanın bir yoludur.”[vii] Son Kadeh, Zabel Yesayan’ın gerçek manada bir özyaşamöyküsü olmasa da anlatıcının mektup aracılığıyla kendini anlatmayı ve geçmişindeki önemli olayları anlatarak benliğini ortaya koymaya çalıştığı bir karakter barındırıyor: Evli ve çocuklu Adrine. Bu anlatıcı karakter, sevgilisine yazdığı mektubun genelgeçer kaidelere uymayan duygular barındırdığının bilincindedir ve aynı şekilde yazdığı romanın da. Romanın formunda olması okura bir özyaşamöyküsü okuduğunu hissettiriyor.

“Kadınlar için özyaşamöyküsü yazımı, kendilerini tanımlamanın ve kendi deneyimlerine ve emellerine yabancı ya da düşman olduğunu düşündükleri bir dünyaya kendilerini sunmanın bir yolu olabilir. Onlar yaşamlarını, bireysel bir dâhinin sürekli gelişen başarı öyküsü olarak yazmazlar, aynı şekilde kendi çağları adına da konuşmazlar. Çünkü toplumla olan ilişkileri onları böyle iddialarda bulunmaktan alıkoyar.”[viii]

Nitekim, Adrine de mektup romanın başında belirttiği iddiasını sürdüremez. Saadetinin şarkısını söylemeye devam edemez. İstisnai bakış açısı, aşkını ifade etmesine ve bir birey olarak toplumdan bağımsız ya da topluma rağmen kendini gerçekleştirmesine izin vermez. Adrine, “muhteşem romanımın içinde yaşamaya başladım” diyerek sona yaklaşacaktır. Mektup romanını kaleme almasa, yok olup gidecek veya sadece ona verilen rol ve sıfatlarla var olabilecektir. Zabel Yesayan, Virginia Woolf ve onlar gibi yazarlar hiç yazmadan önce kadın ve aşk nasıl anlatıldıysa, öyle kalarak. Kocası onu nasıl tahayyül ettiyse, öyle. Onun izin verdiği ölçülerde. Son Kadeh, edebiyat dünyasında kadınların kendi hislerine ve düşüncelerine kulak vermesi için öncülük eden romanlardan biri. Ve ne mutlu ki, romanın barındırdığı iç görülü anlatım, günümüz okurlarının kendilerine yaklaşmasına vesile olmaya, kalplerine şefkatle dokunmaya artık Türkçede de devam ediyor. Zabel Yesayan ve edebiyatı ile tanışmak için Son Kadeh, güzel bir başlangıç.

[i] Zabel Yesayan, Son Kadeh, çev. Mehmet Fatih Uslu (İstanbul: Aras Yayıncılık, 2018) s.19
[ii] Zabel Yesayan, Son Kadeh, çev. Mehmet Fatih Uslu (İstanbul: Aras Yayıncılık, 2018) s.19

[iii] a.g.e. s. 33

[iv] a.g.e. s. 56

[v] a.g.e. 84

[vi] a.g.e. s. 95

[vii] Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti (İstanbul: Metis Yayınları, 2018) 6. basım s. 170

[viii] a.g.e.  s. 170

0
14206
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage