“İstanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?”
Son yıllarda ağırlıklı olarak İstanbul’u yazmaya başladın.
Evet.
Beyoğlu Rapsodisi, İstanbul Hatırası...
Beyoğlu’nun En Güzel Abisi...
Haydar ben bir şey keşfettim. Patasana’yı yazarken keşfettim. 1998 yılında. Şimdi bize hep tarihi överler.Resmi tarih vardır bizde. O yalan, bize söyledikleri tarih, tümüyle yalan, ama diğer yandan çok önemli bir tarih var bu topraklarda. Ama bu tarih algısını tümüyle değiştirmemiz lazım. Yani, bize şöyle diyorlar; tarih bu topraklarda,1071 yılında Alpaslan beyaz kefenini giyip cuma namazı...1071 ‘de başlamaz bu topraklarda tarih. Bu topraklardaki tarih, iki yüz bin yıl önce homosapiens Afrikadan çıkıp Mezopotamya’dan bu topraklara doğru dağılırken başladı. Ve son on iki bin yıl… Neden ok iki bin yıl diyorum? Göbeklitepe için. Göbeklitepe bulundu ve on iki bin yıllık bir medeniyet ortaya çıktı. Bu, bilinen bütün medeniyetlerden daha eski. Dolayısıyla bizim tarihimiz gerçekten de çok daha önceden başlıyor. Tarih yazmamın nedeni biraz bu. Resmi tarihe karşı, bu resmi tarihi biraz sorgulayalım. Ben tarih yazmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Bir romancının görevi tarih yazmak değildir. Bir romancının,şairin görevi, bir sanatçının görevi insanlara doğruyu anlatmak değildir. Biz doğruyu anlatmıyoruz. Böyle bir şeyimiz yok. Haşa! Ben bilmiyorum. Ama, biz soru sormayı öğretiyoruz. Ve bu soru sormayı estetiğin kurallarına göre öğretiyoruz. Öyle midir, doğru mudur, böyle mi olmuş? Ben okurlarıma; ‘ Bunu seçmelisiniz! Bu din doğrudur! Bu ideoloji doğrudur. Şu yanlıştır, bunu yapmayın!’ dediğim an problem vardır. Bilmiyorum ki. Ya da bildiğim şu ana kadar insanoğlunun yarattığı on iki bin yıllık ya da iki yüz bin yıllık kültürle sınırlı. Bir milyon yıl sonra, inşallah hayat devam eder bu gidişle etmeyecek de, bir milyon yıl sonra insanlık bambaşka bir bilgi seviyesine ulaşacak. Dolayısıyla, eğer ben insanlara doğru yanlışı anlatmak gibi ahlaki, ideolojik, dinsel bir şeyleri üstlenirsem yanlış olur. Onun yerine savaşın, ideolojinin, aşkın, ailenin insan üzerindeki etkisini anlatırsam bitmez. Homeros, İlyada’da bunu anlatıyor. Homeros İlyada’da Yunanlılar haklıydı, Troyalılar haksızdı ya da Troyalılar haklıydı, Yunanlılar... Bunu anlatmıyor. Neyi anlatıyor? Savaşın, aşkın insan üzerindeki etkisini, korkaklığın ve cesaretin, insan olmanın ne olduğunu anlatıyor. Bir yazar da bunu anlatmalı. Ama ben de Haydar da çok şanslı. Bu topraklarda yaşıyoruz. Bu topraklar bize öyle hikâyeler, öyle imgeler sunuyor ki yazmamak aptallık olur. Yaz diyor. İnanılmaz. Bu kadar büyük medeniyetler hiçbir yerde yok. Roma var, Roma İmparatorluğu. Burada Hititler var. Hitit yok ki Roma’da. Hititler... Yeryüzündeki ilk büyük savaş. Kadeş Savaşı. İki süper devlet var ya o zaman. 3000 yıl önce, 3200 yıl önce Hititler ve Mısırlılar. İki süper devlet. Başka hiç kimse yok. Çorum şurası, Çorum’da Hattuşaş. Ardından Roma. Doğu Roma değil Roma. Burası Büyük Konstantin. Burayı Doğu Roma’nın başkenti yapmadı 330 yılında. Roma’nın başkenti yaptı. 392 yılında, ayrıldı 62 yıl sonraDoğu Roma, Batı Roma ayrıldı. Yani öyle bir uygarlık var ki burada Haydar, bize anlatan aptallar bu tarihi sahip olmadıkları için Kazlıçeşme’deki büyük Mimar Sinan’ın Süleymaniye’sini mahvettiler. Bu aptallar farkında değil. Çünkü tarih bize diyor ki; ‘’Ey bu topraklar üzerinde yaşayan! Sana iki yüz odalı bir şato veriyorum. İki yüz odalı bir konak veriyorum. Ama bizimkiler diyor ki son bin yıl benim. Niye? Müslümansan müslümansın kardeşim, Hristiyansan Hristiyansın, Türksen Türksün, Kürtsen Kürtsün, Ermeniysen, Rumsan... Ne farkı var? O uygarlığa, o zenginliğe sahip çık. Onu söylüyor bu topraklar. Yani biraz da bunu kırmak niyetim.
Biliyorum bunu kırmak niyetindesin de... Gele gele geldik IŞİD uygarlığına!
Yenilecek! Tabii ki ölüm kazanamaz. Dylan Thomas’ı bilirsin:”Ölüme kalmayacaktır bu dünya.’’
Şimdi İstanbul’u yazıyorsun. Son zamanlarda da daha çok Beyoğlu romancısı oldun. Şu açıdan söylüyorum, Atlas dergisi, başka dergiler... Beyoğlu’nu anlatıyorsun, Beyoğlu’nu gezdiriyorsun. Bu üzerine konuşacağımız kitap da Beyoğlu’nun En Güzel Abisi... Ahmet’in son romanı. Yazmakta olduğu hariç. O bu sene mi çıkacak? Herhalde sonbaharda...
Eylül, ekim gibi... İnşallah. Bilmiyorum. Biraz zor bir kitap. İnşallah yetişecek.
Attila İlhan okuyan bir Başkomser Nevzat
Başkomser Nevzat, Ahmet’in yarattığı bir karakter... Güzel bir abimiz. Şimdi onu okuyunca ben, başkomser Nevzat’ı... Allahım nerede böyle polisler, dedim. Başkomserler… Sanki Köy Enstitüsü bir polis gibi... Aynen öyle gibi. O da Köy Entitüleri’nden mezun olmuş, kültürlü, bilgili, adaletli, şevkatli, halden anlayan, Klasik Türk Müziği söyleyen, rakı içen, meyhaneye giden, sevgilisi...
Evgenia… Ah Evgenia!
Evgenia, Rum sevgilisi olan. Attila İlhan okuyan bir polis. Dedim herhalde gece Ahmet rüyasında böyle bir polis gördü,bunu yazdı, diye düşündüm. Var mı böyle biri?
Var tabii. Başkomser Nevzat...
Hâlâ var mı?
Var, var...
O zaman bir dahaki sefere konuk edelim ve konuşalım.
Başkomser Nevzat, bir gerçek karakter, iki film krakterinden yaratıldı. Gerçek karakter, Cevat Yurdakul diye bir Adana Emniyet Müdürü’ydü.
Öldürülen.
Tabii, öldürüldü. Sinema karakterlerinden bir tanesi Muhsin Bey, Şener Şen’in canlandırdığı Muhsin Bey. Diğeri de... Çok güzel filmdir şimdi yok. Eğer bulursanız mutlaka seyredin. Türk sinemasının en güzel filmlerinden biridir bence. Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’da Sadri Alışık’ın Haşmet İbriktaroğlu diye canlandırdığı bir karakter vardır. İki sinema karakteri ve bir gerçek karakterden Nevzat’ı yarattım. Şimdi Nevzat, aslında bir anlamda benim emniyet teşkilatına önerim. İyi polis böyle olmalıdır. Çünkü, beni Polis Akademisi’ne çağırdılar ve orada bir konuşma yaptım. Konuşmada da belirttim. Ne zaman, sadece Türkiye’de değil, ne zaman bir ülkede solcu olsun, sağcı olsun, askeri olsun, sivil olsun orotiter bir yapı işbaşına gelirse, bundan en büyük zararı polis teşkilatı ve askerler görür. Şimdi, Kenan Evren ölüyor, şahane bir şekilde ölüyor. Geberip gidecek. Ama hiçbir ceza almayacak. Fakat 12 Eylül döneminde işkence yapan bir sürü polis ceza aldı. Onların hayatları da mahvoldu. Bugün bir sürü polis şu anda hükümetin yasal olmayan işlerine alet oluyor ve hükümet değiştiği zaman bunlar ceza alacak. Ve bunları ben polislere anlattım. Haklısın, dediler. Şu ülkede dedim en çok demokrasiyi savunması gereken iki kurum varsa, birincisi polisler, ikincisi askerler olması gerekiyor. En çok zararı siz göreceksiniz. Hükümet değişecek, hapse atacaklar, yargılayacaklar sizi, işkenceci diye, o çocukları öldürdünüz diye. Yargılanacaklar. Bundan siz zarar göreceksiniz. Haklısınız, dediler. Şimdi bu Başkomser Nevzat benim bir…
Senin kitaplarını okuyorlar mı?
Okuyorlar. İnanılmaz.
Seni tabii ki okuyorlar da, bu kitabını...
Çok okuyorlar. Müthiş okudular. Şimdi iki tür polis var. İki yüz elli bin üyesi olan bir örgütten bahsediyoruz.
Belki daha fazla…
Evet, belki daha fazla. Şimdi bunların içerisinde son derece ‘’Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım.’’ diyen insanlar var, bir de ‘’Biz ne yapıyoruz ya?’’ diyen insanlar var ve bunlar hiç az değil. Bunların içinde emniyet müdürleri var, başkomserler var. Yolda durdurur polisler beni, Gezi olayları sırasında, ‘’Abi ben orada yoktum.’’ diyen polislerle karşılaştım. ‘’Ben vurmuyorum abi, ben yapmıyorum abi’’ diyen polislerle karşılaştım. ‘’Bizi yanlış anlamayın. Biz Başkomser Nevzat gibiyiz.’’ diyen polislerle karşılaştım. Gelip imza istedi benden. Var yani. Çok büyük bir kitle var. Fakat seslerini çıkarırlarsa işlerinden olacaklar.
Bu kitap ilginç bir kitap; Beyoğlu’nun En Güzel Abisi. Ahmet’in son kitabı. Böyle bir Başkomser Nevzat var. Başkomser Nevzat’ın aynı zamanda bir çizgi romanı da yapıldı değil mi?
Üç çizgi roman. İsmail Gülgeç yaptı.
Hayli eski.
Tabii tabii. İsmail Gülgeç, Yaşar abinin İnce Memed’ini yaptı. Sonra da bana geldi, Ahmet ben bu Başkomser Nevzat’ı çizmek istiyorum, dedi. İki tane yaptık. Üçüncüye maalesef…
Beyoğlu'nun güzel Ahmet abisi
Burada şey var, tanıdığımız insanlar, Beyoğlu çevresi. Mesela Madam Anahit var. Beyoğlu’nde Çiçek Pasajı’nda. Eskiden tabii Çiçek Pasajı daha şey bir yerdi, herkesin gittiği. Nevizade. Orada akordeon çalardı. Bizim gençliğimizde hatıraları olan bir hanım. O var burada. Sonra oradaki Huzur Restoran var.
Gerçek yerler var orada.
Entel Cavit’in Yeri. Orada işte Edip Cansever de bira içerdi, başkaları da bira içerdi. Gezi var. Gezi direnişi var. 6-7 Eylül var. Kentsel dönüşüm var, Tarlabaşı var. Neredeyse bütün toplumsal olaylar var. Kültür merkezleri var. Devrimci çocuklar var, tinerci çocuklar var. Her şey var bu roman da. Bir de mafya var. Mafya da değil de ne demek daha doğru? Kabadayı var.
Eh işte… Şimdi Beyoğlu benim şu açıdan ilgimi çekiyor arkadaşlar; şimdi değil belki yüz yıl önce çok daha önemliyidi. Beyoğlu’nu bir Babil kulesine benzetiyorum. Çok farklı.
Zaten kültürler aşuresi diyorsun ya İstanbul için de. Aşure gibi.
Aynen öyle, aynen öyle. Ne yazık ki bugün bu kadar kalmadı. Ama yine de Türkiye’nin en kozmopolit, en çok kültürlü, çok kültürlülük dediğim İngilizcede ‘’multicultural’’ dediğimiz şeyin bulunduğu, çok farklı kültürlerin bulunduğu, Hıristiyanlığın neredeyse bütün mezheplerinin... Bir Mevlevihanemiz var Galata’da, Hüseyin Ağa Camii var, aşağıda sinagog var Galata’ya doğru. Bütün bunlar çok kültürlülük yaratıyor. Ayrıca alt kültürler var. Bütün bu alt kültürleri orada görüyorsun. Tinerciler var, etini satan erkekler, etini satan kadınlar, uyuşturucu satıcıları...Çok dinamik bir yer. Sterilize bir yer değil. Yaşayan bir yer orası. Bir yanıyla ürkütücü evet. Ama diğer yandan hayatın çok sıkıştırıldığı, çok kıstırıldığı. Bu yüzden de bir yazar için bir tür laboratuvar. Yani inanılmaz bir dinamizm var orada. Belki kanserojen bir şekilde büyüyen bir yapı var. Ama var. Hayat var gerçekten. Buna benzer bir yer dünyanın hiçbir yerinde yok. İngiltere’de Soho falan işte eşcinseller, son derece kibar insanlar oturuyorlar. Burası öyle değil.
Burası yaşam alanı, sığınma evi gibi Beyoğlu.
Tabii. Ve acımasız ve hakiki. Orada ölüm ve acı, mutluluk gerçek. Yani göstermelik bir takım numaralar yok orada. Hakikat var orada. Güçlülerin ayakta kaldığı, güçsüzlerin yıkıldığı bir yer orası. Çok sert bir hayat var orada.
Peki bu romanı yazarken orada küçük, pavyon demeyeceğim ama, restoranlar vardır. Oralarda da kadınlar konsomasyon yaparlar.
Tabii, tabii...
Halen var. Pavyonlar çok kalmadı. Küçük restoranlar gibi yerler var.
Düşmüş yerler, batakhane...
Batakhane. Gittin mi oralara?
Gitmem mi ya? Çok eğitici. Bir de ne var biliyor musun?
Ne kadar sürdü araştırman?
Orada bir yıl kadar sürdü. Güzel olan taraf şu; beni artık tanıyorlar. Televizyondan çok artık yüzümü biliyorlar. Dolayısıyla oraya girer girmez bir kere herkes ‘’Abi hoş geldin!’’ diyor. Hoş gelmemin iki nedeni var. Bir, orada burada gördüğü için saygı duyuyor, şeyin üzerine konuşalım abi falan... Bir de, burayı bir yazarsa falan... Müthiş bir şey. Orada karşılaştığın hayat kadınları. Hepsi birer filozof.
Filozof?
Tabii, o hayat kadınları var ya, olağanüstü abi. Öyle bir şey yok ya. Her şeyi biliyor bir kere. Bitirmiş yani. Gözünün içine bakar bakmaz anlıyor senin ne olduğunu.
Bu romandaki ara başlıklarını onlardan mı aldın yoksa?
Tabii, tabii...
Romanda ara başlıklar var böyle aforizma tadında. Hatta bir iki tanesini not almıştım buraya; ‘’Aşk dünyanın en iyi mazeretiydi’’ gibi başlıklar var.
Biriyle karşılaştım , buraya nasıl geldiniz, dedim. ’’ Çok sevdim o puştu.’’ dedi. Bu şiir. Bu şiir. Çok sevdim o puştu dedi ya... Bitti. Ne soracaksın ki başka. Çok sevdim o puştu dedi. Anla yani artık. Üstüne sen yaz. Roman mı yazıyorsun, öykü mü yazıyorsun, şiir mi yazıyorsun? Yaz... Kadın böyle söyledi. Bitmiş artık kadın. Öyle bir kadın. Şeyi çıkmış, kemikleri çıkmış. Bir sürü salyası akan köpek erkekler halen ondan...
Aşk köpeklik midir?
Bu Aşk Köpekliktir'le ilgi epey bir şeyler oldu değil mi?
Çok.
Bir şeyler oldu o zamanlar. Hatırlıyorum. Ahmet Altan’la. Ona bir şey mi söyledin sen?
Yok. Ahmet Altan’la hiç... Gazeteciler yapıyor bunu hep ya. Ben hiçbir şey söylemedim Ahmet Altan’a. Gazeteciler hep. Benim söylediğim lafları aldılar, Ahmet Altan’a söylemişim gibi koydular. Ben başka hiçbir yazara karışmam ya. Hiç sesimi çıkarmam. Ben şöyle diyorum, bu kitabı şu yüzden yazdım.
Bir cümle vardı sanki Ahmet Altan’a söylemiş gibi, neydi?
Uyduruyorlar abi. O söylediğim şey şu, ben söyleyeyim sana; kadın deyince sadece aklımıza aşk mı gelmeli?
Evet, evet.
Bu cümle... Konuştuğum bir şey. Bir kadın 60 yaşına geldiği zaman ne olacak, ne yapacağız? Bitti mi?
Nasıl, altmışta aşk olmuyor mu?
O, Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ında oluyor. Yok onda değil, Kolera Günlerinde Aşk’ta oluyor . 90 yaşlarında... Marquez çok büyük yazar da. Ama orada oluyor. Olmuyor yani. Realiteden bahsediyorum arkadaşlar.
Ahmetcim salonda 60 yaşında olanlar var. İstersen bir şey yap...
Ben 54'deyim. Çok yaklaştım 60'a.
İstersen dikkatli ol.
Aşk konusunda mı?
Bu laf konusunda diyelim.
Abi ben gerçeği söylüyorum. Ben ne söyleyeyim. Yalan diyorsan söyleyeyim. Evet aşk müthiştir. Herkesi... Bir de kadınla erkeğin eşitlendiği yer aşk olarak sunuluyor. Bu yanlış bir şey. Kadınla erkeğin eşitlendiği yer hayatın kendi alanıdır. Kadın ne kadar ayaklarının üstünde durursa o kadar güçlü olur. Onun için öldürüyorlar kadınları. Kadın cinayetlerinin artmasının nedeni rastlantı değil. Kadınlar artık kendi parasını kazanıyor, bu hıyarı niye çekeyim, bu hayvanı niye çekeyim? Tabii. Hayvan koca. Bu hayvanı çekmem diyor kadıncağız. Ayrılmak istiyor. Bu hayvan öldürüyor. Hayvan olduğu için. Hayvan çünkü, dayanamıyor. Benim bugüne kadar okumuş, okumamış, kadın ve erkek pek çok arkadaşım oldu. Bunlar ayrıldılar. Hatta birçoğu erkeği yüzünden ayrıldı. Genç bir kadın için gitti. Erkek süründü, kadın dimdik ayakta kaldı. Güçlü. Evet, kadın çok güçlü. Ayakta duruyor. Bizim erkek... Yerlerde. Ya yeni birini bulacak...
Seyirci: O yüzden boşamıyorlar karılarını.
Tabii.
Seyirci: Aldatıyorlar ama boşamıyorlar.
Tabii, aynen öyle, bravo! Fena değil diyor. Bu da işte idare eder.
Seyirci: Başkasına yaklaşmasın diye mi öldürüyor, yoksa karım kendini kurtarıyor, ayakta duruyor diye kıskançlığından mı öldürüyor, onu anlamıyorum.
Çok şey var. Bir bu kültür. Bu kültürün kendisi. Adam karısının kendinden ayrılmış olmasını, kendi onuruna ve gururuna bir hakaret olarak algılıyor. Feodal bir toplum maalesef burası hala. Bir bu. İki, kadın ayakta duruyor. Öbür gün de bir erkekle birahaneye gidiyor, öbür gün de bir erkekle beraber sinemaya gidiyor. Herif çıldırıyor. Yani, korkunç bir toplum. Şimdi bakın, biz burada oturuyoruz. Burası bambaşka. Burası Türkiye’nin binde biri. Şimdi konuşuyoruz. Ben taksiye her bindiğimde taksicilerle konuşuyorum. Soruyorum, nasıl durum falan diye. Herkes diyor ki, abi ben anlamıyorum, diyor. Herkes, biz bu partiye oy vermedik, diyor. Ama diyor, kim veriyor anlamıyorum, diyor. Ben de dedim ki, acaba şu olabilir mi? O taksiye binemeyen insanlar veriyor olabilir mi? Bence öyle. Bizim yaşadığımız toplum, bizim yaşadığımız yer bambaşka bir Türkiye. Burası o Türkiye değil. Orada başka bir Türkiye var, arkadaşlar. Ve biz yıllarca, aydınlar ya da solcular, neyse... Biz o insanlara hep romantik baktık. Biz romantiğiz. Ben görürdüm o işçileri ağlardım. Ağlardım. Sonra grevde içlerinden biri benim kız arkadaşıma sarktı. Ağladığım adamlardan biri. Proletarya, şanlı proletarya. Evet. Ama bu da böyle olur zaten. Aç adam ne yapsın? Benim kız arkadaşım güzeldi. Ne yapsın? Yani, böyle, doyurulmamış. O kültürü almamış. Ruhen aç, bedenen aç. Bu sorunu çözmeden hiçbir sorunu çözemeyiz. Kızmamak lazım onlara. Küçümsemiyorum. Küçümsemek için söylemiyorum. Ama biz yanlıştık. O insanları görünce, halk adamı, ağlarız. İşte yolumuz, işçi sınıfının yoludur. Yahu yok öyle bir şey. Adamcağız ne yapsın? Aldığı kültür, bu, geldiği yer bu. Bu adam ne yapabilir, seni nasıl kurtaracak? Kendni kurtaramıyor garibim, aldığı emekli maaş… Hep böyleydi Haydar. Gerçekçi olmak lazım. Bize gereken gerçek. O gerçeğe kavuştuğumuz an, her şey düzelecek. Ama hep romantize ediyoruz biz. Her şeyi romantize ediyoruz. Halk da romantize diyor, biz de romantize ediyoruz.
Hoş cinayet
Beyoğlu’nun En Güzel Abisi romanı bana Ahmet’in romanları arasında en panoramik ve sinematografik gelir. Yani panoramik olması Beyoğlu özelinde ama neredeyse bütün Türkiye’yi kapsayan bir şey. Onu al ve Türkiye ölçeğine yaygınlaştırabilirsin diye düşündüm. Peki siyasi polisiye diyebilir miyiz senin yazdığın kitaba?
Tabii diyebiliriz.
Şimdi tabii Türkiye’de polisiyenin tarihi çok eski. Daha doğrusu çok eski olduğunu biz senin romanlarından sonra anladık. Şöyle bir şey var; ben küçükken, ortaokula, liseye giderken bir Çağlayan Yayınevi vardı. Sen onları bilirsin.
Tabii, biliyorum. Arzu Film yayınları. Ertem Eğilmez yapıyor o işi. Çağlayan...
O muydu? Onu ben bilmiyorum.
Tabii, tabii.
Orada Agatha Christie...
Mike Hammer...
Çıkardı. Bir kısmını Kemal Tahir yazarmış onların. Hatta şöyle bir şey varmış, sen daha iyi bilirsin, galiba Amerika’da on tane, on iki tane orjinal Mayk Hammer var. Fakat Türkiye’de bu, Çağlayan Yayınevi’nde küçük sarı kitaplar var. Varlık Yayınları gibi eski. Onlar çok satıyor. Fakat sonra, yazarı kimdi Mayk Hammer’in unuttum.
Mickey Spillane.
O ölüyor galiba. Sonra da çevrilecek kitap kalmıyor. Bunun üzerine Kemal Tahir o zaman yeni hapishaneden çıkmış, bir şekilde para lazım. Orhan Kemal, Kemal Tahir hep öyle takma isimlerle yazan bizim büyük yazarlarımız. Ve Kemal Tahir’e yayınevi diyor ki, sen yazar mısın? Ve Kemal Tahir Mike Hammer adıyla bu romanları yazıyor.
Aynı isimle evet.
Kitabın orjinali on iki taneyse Amerika’da, Türkiye’de yirmi beş tane. Ama orjinalinden daha güzel.
Daha iyi.
Tabii, bunları insanlar okuyorlar. Sonuç olarak aslolan yazı değil midir? Hani şimdi aslolan metin diyoruz ya, o zaman metin yani.
Bugün olsa hapse atarlardı Kemal Tahir’i.
Tabii, tabii. Bir de bu yüzden hapse girerdi ayrıca.
Çünkü ismiyle yazıyor. Yazarın ismi ve karakterin ismiyle yazıyor. Gizlemeden, saklamadan.
O zaman 83’te Ernest Mandel’in Hoş Cinayet diye bir kitabı çıkmıştı. Ernest Mandel de Troçkist bir iktisatçı. Ben onu sevdiğim için kitabını da okumuştum. Kitap çok hoşuma gitmişti. Orjinal hali. 1983’te çıkmıştı.
Çok güzel kitaptır.
Fakat o zaman Türkiye’de polisiye yoktu. Polisiye bir roman, benim bildiğim yoktu. Şimdi, Ahmet polisiye yazdı ve sonra polisiyeye ilgi arttı. Bütün yayınevleri, nasıl çocuk kitapları basıyor bütün yayınevleri, polisiye basıyorlar bir de. Ayrıca Osmanlı polisiyesi diye bir şey keşfedildi. Meğer polisiye Osmanlı’da başlamış.
Tabii ki...
Saklı kitaplar, Osmanlı polisiyesi, başka şeyler... Yüz sene önce falan, bu topraklarda polisiye yazılmış. Aslında yazılacak topraklar. Çünkü işte düşünün ki Abdülhamit’in hafiyeleri var, bilmemneleri var. Tam olarak da polisiye için verimli topraklar.
Aynen öyle. Abdülhamit de polisiye meraklısı.
Ama bunun dışında yazdığın romanların kalitesi dışında, polisiyenin, Türkçe polisiyenin tekrar gündeme gelmesine yol açtın ve senden sonra pek çok polisiye roman çıktı.
Tabii, tabii... Emrah Serbes var. Osman Aysu var.
Emrah Serbes en meşhurları. Bir de…
Var, var. 15-20 yazar arkadaşımız var. Ve çok da iyi yazıyorlar gerçekten.
Ve polisiyenin bir edebiyat olduğu, bu önemli bir şey, polisiyenin bir edebiyat olduğu anlaşıldı.
İlk polisiye metin Tevrat'tadır...
İki damar var polisiyede Haydar. Birincisi şey, İngilizce 'pulp fiction' denilen, ucuz denilen şey. Kim yaptı, katil kim? Ya da bir cinayeti anlatmak gibi. Birinci damar bu. Bu damar aslında 1841 yılında Poe tarafından yazılıyor. Morgue Sokağı Cinayetleri. Bu Edgar Allen Poe’nun ilk yazdığı, 1841’de. Bu, klasik polisiyenin başlangıcı kabul edilir. Ama bence o değil. Bana göre ilk polisiye metin, Tevrat’taki Kabil’in Habil’i öldürmesidir.
Aaa! Bayağı eski.
Tabii, tabii. Çünkü ben şöyle düşünüyorum ya da romanlarımda böyle ele almaktan yanayım. Cinayetibir varoluş meselesi, bir var olma, birini öldürüyorsak neden öldürüyoruz?
Felsefi bir soru.
Aynen öyle. Yani Shakespeare’nin sorduğu; “to be or not to be”. Ama Shakespeare’i kullanmam bir rastlantı değil. Shakespeare de bir polisiye yazarıydı. Hamlet. Macbeth. Macbeth’i düşün. Cinayetle başlar. Adam gelir. Kral Hamlet’in şatosuna gelir. Bir küçük beyliktir. O akşam adamı öldürmeye kafar verirler karısıyla birlikte. Tümüyle bu. Hamlet’i düşün. Amcası babasını öldürmüştür. Ve Hamlet bütün oyun boyunca bilir bunu, annesinin amcasıyla evlenmesini ve amcasının kral olmasını, bunu kaldıramaz. Bütün oyunboyunca... Karamazov Kardeşler… Başlı başına bir cinayet hikâyesidir. Suç ve Ceza. Başlı başına bir cinayet hikâyesidir. Ben biraz da şöyle yapmaya çalıştım, benim eğer bir formulüm var ise şudur; Agatha Christie, Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes’i yazan. Bunların kurgusunu alıp, Shakespeare’in ve Dostoyevski’nin varoluş problemini eklemek. Ve bunların hepsinin de sahnesi Anadolu ya da benim yaşadığım bu muhteşem tarih olan yer. Yani benim, Ahmet’in formülasyonu ileride yapılırsa böyle yapılacaktır muhtemelen. Bu topraklardaki tarih üzerinde, bir kurguyla, Agatha Christie ve Arthur Conan kurgusuyla, var olma meselesini cinayet üzerinden anlatmaya çalışan bir yazar.
Bir de Pera Palas’ta biliyorsunuz Agatha Christie kalmış eskiden. Onun bir odası var. Bir de şimdi Ahmet’in bir odası var.
Yan yana, evet.
Pera Palas’ta ikinizin mi odası var Agatha ile?
Hemingway’in var, Atatürk’ün var, bir iki kişinin daha var. Bir odam var. Bir de Antep’te var. Tabii. Bana dediler ki burada kalır mısın? Kalmam, her yerde resmim var. Kendime bakıp ne kalacağım?
Antep’te mi?
Antep’te de burada da. Her yerde resimler var. Benim resmimi koyuyor bir yere. Kendi resmine nasıl bakarsın ya? Korkunç bir şey ya kendi resminle beraber yani.
Antepli olmanın önemi
Ahmet’in tabii polisiye romancılığı kadar önemli bir şeyi de Antepli oluşu. Bazı yazarlar, şairler de yaşadıkları yerle çok bellidir. Ahmet tabii şimdi bence İstanbul yazarlarına da eklendi. Sait Faik’den, Yahya Kemal’den, Orhan Kemal’den, o diziden bir yazar diye düşünüyorum ama aynı zamanda da büyüdükçe hani böyle...
Estağfurullah.
Yaş olarak büyüdükçe diyorum aynı zamanda.
Eyvallah, tamam.
O zaman insan tabii daha çok memleketine dönüyor. Ahmet’te de son yıllarda Antep için pek çok şey yapıyor. Bir festival yapıyorsun orada galiba.
İki festival yaptım. bir kitap festivali, bir de yiyecek festivali. Şire festivali. Antep’e gitmek bana çok iyi geliyor. Çünkü biraz önce söylediğim her şey Antep’te var. Hititlerin Kargamış kenti var. Hititlerin ikinci başkentiydi. Biliyorsunuz Zeugma var.
Tabii.
Roma kentidir. Osmanlı’nın bütün hanları filan var. Dolayısıyla bu kültüre, bizim ülkemize damgasını vuran kültürler orada da var. Ermeniler vardı, ki maalesef şimdi yoklar. Yahudiler vardı, maalesef şimdi yoklar. Rumlar vardı, maalesef yoklar. Araplar az vardı, şimdi çoğaldılar. Kürtler ve Türkler zaten vardı. Olağanüstü bir kültür. Müthiş bir kültür. Ama bunun yanı sıra, bu kültürden bize bir tek şey kalmış; yiyecek. Çünkü kimse Ermeni yemeği diye yememezlik etmiyor. Arap yemeği diye reddetmiyor. Roma yemeği diye, Rum yemeği, Yahudi yemeği diye reddetmiyor. Ne varsa yiyor. Ama bir şey olunca, vay kafir, gavur, Yahudi, bilmem ne... Böyle bir şey. O yüzden yemek kalmış. Ben yemeği bunun üzerinden tarif ediyorum Haydar. Şimdi ama çok olumlu oldu. Antep'te artık belediye başkanları, valiler... Hepsi konuşurken şöyle başlıyor; Hitit'ten gelen, Roma... Güzel oldu yani. Böylece ırkçılık kırıldı. Irkçılık meselesi Antep'te parçalanmış oldu. Çünkü herkes Zeugma'mız var diyor.
Ahmet şöyle düşündüm, her şehirden senin gibi bir adam çıksa böyle, iyi bir romancı, demokrat bir insan. Memleket biraz adam olur mu acaba?
Bilmem, inşallah. Asıl bence bak bir şey söyleyeyim sana, okurlarım benim, milyonlarca okurum var gerçekten. Ve bu insanlar çok farklı partilere oy veren insanlar. Ama hepsi, biraz önce ifade ettiğim gibi…
Katılıyorlar.
Katılıyorlar. Yani kimse şey demiyor; ben Hititli değilim, nereden çıkardın? Ya da işte bilmem ben Pagan değilim, demiyor. Evet ya, biz öyleyiz, zaten öyleyiz, diyor. Kime anlatırsam. Sorun bunu doğru şekilde ifade etmek. Devletin o egemen, ırkçı, ötekileştiren, reddeden, ben diyen, benim kültürüm diyen politikası bitse ya da bunu değiştirebilsek. Biraz önce anlattım. 1071 değil. İlk insanın Mezopotamya'dan çıkışı. Malazgirt değil ya da sadece Türkmenler değil. Romalılar, Hititliler, Urartular…
Seyirci: İyi de bununla oy alabilecek mi? Alamayacak.
Ama ülke zengin olacak. İnanılmaz bir şekilde turizmden yer gök para olacak. Söyleyeyim. Bunu anlatıyorum hepsine, böyle yapın. Oy alamayacaklar.Basmıyor.
Seyirci: Alamayacaklar.
Alamayacaklar, maalesef öyle.
Yeni romanı İttihat Terakki üzerine...
Son olarak da yazmakta olduğun yeni romandan söz eder misin, diyeceğim. Bizim Artfulliving sitesinde, teşekkür ederim bir bölümünü göndermiştin, yayımladık. İttihat Terakki üzerine, biraz önce bahsettin. Biraz ondan söz edersen, sonra da izleyicilerden soru alırız...
Tabii. Şimdi biraz önce konuştuk arkadaşlar. Aslında beni etkileyen ve yazmama yol açan şey, bu ülkenin tarihi. Beni çok yakından ilgilendiriyor. Bazen bu sadece bir kültür, herhangi bir kültür olabiliyor. Din olabiliyor. Bab-ı Esrar'da olduğu gibi, mistik düşünce olabiliyor. Bazen bir şehrin, İstanbul Hatırası'nda olduğu gibi, bir şehrin hikâyesi olabiliyor. Bazen önemli olan bir kişilik, Fatih Sultan Mehmet'in öldürülmesi olayı olabiliyor. Bazen de, kültürümüze egemen olan, olumsuz bir davranış. O da şu, bu romanda anlatmaya çalışacağım şey olacak. Bu topraklarda biraz önce dedik ya, 3000 yıllık bir kültür...Olumlu olarak bahsettim, ama bunun olumsuz bir tarafı var. O da kul kültürü. Çünkü Hititlerde güçlü krallar vardı. Ve bu güçlü krallar, öldükten sonra tanrı olacaklarına inanıyorlardı. Roma'da da aynı devam etti. Bir imparator vardı. Öldüğü zaman tanrı olacağına inanılıyordu. Selçuklu ve Osmanlı'da ise padişahlar kendilerini zillullah- Allahın gölgesi- olarak tanımlıyorlardı. Ve kul kültürü, her zaman kutsal olan, padişah ya da yönetici, sonra evdeki baba.Üçleme olarak geliyordu. Hıristiyanlıktaki teslis gibi burada da bir üçleme vardı. Kutsal, Tanrı ya da neyse din, onunla egemen olan kral ya da padişah ve onun ailedeki temsilcisi olan baba vardı. Kul kültürü böyle yaygındır. Bizim edebiyatımızda da çok yaygın. Biz mesela babayı öldüren romanlar yazamayız. Mesela Cevat Şakir Kabaağaçlı babasını öldürdü.
Halikarnas Balıkçısı.
Halikarnas Balıkçısı. Karısına sarkıntılık yaptı falan diye, gerçeği bilmiyorum, babasını öldürdü bu adam ama bunun romanını yazmadı. Bizde her zaman babaya saygı vardır. Bu babaya saygı aslında padişaha saygı.
Devlete saygı, otoriteye...
Aynen öyle. Ve bunun için de devlet her zaman kutsal. Bu roman, bu soruyu soruyor; devlet mi kutsaldır, insan mı kutsaldır? Bir kurum mu kutsaldır yoksa hayat mı kutsaldır? Bu soruyu soruyor. Bu soruyu sormak için de kendime iki zaman dilimi seçtim. Bir, 1926, her şey bitmiş. Mustafa Kemal İttihatçileri tasfiye ediyor, İzmir suikasti nedeniyle. O dönem. İki, günümüz. Günümüzde de dönem değişmiş. Ergenekon mergenekon bitmiş. Yeni bir yapılanma var. Yeni bir derin devlet var. Yeni derin devlet, eski derin devletteki izleri siliyor. Paralel olan iki hikâye. Bunun için İttihat ve Terakki'yi anlatayım dedim. Biraz önce sevgili dostum, arkadaşım şöyle söyledi; İttihat ve Terakki doğru bir dayanak mı? Çünkü başı sonu bellisiz. Ben bunu otuz mektupta anlatmayı tercih ediyorum. Şehsuvar Sami diye bir karakterim var.
Mektuplarla yazıyorsun...
Bir bölümü. Mektuplar, aşk mektupları. Şehsuvar Sami, Selanik'te. Salanik aslında bir Yahudi kentidir. Nüfus sayımında nüfusun yüzde altmışı Yahudilerdir. Aslında İsrail'i Selanik'te kurmayı planlıyorlardı. Başaramadılar. Bunun bir sevgilisi var. Ester diye. Bunların gençliklerinde hayalleri Paris'e gitmek. Oğlan yazar olacak, kız da şair olacak. Ama bizim oğlan, Şehsuvar, devrimin hayaline kapılıyor, devrimin rüzgarına kapılıyor. Ve yıllar sonra, 1926 yılında, Pera Palas'ta bir odada bu kadına otuz tane mektup yazacak. Ve bu otuz mektupla İttihat ve Terakki'nin bütün tarihini anlatacağız. Zor bir iş. Yapacağız.
Nereye gittin? Paris'e gittin, Berlin'e gittin...
Paris, Berlin, Üsküp, Manastır...Manastır çok önemli bir yer. Selanik en önemli yer. Çünkü Selanik ve İstanbul ikilisinde Selanik daha entelektüel bir yer o dönem. 1900'lü yılların başında. Kozmopolit ve çok gelişmiş bir yer. İstanbul'dan daha gelişmiş bir yer. Çünkü İstanbul'da ağır baskı var.
Selanik önemli bir yer. Çünkü Üsküp ve Selanik o zaman Osmanlı'nın iki vilayeti. Üsküp daha müslüman ağırlıklı, hatta o zaman Yahya Kemal anılarında anlatır. İstanbul'dan daha şiddetli bir müslümanlık vardır. Daha koyu.
Doğrudur.
Sonra babası Yahya Kemal'in Selanik'e gider. O daha batılı bir adam. İçki içer falan. Selanik'e gider. Annesi daha müslüman bir kadın. Yahya Kemal'den okumuştum. Selanik o zaman daha alafranga, düşünceler daha açık.
Müthiş. Olağanüstü.
Anarşistler var, sosyalistler var. Tabii Selanik'ten doğuyor bütün şeyler.
Bütün fikirler... Makedonyadan da.
Oradan, Makedonya'dan…
Selanik ve yine aynı şey, Atatürk'ün mezun olduğu İdadi var ya, oraya da gittim. Manastır'da. Herkes oradan çıkmış. Herkesin çıktığı yer orası. İnanılmaz bir şey. Ve bugün, aslında hala İttihat ve Terakki devam ediyor. Yenilmiş gibi gözüküyor ama hala devam ediyor. Bence şu anda Recep Tayyip Erdoğan da bir İttihat ve Terakki üyesi gibi davranıyor. Tam olarak öyle. Enteresan. Bunu yazmayayım da neyi yazayım? Tabii ki yazacağım.
O da var mı romanında?
O yok. Oraya kadar gelmedim. O başlı başına bir roman konusu olmayı hak ediyor bence. 3. Richard tadında. Asla bir Dostoyevski karakteri değil. Bir Shakespeare karakteri. Asla.
Çok güzeldi. Şimdi benim söyleşim bitti. Sizin sorularınız varsa Ahmet'e sorabilirsiniz. Çok sağol. Çok teşekkür ederim.
Rica ederim. Buyrun efendim.
İzleyicilerle söyleşi
Rüzgara binip giden kadın...
Seyirci: Ben bir şey sormak istiyorum. Kurgu nasıl ortaya çıkıyor, nasıl yaratıyorsunuz?
Şöyle oluyor, bir kere önce konuyu, bunu anlatmam lazım fikri doğuyor. Sonra bunu nasıl anlatırım fikri doğmaya başlıyor. Genellikle cinayet anlattığım için, böyle bir cinayet için çalışıyor kafam. Onu bulmam lazım. Fakat ondan önce bir karakter bulmam lazım. O karakter de gittiğim yerlerde karşıma çıkıyor. Gezerken karşıma çıkıyor. Mesela bu Bab-ı Esrar'da öyle olmuştu. Şöyle bir şeyle karşılaştım, Konya'ya gittim kışın. Dört farklı mevsimde gittim ben Konya'ya. Özellikle göreyim mevsimler nasıl oluyor diye. Bir kış, orada Balıkçılar Oteli diye bir otel var. Tam Mevlana Türbesi'nin karşısında. Oraya gidiyorum. O kadar çok gittim ki, sahibiyle arkadaş da olduk. Bir gece yarısı saat 11 gibi balkona çıktım. Dışarıda kar yağıyor. Müthiş bir şey. Sadece kırmızı ışıklarla aydınlatıyorlar. Ve bakıyorum ben de, Mevlana'nın türbesi böyle yemyeşil, kubbe... Sanki insanları güzel bir gezegene gelip götürecek bir uzay gemisi gibi gecenin karanlığında. Birdenbire şöyle bir şey gördüm ben, Mevlana Türbesi'nin kapısı açıldı. Ben balkondayım. Bir kadın çıktı. Hafif bir rüzgar var, kar tanelerini uçuşturuyor. O rüzgarın üstüne bindi kadın ve onunla birlikte karşıda bir mezarlık var, bin yıllık bir mezarlık, mezar taşları böyle erimiştir peynir gibi, orada kayboldu. Ben bunu gördüm. Böyle bir şey olmadı tabii. Ben gördüm.
Seyirci: Nasıl bir şey oluyor?
Bak şimdi, Haydar bilir bak. Şimdi ne o biliyor musun? Hayal o. Biz bunu görürüz.
Bana söylemişti ben oradan biliyorum.
Seyirci: Şizofrenik bir şey mi bu?
Ağlarsınız ya. Yazarken mesela söyleyeyim, Haydar yazıyor ya, şiir yazarken ağlar o.
Seyirci: Hayal etmişsiniz.
Hissettik. Hayal etmedik. Hissettik. Böyle bir şey yok. İşte o kadın benim kahramanım oldu. Ona bir isim verdim. Ve ona dedim ki, o hem Türk olsun hem İngiliz olsun. Babası Türk, annesi bir hippi. Çünkü onunla şunu anlatmaya çalıştım aslında; doğu ve batının birliği gibi. Ondan sonra kurguyu yapıyorum. Kurgu bitmeden yazmaya başlamıyorum ben. Önce kurgu bitiyor. Romanın hikâyesini yazıyorum önce. Sonra romanı yazmaya başlıyorum. Polisiye olduğu için ileride çuvallarım çünkü.
Ahmet Ümit'in torunu Rüzgar da roman yazıyor...
Bu arada Ahmet'in bu kadar genç göründüğüne bakmayın. Bir dede kendisi, torun sahibi. Sekiz yaşında Rüzgar diye bir torunu var.
Seyirci: Maşallah diyorum.
Ona şimdi masallar yazıyor. Masal kitapları yazıyor.
Tabii, masallarımız var.
Bugün de Rüzgar günüydü. Rüzgar'ı gezdirip gelmiş.
Evet.
Nasıl bir şey dede olmak?
Seyirci: 46 yaşında dede mi oldunuz?
47 yaşında.
Torun kitaplarını okuyor mu?
Okuyor.
Hangilerini okuyor?
Okuyor, şimdi roman yazıyor.
Çok iyi.
Romanın ismi şey, çok güzel bak sana söyleyeyim, çok güzel; “Siyah Akrep ve Mavi Gökyüzü”.
Şair olsun daha iyi.
Yazmıyor da bir şey, öyle kafasında.
“Siyah Akrep ve Mavi Gökyüzü” güzelmiş.
Çok güzel. “Siyah Akrep ve Mavi Gökyüzü”. Müthiş bir şey. Torun çok güzel bir şey.
Bir kaç sene sonra romanları beraber yazıyor olursunuz.
Oluruz.
Seyirci: 47 yaşında dedelik... Sizin mi aceleniz vardı, çocuğunuzun mu vardı?
Bizimki çok aceleydi. Ben 21 yaşında evlendim. Bizim o zaman örgüt vardı ve güvenilir bir tipe ihtiyaç vardı. Ve çocuğa ihtiyaç vardı. Genç bir kız ve çocuk olunca polis şüphelenmiyor. Kızım o kadar erken değil aslında. Kızım 27 yaşında evlendi. Onda bir sıkıntı yok aslında. Kızın acelesi yoktu. Ama şahane oldu. Bir tane daha yapın, bir kız diyorum. Bir de kızımız olsa. Rüzgar erkek. Ben bakarım diyorum. Notere gideyim, imza vereyim benim bakacağıma dair. Yapmıyorlar. Çok güzel bir şey çocuk ya. Çocuk olağanüstü bir şey ya.
Seyirci: Ben ablamın oğluna bir hikâye yazdım. O kadar çok zorlandımki yazmakta. Çok da kolay zannederdim. Kendim uydurdum hikâyeyi. Bora da çok duygusal bir çocuk. Önce tabii bir ortalığı parçaladım. Bir köy ortamı yarattım. Ağlamaya başladı. Dinlemek istemedi sonunu. Sonra ama dedim, bunun sonu var dinlemen lazım, çünkü insanlar çabalayacaklar ve bunu düzeltecekler. Zor dinledi. Erkek. Çok duygusal. Ağlamaktan nefret ediyor, üzülmekten nefret ediyor. Ve de ben yazarken çok zorlandım. Ben sözüm ona roman yazacağım bir hayalim var. Hikâyeyi bile zor yazdım.
Yine de vazgeçmeyin. Yine de vazgeçmeyin. Olsun vazgeçmeyin. Yazmak lazım. Yeteneğiniz yoksa anlarsınız. Varsa bir yazar kazanırız.
Seyirci: Anlam bütünlüğü sağlamak çok zor.
Ahmet Ümit'e en güzel şeyleri söyleyen üç kadın...
Hayatta ne kolay ki? Her şey zor. Zevk alıyor musunuz yazarken, ona bakın. Bana hayatta mezarlıkla ilgili en güzel şeyi üç kadın söyledi. Bir tanesi bir kanser hastasıydı. Mehmet Başaran'ın hanımı. Birsen abla. Artık son demleri yani. Benim Kar Kokusu diye bir romanım var. Moskova’yı anlatıyor. O romanım çıkmıştı. Onu yolladım. Bir akşam beni aradı ve ‘’Ahmet çok teşekkür ederim.’’dedi. Biliyorsun kanserle boğuşuyorum. Korkunç bir hastalık. Birdenbire ölsen sorun yok. Ölüyorsun ve gidiyorsun ama korkunç bu. Kalp krizi filan keşke gelse falan, Üç gün ama dedi senin kitabını okurken unuttum. Moskova’ya gittim. Moskova’daki süreyi yaşadım. Olağanüstü, çok teşekkür ederim. İkinci kadın bir mahkumdu. Ben hapishanelere giderim zaman zaman. Hapishanelerde benim kitapları okuyorlar ve sohbetler yapıyorum. Kadınlardan oluşan bir gruptu bu. Üsküdar Paşakapısı Cezaevi’nde. Söyleşi yaptım. Beyoğlu Rapsodisi kitabımı okumuşlardı. Bir kadın, ben dedi 11 yıldır hapishanedeyim. Hapishanenin dışını sadece cezaevinin nakil araçlarının tel örgüsünden gördüm. Nakil edilirken, giderken dışarıyı görüyordum. Sizin kitabı okudum. 5 günlüğüne beni Beyoğlu’na götürdünüz. 5 günlüğüne özgür oldum ben. 5 günlüğüne bu hapishane duvarlarından kurtuldum, teşekkür ederim, dedi. Bir diğer kadın bir profesördü. 80 yaşlarında, Hitit profesörü... Bana geldi dedi ki, bir dakika gel. Bana ödül verdiler. Hititolojiye katkımdan dolayı arkeolog seçtiler beni. Gel buraya, dedi. Buyrun hocam, dedim. Ben dedi, 50 yıldır bu halkla uğraşıyorum, dedi. Tabletler buldum, şehirler buldum. Çoluğumdan çocuğumdan fazlasını bu Hititlere verdim. Bu Hititlerin nasıl yaşadığını, ne hissetiğini bilmiyordum. İki tane kitabını okudum. Sen nereden biliyorsun bunların bunları hissettiğini, bu kadının böyle düşündüğünü, dedi. Ben dedim, uyduruyorum hocam. Yok yok, dedi. Sende bir şey var. En güzel şey bana söylenen bu üç kadın tarafındandı yazarlığımla ilgili. Ama yazarlığın en güzel tarafı bu değildi. En güzel tarafı şuydu; bir tek Ahmet Ümit doğmuş Antep’ten istanbul’a gelmiş. Bu Ahmet Ümit’in yarattığı ne kadar karakter varsa hepsine dönüşmesiydi. Evrensel insana dönüşmekti. Müthiş bir şeydi. Eğer yazabiliyorsanız yazın, çünkü çoğalırsınız.
Polis peşimize düştü!
Seyirci: Kitaplarınızın, son yazdığınız kitapların film projesi var mı? Mesela İstanbul hikâyesindeki kitabını okudum. Filmini de görmek isterim. Bir turist rehberi olarak sizin onların turlarını da yaptığınızı biliyorum. Bu turların neden bittiğini sormak isterim. İki tane film de yapıldı değil mi? Kitabı okuyanların hayalidir, devamının gelmesini isterdim.
Doğru, doğru. İki evet. İki roman uyarlandı. Sis ve Gece ve Bir Ses Böler Geceyi uyarlandı.
O epey eski, Turgut Yasalar'ın çektiği mi?
Turgut’un çektiği bir. Bir de Ersan abi var. Bir Bektaşi. İsviçre’de yaşayan bir Bektaşi abimiz, çok değerli bir insan. O çekti. İstanbul Hatırası’nın film haklarını Abdullah Oğuz almıştı. Şu ana kadar bir gerçekleşme olmadı. Ama muhtemelen çekilecek. Çünkü benim romanlar çok sinematografik. Gezi benim yüzümden yapılmıyor. Çünkü çok zor. Bir de çok kalabalık oluyor, bizim geziye dört yüz kişi katıldı. Miting gibi. Polis peşimize düştü, önce ne oluyor dedi, ne yapıyorsun, gel dinle dedim. Dinledi, aaa biz de katılalım dedi sonra. Hoşuna gitti adamın, dinliyor, bunları nereden bulacak? Çok kalabalık oluyor, bir de benim için çok yorucu.
Seyirci: Ülke insanlarının gelişmesi açısından bu turların devam etmesi gerek.
Onu yaparsam roman yazamıyorum. Ya roman yazacağım ya gezi yapacağım. Hangisini yapayım? Roman daha çok okunuyor, daha anlamlı oluyor. Bakalım, belki Selanik Melanik bir Balkan gezisi yaparız. Onu seviyorum aslında. Bende şöyle bir şey var, şöyle bir yazarım, anlaşılmıştır. Bu olumlu bir şey olduğu için değil, benim karakterim olduğu için söylüyorum. Her yazarın bir kimliği var. Bazı yazarlar konuşmayı sevmezler. insan karşısına çıkmayı sevmezler. Yapısı o yani, doğru ya da yanlış değil. Romancılarda da çok var. Ben çok severim. Eski solculuktan gelen bir şey. 16 yaşındaydım, çıktım konuşmaya. 6 Mayıs’ı anıyorduk, Denizlerin idam edildikleri gün... Hep bir ajitatörlük durumu vardı. O yüzden ben seviyorum insanlara konuşmayı.
Tabii biraz da zorunluydu. Sana görev veriliyor. Gidecek, konuşacaksın yani...
Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Zülfü Livaneli...
Seyirci: Kardeşimin Hikâyesi kitabıyla Zülfü Livaneli’nin ufak ufak size rakip olmaya başladığını hissettiniz mi?
Yok. Ne güzel bir şey. Daha iyileri yazılsın. Biraz önce Haydar böyle bir şey söyledi ya...
Seyirci: Onun kaleminden ilk kez böyle bir şey çıktı ondan.
Evet şimdi şöyle oldu. Belki de hani ileride benden sadece şöyle bahsedilecek, Türkiye’de polisiye romanın itibarını yerden kaldırdı diye bir cümle kalacak. Bunun yansıması diye düşünün. Sevgili Zülfü Livaneli, hatta Ahmet Altan yazdı. Orhan Pamuk’u saymıyorum. Benim Adım Kırmızı da polisiye bir romandır, ama benden önce yazılmış bir kitaptır. Ama bu iki yazarımız da daha sonra cinayetlerle ilgili yazdılar. Bence daha fazla yazılsın. Çok daha iyi olur. Yazarlar arasında böyle tatlı bir yarışma olması lazım. Kıskançlık olmaz. Çok iyi metinler üretilsin ki, bir diğeri daha iyisini üreteyim diye… Böylece, roman kazanır, sanat kazanır, güzel bir şey olur yani.
Seyirci: Ben Orhan Pamuk okuyamıyorum. Götürmüyor.
İşte o bir tercih. Herkesin bir tercihi var.
Bu Evangelia kim?
Seyirci: Yarattığınız kahramanlar. Bir şey hayali olarak yazarken mutlaka bir gerçekten yola çıkarak yazılır. Kahramanların içinde gerçek vardır. Ya da bir gerçekten etkilenerek bir yere gidersiniz. Ya da romanlarda mutlaka bir otobiyografi vardır. Sizde bunlar var mı?
Şimdi, yarı otobiyografik olan bir roman var: Kar Kokusu. O benim Moskova’ya gidişi dönemimi anlatıyor. Mevlana ve Şems’te gerçek hikâyeleri anlattım ama Ahmet Ümit’in gördüğü Mevlana ve Şems.
Seyirci: Gerçeğin üzerine kurgu…
Bu söylediklerimin hepsi gerçek. Fatih Sultan Mehmet de, Ahmet Ümit’in gördüğü Fatih Sultan Mehmet. Bire bir oradaki insanlar hakikat değil. Hakikat olan şu; benim gördüğüm insan ve olayları, kendi gözümden, kendi estetik ve beğeni duygumdan geçirerek yeniden yaratmamdır. Ama bire bir gerçeği anlatmam. Tercih etmem. Cinayet yazıyorum. Çok acıdır. Hakiki bir cinayeti anlatmak çok acı bir şey. Orada hem katile, hem kurbana, onların yakınlarına acı vermek ve üzmekten çok korkarım. O yüzden tercih etmem. Ama hayalimdeki şeyleri yazarım. Mesela bu Evangeline karakteri Nevzat’ın sevgilisi, “Avrupa Yakası “ diye bir dizi vardı. Hatırlar mısınız “Avrupa Yakası”nı?
Tabii canım, daha yakın zamanda.
Hah! Onun genel yönetmeni Atilla Aslan, o da benim arkadaşım. Ben romanlarım bitince, yayınlatmadan once, 15-20 kişilik bir grup vardır, onlara okuturum. Çok güvendiğim insanlardır bunlar. Sözlerini sakınmazlar. Saçmalamışsın, olmamış bu bölüm diye söyleyecek kadar yakınlarımdır. Atilla da onlardan biri. Ona verip okutuyorum kitabı. Bölüm bölüm okutuyorum. Bir gece telefon çaldı. Açtım. Atilla, Ahmet dedi, sana bir şey soracağım. Dedim sor. Oğlum dedi bu Evangelia kim? Başkomser Nevzat’ın sevgilisi.
Tanışmak istiyor!
Başkomser Nevzat’ın sevgilisi. Kim olduğu belli. Başkomser Nevzat’ın sevgilisi. Karakter... Yok lan, dedi. Bu kadın gerçek. Oğlum bak, senin ilişkin varsa tamam, arkadaş arasında şey olmaz. Ama yoksa tanıştır lan beni de, dedim. Yok ki öyle biri. Gerçekten yok. Yani kafasında öyle bir şey yaratıyorsa... Gerçek olamayacak kadar iyi tabii kadın.
Bence de, Evet, gerçek olamayacak kadar iyi bir kadındı.
Seyirci: Ama Sultanı Öldürmek’de sadece hayali değil. Ben sizin kitabınızı okuduktan sonra, tesadüf, Mine Kırıkkanat’ın Bir Hıristiyan Masalı’nı okumuştum. O kadar örtüşüyor ki bilgileriniz. Roma’nın buraya yardım etmemesi, gemileri göndermemesinden tutun...
O tarihi olanlar gerçek, gerçeğe yakın olmaya çalışıyorum. Dikkat ediyorum. Yine de yanlışlar yapabilirim. Tekrar söylüyorum. Fatih’I öğrenmek istiyorsanız. Sultanı Öldürmek’i roman olarak okuyun. Ama arkasındaki kaynakçayı o yüzden veriyorum. Oradan okuyarak gerçek Fatih hakkında bir profil çıkartabilirsiniz. O benim anlattığım Ahmet Ümit’in Fatih’i, gerçek Fatih değil. Bir romancıyım ben. Oradaki bir roman.
“Ben romanı dinlerim!”
Seyirci: Hani hep derler ya, romanını yazdıktan sonra bir süre dinlenmeye bırak. Sonra oku. Bunu yapıyor musunuz?
Tabii, çok fazla zaman bırakamam. Çok sabırsız biriyim. Ama bir süre sonra, bir hafta sonra şöyle bir yol izlerim ben; bitti ya bendeki iş bitti, biri sesli okur, ben şöyle bir divana uzanırım.
Seyirci: Siz sesli okumuyor musunuz?
Ben okumam. Biri sesli okur. Ben o sesli okuyanı dinlerim. Dur, bunu at, dur. Bu şiir gibidir.
Kim okuyor Ahmet?
Genellikle eşim okur. Defalarca, defalarca...
Seyirci: Hiç yabancılaştığınız olmuyor mu?
Yabancılaştığım zaman zaten bu roman olmamış derim.
Seyirci: Sıkıldığınız olmuyor mu?
Zaman zaman sıkıldığım olur. Ama bütününe baktığım zaman beni sarar. Beni sarmasa sizi de sarmaz. Zaten sarmazsa yayınlamam, o bölümü atarım.
Romanlarında kendisi de var!
Romanlarına kendini niye katıyorsun?
Son bölümde var. Orada artık sıkıldım Nevzat’tan. Nevzat’ı anlat anlat sıkıldım.
İyi olmuş ama.
Bir değişiklik olsun istedim yani.
İyi olmuş, iyi olmuş. Senden kıl kapıyor çünkü.
Çok gıcık alıyor. Biri de diyor ki, niye kendini kötü yazdın? Kendimi iyi mi yazayım? Çok şahane bir adamım, çok zekiyim, çok yakışıklıyım, çok çekiciyim. Ayıp ya.
Bence de.
Tabii ya. Nevzat, bu kıl yazar çıktı başımıza, diyor.
Seyirci: Geçenlerde, daha doğrusu Twitter’da ben sizin konuşmanızı gördüm. Benim yakın akrabalarımla Whatsapp’ta ortak bir grup kurmuştuk. Oradan verdim yayını. Dedim ki, kitaplarını okurken ben aynen şöyle düşünüyorum, herhangi bir eğitimi çok yüksek olmayan birisine Ahmet Ümit’in kitaplarını verseniz, çok rahat anlar ve okumaya devam eder.
Doğru, doğru.
Zaten sadece eğitimliler anlasaydı. Ahmet bin tane kitap basardı herhalde.
Doğru söylüyorsunuz.
Seyirci: Benim dedem de zamanında köy ortamında misafirler geldiğinde sohbet için çağrılanlardan biriymiş. Ben sohbeti seven bir insanım. Çünkü kanımda var. Kitap yazanlar acaba daha çok sohbeti sevenler mi oluyor?
Hiç sanmıyorum. Çok değişik olabilir.
Seyirci: Az önce demiştiniz, böyle olmayanlar da var, evet.
Mesela Orhan Pamuk, çok sohbet etmeyi seven bir arkadaş değil ama kendini çok iyi ifade etmeye çalışıyor. Çok değişik yazar arkadaşlar var. Bunun ilgisi yok. Bunun hiç ilgisi yok. Önemli olan bence bu yazma duygusunun size verdiği durumdur yani. Ben sohbet etmeyi hakikaten çok severim.
Seyirci: Ben de sohbeti çok severim. Roman yazmayı da acaba yapabilir miyim diye sorguluyorum.
Sorgulamayın, yazın.
Sorgulamayı bırakıp, yazacaksınız. Sorgulama kısmını geçin. Yazın. Çocuklar şöyle yüzmeyi öğrenir. Denize atarsınız yüzer ya da yüzemez. Çoğu da yüzer. Unutmayın ki Ahmet Antepli. Sohbeti de iyi yani.
Sağol. Benim annemden geliyor. Rahmetli annem öyle çok hikâyeler, masallar anlatan bir kadındı. İnanılmaz masallar anlatırdı. Müthişti yani. Oradan geliyor.
Seyirci: Katili saklama konusunda başarısız olduğunuza dair eleştiriler okudum internette. Bunu nasıl karşılıyorsunuz? Katili güzel saklıyorsunuz sonuna kadar. Ama internette insanlar zalim. Katili saklayamadığınızı söylüyorlar. Yavaş yavaş o tecrübeyi kaybediyorsunuz tarzında eleştiriler var. Bunları nasıl karşılıyorsunuz?
Eleştiri olması çok iyi. Demek ki insanlar okuyorlar ve kafa yoruyorlar. En korkuncu eleştiri olmaması.
Sessizlik.
Evet sessizlik. En korkuncu o. İki yılda bir kitap yayınlıyorsunuz. Ve o kitabı alan herkes onun sahibidir. Dolayısıyla orada yeterli görmeyebilir, beğenmeyebilir, kitabı eksik bulabilir. Böyle bir hakkı var. Buna bir şey demiyorum. Bana sordukları zaman, benim için önemli olan katili saklamak değil, bir yazar olarak o değil. Çünkü, biraz önce de konuştuk ya, sanatta önemli olan biricik olabilmek. Bir zamanlar polisiyede en önemli mesele oydu. Katili saklamaktı, kim yaptı? Bugün sorun o değil. Bugün benim açımdan sorun, bir cinayet entrikası içinde bir hikâye anlatmak. O yüzden okurla satranç oynamak, ey okur sen aptalsın ben senden daha zekiyim, katili sakladım demek, bunu hakaret olarak görüyorum. Yani okura hakaret olarak görüyorum. Böyle bir iddiam yok benim. Bunun için uğraşmıyorum. Onun yerine şunun için uğraşıyorum, insan ruhunun içindeki iyiliği ve kötülüğü, yıkıcılığı ve yapıcılığı anlatmaya çalışmak. Bunu anlatmak daha değerli benim için. Ama eleştiri her zaman okur hakkıdır. O kitabı aldığı için eleştiri hakkına sahiptir. Ben saçmalıyorsun desem bile hakkı vardır. Saçmalıyorsun dediğim zaman ben terbiyesizlik yapmış olurum. Onun hakkı o. Kitap eline geçtiği zaman artık onundur.
Peki, çok teşekkürler...