“.... aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.”
José Saramago’nun Körlük romanı üzerine bir değerlendirme.
Şu anda her ne yapıyorsanız, bir anlığına durun. Elinizdeki işi bırakın. Dosya büyüklüğünde beyaz bir kağıt bulun. Süt beyazı bir kağıt. Şimdi etrafınıza birkaç dakikalığına göz gezdirin, ister evde veya işte olun, ister dışarıda, fark etmez. Detaylara dikkat etmeye çalışın, renklere, şekillere... Belleğinize kaydedebildiğiniz kadar görsel bilgi kaydedin. Bundan sonraki adımlar çok basit. Beyaz veya açık renkli bir duvarın önüne geçin. Yaklaşın. Beyaz kağıdı yüzünüzün önünde göz hizasında olabildiğince yakın tutun. Gözlerinizi sıkı sıkı kapatın. Az önce çevrenizde gözlemlediklerinizi aklınızdan geçirin. Kağıdı daha da yaklaştırın, yan görüş alanınızı da engelleyecek kadar yakın tutun. Gözlerinizi açın. Tek görebildiğiniz kağıdın süt beyazı rengi olsun. Bundan sonra tüm dünyanızın bu beyaz renkten ibaret olduğunu düşünün, adeta bir süt deniziyle çevrili olduğunuzu zihninizde canlandırın, yaşayın. Tebrikler, José Saramago’nun Körler dünyasına hoşgeldiniz.
Aniden baş gösteren bir körlük salgını. Trafik ışıklarının yeşile dönmesini bekleyen adam, direksiyonun başında birdenbire kör olur. Ancak her şeyi kapkara görmesi gerekirken bembeyaz görüyordur, “tıpkı açık gözlerle bir süt denizinin içine dalmış gibi”. Oysa ki bu beyaz körlüğe yol açacak hiçbir klinik bulgu yoktur. İlk körü, göz doktoru izler, muayenehanedeki diğer hastalar, taksi şoförü, otel oda görevlisi derken zincir uzayıp gider.
Romanda karakterlerin isimleri yok. Biz onları yazarın belirlediği özellikleriyle tanıyoruz. Doktor, ilk kör ve karısı, koyu renk gözlüklü genç kız, şaşı çocuk ve gözü siyah bantlı yaşlı adamdan oluşan bu küçük gruba doktorun sağduyulu ve zeki karısı rehberlik ediyor.
Her ne kadar modern zamanlarda yaşıyor olsak da, çözüm kolera, sarıhumma salgınlarının görüldüğü eski çağlardan bulunur. Yönetim kararıyla, körler ve körlerle temas edip salgından etkilenme ihtimali olan herkes izole edilmiş bir binaya toplanarak toplumdan tecrit edilir. Gıda, sağlık ve temizlik malzemesi ihtiyaçları yönetim tarafından sağlanacak, körler bu yardımlar ile yaşamlarını idame ettireceklerdir. Böylece salgının yayılmasının engellenebileceği düşünülür. Ancak salgın birbiriyle ilişkili olan bu küçük grupla sınırlı kalmaz, yayılır.
Karantina altına alınan körler yeni hayatlarına Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin en alt basamağından başlarlar; yemek, barınma gibi fizyolojik ihtiyaçlar. Yönetim tarafından gönderilen az miktarda gıdayı herkese yetirmeye çalışırken, kişisel ve yaşam alanı temizliklerini de şartlar elverdiğince yapmaya çalışırlar. Ancak su akmayan duş ve tuvaletler ile bunu yapmak pek mümkün olmaz. Gün geçtikçe kendi pisliklerine batarlar. Hayata tutunmaya çalışırken kendi içlerinde ölümlere de tanık olacak, ölülerini gömüp, insanca yaşamaktan ellerinde geriye kalan kırıntılarla devam edeceklerdir.
Karantinadaki körlerin sayısı arttıkça, farklı problemler çıkar. Herkesin körlükle insanca yaşam mücadelesi verdiği bu zorlu ortamda, “ahlaksız körler” hepsinin başına bela olur. Bu ahlaksız körlerin insan ırkının en aşağılık seviyesi olduğunu söyleyebiliriz. Kendileri de kör olmasına rağmen, silah ve kaba kuvvet avantajını kullanarak diğerleri üzerinde üstünlük kurmaya çalışacaklardır. “Körler hep savaş halindedir, her zaman da öyle olmuşlardır”. Ahlaksız körler, iğrenç sistemlerini en temel ihtiyaç olan yiyecekler üzerine kurgularlar. Yiyeceklere karşılık olarak önce herkesin değerli eşyalarını gaspederler. Daha sonraki talepleri ise kadınların bedenleri olur. Ancak hesaba katmadıkları bir şey vardır. Kadınlar kendilerine yapılanı unutmaz.
Bundan sonra ahlaksız körler ile diğer körler arasında ezeli ve ebedi bir mücadele yaşanır, özgürlük mücadelesi, iyi ile kötünün savaşı. “....bütün hikayeler evrenin yaratılış hikâyesine benzer, o anda orada kimse yoktur, kimse tanık olmamıştır ama yine de olanları herkes bilir.”
Artık herkes kör. Bütün ülke. “Sonsuz bir gündüzü yaşayan körler” ülkesi. Karantina altındakileri kontrol altında tutabilecek bir yönetim otoritesi yok. “Bazı körlerin sadece gözleri kör değildi, zihinleri de kördü”. Ortada tecrit filan kalmaz, serbestlerdir. Gel gör ki, içerisi ayrı bir cehennemdir, dışarısı ise apayrı. Mağazalar, dükkanlar yağmalanmış. Evler işgal edilmiş. Yiyecek yok. Su yok. Elektrik yok. Kanalizasyon ve altyapı sistemleri çökmüş. Sokaklar çöp, insan pisliği ve cesetlerle dolu.
Küçük grubumuz doktorun karısının liderliğinde organize olur, birbirlerine sahip çıkarak, destek olarak, ellerinde olanı paylaşarak hayatta kalmaya çalışır. Şartlar elverdiğince insanlıklarını koruyup barınma, beslenme, temizlik ihtiyaçlarını karşılarlar. Salgından önceki hayatlarına dair izler arayıp, ailelerine, evlerine ulaşmaya çabalarlar. Ancak, öyle bir an gelir ki, bir daha eski hayatlarına dönemeyeceklerini anlayıp durumu kabullenirler. Yeni yaşamlarına uyum sağlamaya gayret ederler.
Işık Ergüden’in çevirisiyle Kırmızı Kedi etiketiyle yayımlanan Körlük romanında yazarın kendine özgü yazım şekline sadık kalınmış. José Saramago, nokta ve virgülden başka noktalama işareti kullanmıyor.
Saramago, okuyucuyu korkunç bir kaosun, beyaz bir kabusun tam ortasına yerleştiriyor. İnsan ırkının ne kadar alçalabileceğini, bir insanın hayatta kalabilmek için onurundan, insanlığından ne kadar ödün verebileceğini sorgulatıyor. Körlük sert bir eser. Okuduğunuzda derinden sarsılmaya ve düşünmeye hazırlıklı olun.
“Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler.”