Her şeye şiir yazılabilir, her şeyin şiiri yazılabilir. Fakat çağımızın şairi de çağımızın insanı gibi, yanındakinin, yakındakinin kıymetini pek bilemiyor. Burnunun ucundakini göremiyor, şu ‘burnunun ucu’ meselesinde ‘Afrika hariç’ diyorum ve gururla, bir vakitler, 15 yıl olmuştur, gözlüğüm için bir şiir yazdığımı, görmeyenlere söylüyorum. Demek ki gözlüğümün de benim de canımız burnumuza gelmiş olmalı ki, ‘bu kadar kırıldığımız yeter, bizi daha fazla kıramazsınız!’ deyip bir manifesto değil ama, yine de bir ‘kırgınlık bildirisi’ gibi okunabilecek bir şiire ortaklaşa imza atıp adını da “Gözlük” koymuşuz.
Şimdi bunları yazarken düşünüyorum da, galiba ikinci bir 40 Şiir şart oldu. İlkini, yani 40 Şiir ve Bir’i yazmak için 40 yıl beklemiştim, ikinci bir 40 yılı bekleyebilir miyim ya da o beni bekler mi bilmiyorum. Öyleyse bu kez de sonunu beklemeden başından yazayım ikinci 40 yılın şiirlerini, adı da 40 Şiir...Daha! Olsun mu, olsun! Fakat bu kez gözlük gibi, kalem gibi, sigara gibi, çay, kahve gibi ‘şair’ini fazlasıyla ilgilendiren, meşgul eden, üzen, sevindiren nesnelerle dolu bir 40 şiir olsa iyi olmaz mı? Oradan biri ‘şemsiye, şemsiye, şemsiyeyi de yaz!’ diye adeta slogan atıyor, ee gökdelenlerin mahallesinde oturursan böyle ıslanırsın, çatısız evlerin altından daha ne sular geçer, ama boşuna ısrar etme, ben şemsiyeye şiir yazacak kadar korunaklı, sakınaklı biri değilim, yağmur mahallesindenim. Gerçi vosvos için de şiir yazmadım, bir şiirimde geçiyor ama, Deux Chevaux için yazmıştım, 34 BBY 32, 20 yıl önceki “Varlık” nüshalarında durur, tabii hala çalışıyorsa! Citroen 2CV, yani Deux Chevaux, ya da Türkçe, ağızda yuvarlandığı haliyle, döşova, yazıya geçince ilginç oldu, Gökova gibi, Düşova da olabilir, rüya otomobillerden değil mi zaten, yaya, bisiklet ve araba arası bir karışım, bir sentez. Araba kullaanmayı hala bilmeyen biri olarak otomobillere şir yazıyorum da, daktiloyu yavaş da olsa kullanmayı bilen biri olarak ‘Daktilo’ya niye şiir yazmayayım? Öyleyse benden de o kitaba armağan bir ‘Daktilo’ şiiri olsun! Herkesin olduğu gibi benim de kahrımı az çekmedi, o hizmette kusur etmediğine göre bizim de vefada kusur etmememiz gerekir! Hem de şöyle yapayım diyorum, adı ‘Daktilo’ olacak şiiri ne elimle, ne bilgisayarla doğrudan daktiloyla yazayım! Hem Nar’a da söz vermiştim, ‘yazar’ olmak isteyen babası ona daktiloyla nasıl yazıldığını gösterecekti, böylece hem bir veda şiiri olur, hem de daktilodan bana, benden size eski usul bir güzel zaman şiiri, yani vefa şiiri, fena mı olur?
“Varlık”, Haziran 2010 sayısında bir ‘sır katibi’ olarak ‘daktilo’ dosyası yaptı. Eh kendisine yakışanı yaptı da denilebiilir, ne de olsa “Varlık”ta da yazıların, şiirlerin çoğu hala daktilo zamanlarında yazılmış hissini vermiyor mu? İyi bir his. Güzel bir duygu. Selim İleri ve Enis Batur, Necatigil’in “Daktilo” şiirinde, İbrahim Yıldırım ve Enis Batur Fernando Pessoa’nın “Daktilografi’ şiirinde buluştular. Doğrusu benim de aklıma ilkin Necatigil’in “Daktilo” şiiriyle, Nilgün Marmara’nın Daktiloya Çekilmiş Şiirler kitabıyla, sanırım Seyyan Hanım’ın söylediği “Benim çapkın daktilom” şarkısı (tangosu) gelir.
Necatigil’in şiiri, hocanın yine bir başka ünlü şiiri olan “Kitaplarda Ölmek” şiiri gibi, ‘hikmet burcu’nun ürünlerinden. Herkes aynı şiirden söz etse bile, herkesin derdi, meramı, söylemek ve o şiirle göstermek istediği şey başkadır, bilhassa Necatigil’in şiirlerinden biriyse sözkonusu olan. O yüzden benim de tekrarlamamda bir sakınca olmasa gerektir: “Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor/Ya gün boyu bastıran bir uyku/Sevincin sesi çıkmıyor./.../Evlerinin önü çeşme, sularım akmıyor/Bu çok tuzlu çöreği hangi kalpsiz yedirdi/Bağrım fena yanıyor/Kimlerin elinde, herkes benden biliyor/Ne hoyrat kullanmışlar/Sevincin sesi çıkmıyor.”
Ben de “Gözlük” şiirimi, Necatigil’in “Daktilo”sunun esiniyle yazmış olmalıyım ya da biri yazdıklarından, diğeri gördüklerinden ötürü çok darbe alan, aşırı yaralanan, fazla kırılan iki nesne olduğu için mi ne, ‘ezilmiş, kırılmış, yorgun’ sesleriyle birer fısıltı şiiri gibi çıkıyorlar karşımıza: “İyi değiliz gözlük bak durmadan/kırmaya çalışıyorlar bizi hiç iyi/değiliz iki gözüm, bende can. Sende cam/ bırakmadılar, daha kırılacak ne varsa bizde...” Yanlış anlayan olmaz a, yine de yazayım, ‘vurgun yemiş’ gibi olduklarından doğru, daktilo ve gözlük, yani
yorgunluklarından doğru, bu iki şiiri yanyana andım, yoksa benim “Gözlük”, Necatigil’in “Daktilo”sunun yanında anılmaz ya, yine de kalsa kalsa “ergen burcu” olarak kalır!
Seyyan Hanımın ya da ‘İstanbul Hanımları’nın şarkısını, 15 yıl kadar önce, ilk dinlediğimde, “Benim beyaz daktilom”, “Benim güzel daktilom” dediği yerlerde ben de kendi küçük beyaz daktilomu hatırlayıp, ona yol açıklığı dilerken, şarkının “benim çapkın daktilom” bölümüne geldiğinde ise bir tereddüde kapılıyor, ‘bir daktilonun çapkın olması acaba nasıl bir şey olmalı?’ diye düşünceler içine dalarak, doğrusu bu cümleye pek bir anlam da veremiyordum.
Yoksa daktilo geceleri kendi kendine kimi çapkınca sözler, dizeler filan mı yazıyor üstündeki kağıda diye kötü bilimkurgu fantazileri bile yapabilridim ama... Buna gerek kalmadı, şarkıyı üçüncü dinleyişimde filan olsa gerek, şimdi sözlerini unuttum ama, oradaki ‘daktilo’nun ‘markalı yazı makinesi’ anlamında değil, hayır, ‘sekreter’ anlamında kullanıldığını anlayınca her şey yerli yerine oturdu. O zamanlar ‘daktilo’ derlermiş, sonraları ‘daktilograf’ olarak adlandırılan daktilo yazıcıları ya da daktilo yazmakla görevli olan kimselere, çoğunlukla da hanımlara. Böylece ‘çapkın daktilo’nun da aslında bir ‘yazı makinesi’ olduğunu, ama onca yazı, çizi, harf, kelime, cümle, paragraf arasında çapkınlık yapmaktan da geri kalmadığını öğrenmiş oldum!(İnsan zaman zaman aslında o şarkıdaki ya da tangodaki ‘daktilo’ hanımın gizli bir yazar ya da şair oldugğunu düşünmeden edemiyor, ne de olsa saydığım zevat da çapkınlığını daktiloyla kelimeler ve cümleler, dizeler üzerinden yapan bir mesleğin mensupları değil mi?)
Üçüncüsü ise Daktiloya Çekilen Şiirler’dir, ki daktiloya çeken tarafından bırakıp gidilmiştir, daktilonun markasını bilmiyorum, keşke sorsaydım, keşke dikkat etseydim. Nilgün Marmara’nın ilk ve aslında son şiir kitabıdır, diğeri Metinler’dir, adı üstünde metinler, düzyazı şiir de diyebilirsiniz. O zamanlar, 1986’da, şiirleriin daktiloya çekilmiş olmasının da bir hükmü, anlamı, önemi ve değeri vardı. Bu demektir ki, kitaplaşmaya, yaygınlaşmaya, yayınlanmaya aday, hazır duruma gelmiştir, en azından bir elden diğerine, bir gözden diğerine geçmek, tutulmak, bakılmak, okunmak için daktilo harfleriyle süslenmiştir Şimdi daktilo hurufatının bilhassa şiire daha çok yakıştığını kim inkar edebilir? Ben etmem. Nilgün şiirlerini kendinden çekip kurtardığında, daktiloyu da onlarla sanırım hayli yorduğunda ve sonra getirip bana verdiğinde yıllardan 1986’ydı. Sonrasını anlattım orda burda, yazdım. O kitap, Nilgün’ün içiine kanatlanmasının 1.yılında, 13 Ekim’de yayımlandı, Şiir Atı’ndan. Daktilo edilmiş sayfaları bendedir.
Bu yazı bir nev’i, daktilo deyince aklıma gelenler ya da daktilo için bir önsöz gibi oldu, haydi daktilo mukaddimesi diyelim. Benimse bir daktilom oldu, şimdi uzaklarda, sonra reklam ajansında bir kaç daktilo kullandım, sonuncusu bir emeklilik ikramiyesi gibi kırık, dökük, dişleri dökülmüş diyelim buna, ama kelime oyunu bile olsa asla ‘düşleri dökülmüş’tü demem, diyemem, kuşları dökülmüş de olabilir, şimdi evimde. Kızım Nar onu sordu, anlattım, tuşlara bastı, harfler şahlandı, ‘aa baba bak daktilonun kuşları uçuyorl” dedi. ‘Daktilonun tuşlarınaa bas!’ demiştim, o da hepsine birden basınca tuşlar havalandı, kanatlanıp kuşlara dönüştü! “Benim Daktilolarım”ı da ikinci daktilo yazımda anlatırım. Zira onları da anlatmaya başlarsam bu yazı pek uzar, daktilo o kadar yorgunluğa gelemez. Hem o zamana kadar daktilolu bir fotoğrafımı da bulurum belki. Hem daktilo da yazarın hülyası, şairin dalgınlığı nev’inden bir poz için gayet yerinde bir enstrüman değil midir? Ne demiş şair, “Sigarayı el tamamlar/bağlamayı tel tamamlar/ şiirleri dil tamamlar/ tamam olur hatıralar/.../ Daktilonun yurdu yazı/ mektup olur bazı bazı/ ölür müydü daktilolar/ yalnızca şiir yazaydı!”(Yazan: Daktilo Şairi)
NOT: Yazıyı bitirdikten sonra başlıkta “benim güzel daktilom” dizesi geçen şarkının “İstanbul 1925” adlı, Kalan Müzik’ten çıkan bir albümde yer aldığını öğrendim, ne yazık ki evde bulamadım, eğer eski gelişlerinin birinde Seyhan Erözçelik dinlemek için almadıysa, mutlaka bulurum bir yerlerde, o zaman da kimin söylediğini ve sözlerini yazarım size.)