Yazmaya başladığın zamanı hatırlıyor musun? İlk yazı denemelerin hangi türde olmuştu?
Seksenler ortamı ve küçük bir şehir... İlkokuldaydım. Sınıftaki herkesin her şeyi aynıydı. Silgilerimiz, kalemlerimiz, ayakkabılarımız hep aynı... Fakat sınıfımızda bir kız vardı ki, onun her şeyi bizimkilerden çok farklıydı. Ayakkabıları çok daha güzel, kalemleri çeşit çeşit ve renkliydi. Ben de bu kıza karşı bir çeşit hayranlık duyuyordum, bu hissi çok iyi hatırlıyorum. Bu eşyalarının Almanya’dan geldiğini söylemişti. Çünkü babası Almanya’da çalışıyordu. Sonra bir gün bu arkadaşım okula gelmedi. Ertesi gün de gelmedi. Sürekli, onun oturduğu sıraya bakıyordum, boştu. Orada bir boşluk vardı... Sonra öğretmenimiz, babası öldüğü için gelmediğini söyledi. Almanya’dan cenazesi gelecekmiş... O yaşlarda, belki kavramsal olarak ölümün ne olduğunu biliyordum ama birebir tecrübe etmek bana sarsıcı gelmişti. O gün yolumu değiştirip okuldan eve çarşıdan yürüyerek gitmiştim. Caminin önünden geçerken oradaki kalabalığı gördüm ve içeriye girdim. Cami bahçesi ve etrafı çok kalabalıktı. Kalabalığın arasında, kadınların yanında arkadaşımı gördüm. Çok ağlıyordu, çok üzgündü. O zaman, onun ayakkabılarının ve kalemlerinin bir önemi olmadığını çocukça bir şekilde olsa da kavradığımı hatırlıyorum. Sonra eve geldim, odama girdim. Bir defter çıkardım ve bir şey yazmaya başladım. Bir kızın babasının ölmesi ve tabutunun yolları aşıp gelmesi hakkında bir öyküydü. Sonra annem bu yazdığım öyküyü buldu, okudu ve çok etkilendi. Ertesi gün annem öğretmenime bundan bahsetti. Öğretmenim de yazdığım öyküyü sınıfta okumamı istedi. Babası ölen arkadaşımız hala yoktu. Ben sınıfta okudum ve herkesin üzüldüğünü ve etkilendiğini gördüm. Bütün çocuklarda bir duygu farklılığı yaratmıştım. Bunun çok büyük, önemli ve güzel bir güç olduğunu fark ettim. Hikayelerin etkileme gücü. Sonra, hemen arkasından da bir utanç duygusuna kapıldım. O orada babasını kaybetti. Bu acıyla birlikte yaşamaya çalışıyor o cenaze evinde. Bense sadece bunu yazdım. Yaptığım, sadece bunu yazmak ve başkalarını bununla etkilemekti aslında. Bu keskin vicdan ve utanç duygusu hala geçmiş değil aslında. Hep bu duyguyla yazıyorum. Bir yandan yazmadan da edemiyorum. Çünkü yazmak; olayları, hayatı, ölümü ve insanları bir tür anlama çabası benim için. Bir de çocukken yalan söylerdim. Mesela çocuklar gelirdi, beni oyun oynamak için dışarıya çağırırlardı ama ben onlara cezalı olduğumu, evden çıkamayacağımı söylerdim. Sonra da pencereden onların oyunlarını izlerdim, aralarında kendimin olmadığını düşünürdüm. Cezalı olmadığım halde neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyorum. Sürekli, bir kurgunun içine yerleşmek, bir şeyleri kurguyla halletmek ve anlamak gibi bir temayülüm vardı. Bunların dışında bir de günlük yazdım çok.
Kör Pencerede Uyuyan, 11 öykülü Gece ile 9 öykülü Gün’ü içeren bir ikiz kitap... Çıkış noktasında ikiz kitap olmasını bilinçli olarak mı tercih etmiştin?
Aslında birbirini besleyen, birbiriyle tematik bütünlükleri olan ve birbirine bağlanan ardışık iki ayrı kitap yazmak istemiştim. İkisi için de, görünürde keskin zıtlıklar oluştursunlar ama yüzeydeki ve dipteki tema ve duygular aynı kalsın istemiştim. Bu yüzden Gün ve Gece olacaktı isimleri de. Gün’ün daha açık havada, bir yaz öğle üstünde, çok geniş bir ufkun önünde olmasını; Gece’nin de daha karanlık bir kış gecesinde, kapalı ve karanlık bir apartman dairesinde geçmesini düşünmüştüm. Sonra art arda o iki parçayı yazınca, yayınevinden bu iki parçayı birbirinden ayırmayalım fikri doğdu.
Kitabın ismi nasıl çıktı?
Bu kitap karakterlerin geçmişlerinden yola çıkarak kendilerine bakmaları ve sadece geçmişe bakarak kendini konumlandırmanın aslında çok yanıltıcı bir şey olduğunu fark etmeleri hakkında.. Yani hem Gece’de hem de Gün’de birbiriyle paralel olarak ilişkilenen bütün karakterler birbirlerini aslında göremeyecek haldeler. Çünkü ufukları dar da olsa açık da olsa hatırlayarak var olmayı öylesine önemli bir yere koymuşlar ki bu aslında onları körleştiriyor, kendilerine karşı da, dış dünyaya karşı da.. Bu yüzden de adını “Kör Pencerede Uyuyan” koydum. Sadece kendine ve geçmişe bakarak yaşamak bir körlüğü beraberinde getiriyor çünkü.
Gece ve Gün’deki tüm karakterler, doğanın göz kırptığı acı gerçekle yüzleşiyor sanki... Gece’de ıssız ve soğuk bir kış gecesinde, Gün’de ise yakıcı güneşin altında ‘çeken akıntı’nın oluşturduğu kaosla...
Zaten beni bu kitabı yazmaya iten şey, zamanın geçiciliğini çok derinden hissediyor olmamdı. Bu aslında ölmek demek. Uyandığımız her gün –tabii bakış açısına göre değişir- benim için bir eksilme, bozulma, yavaşlama ve bazı şeyleri yitirme. Geride bıraktığın bütün anıların bile aslında nostaljik bir keder veriyor olması fikrinden ve duygusundan kurtulamıyordum bir türlü. Zaman üzerine düşünmek demek aslında doğum ve ölüm üzerine düşünmek demek. Çünkü gelecek olan şey ölüm, geçmiş ise var olma, varlığımızı anlama çünkü bu dünya üzerinde kapladığımız zaman ve alana işaret ediyor. Üstelik bütün bunlar eninde sonunda bir boşluk duygusu yaratıyor. Her şey geçecek nihayetinde. Çok güzel bir ömür geçirsek de bitecek. Çok uğraşıp didinsek de bitecek. Ölümün olması bir şeyleri anlamsız kılıyormuş gibi gözükse de onu değerli kılan tam tersine bu sonun olması. Ama karakterler bunu anlamaktan kaçan, sondan korkan, zamanın yıpratıcılığını hissetmekten o zamanı doğru kullanamayan karakterler. Beni ilgilendiren sona geldiklerini anladıklarında hissettikleri büyük korkuydu. Felaketi anladıklarında hallediverdikleri kaçma becerisi. Hayatta kalma becerisi. Bu anlık kaosu anlatmayı istedim. Çünkü orada insanoğlunun büyük şaşkınlığı ve yalnızlığı var. Hikayelerin sonunda kimin öldüğünü bilmememiz bundan.
Kendi gerçekliğini kaybetmiş bireyler doğayla bütünlük kuramayınca daha korkan, içindeki küçük çocuğu kaybeden ve alaycı satırların arasında ciddileşen bireyler haline geliyor adeta... Ve bir çoğunun gerçekliğini doğa belirliyor sanki...
Doğa dediğimiz şey aslında zaman. Zamanın geçmesi... Ağaçların yapraklarını dökmesi, sonra yeniden filizlenecek olması, sonra onların da yeniden ölecek olması ve ardından yenilerinin yeniden doğacak olması... Yani başlı başına, sadece doğaya bakarak bile bu gerçeği kavrayıp teslim olabilirsin aslında. Ama karakterler bundan kaçarak, bununla yüzleşemeyerek hayatı anlamsız bulma veya ölümden korkma temayülü geliştiriyorlar bence. Sadece doğanın kendisine, döngüsüne ve onun o sıralı nizamına bakmak bile aslında teslim olmak için çok yeterli. Sadece varız, yaşıyoruz ve bizden sonra başkaları gelecek. Büyük bir zincir varsa eğer, biz sadece onun basit halkaları olabiliriz ve bundan ötesi değiliz. Ama insanoğlu olarak, yaşantını sürdürürken kendi pencerenden bakma yetisine sahip olduğumuz için bu gerçeği unutarak yaşıyoruz. Bu da; bütün sorunları, kendimizi, acıları veya sevinçleri çok yüksek yaşamamıza neden oluyor. Her şey ciddileşiyor. Halbuki ölüm gerçeğiyle yüzleştiğinde ve buna teslim olduğunda geriye sadece yaşamak kalıyor. Yaşamak hepsi bu.
Neredeyse tüm karakterler hayatın nasıl ilerlediğine dair korkular taşıyor. Ve bu korkular dipsiz bir cahillikle kuşatılıyor. Bu cahillikleri yüzünden mi korkuyorlar?
Teslim olma gerçeğini kabul ettiklerinde korkmadan yaşayabilecekler... Hayatın en zor tarafı, hiçbir bilgiyle kuşatılmadan hayata geliyor olmak bence. Her şeyi burada tecrübe ediyor olmak ve tam tekamüle erdiğinde de ölüyor olmak. Bu bana çok dokunaklı geliyor. İnsanoğlunun dramı aslında bu bence. Hazırlıksız, hayat tecrübesinden ve yaşama becerisinden yoksun olarak gelip bir takım badirelerle ve geçen yıllarla bunu edinip en yaşamaya hazır hale geldiğin noktada da ölümün gelmiş olması. Bunu öncesinde kabul etsen korkmadan yaşayabileceksin. Geçmiş, yarın ve zamanın geçmesi korkutmayacak ve acı vermeyecek. Sanki dünya da bu şekilde, korkularla yaşamamızı istiyor. Çünkü insanoğlunun içinde hayatta kalma mücadelesi var; bir yandan da kendini kazadan beladan uzak tutmaya çalışması veya o kaza anında oradan hızlıca topuklama becerisi... Ya da olaylara çok hızlı ayak uydurma becerisi. Aslında bunlar, içimizdeki yaşama sevinci ve hayatta kalma içgüdüsünden kaynaklanıyor. Ama aynı içgüdü bizim teslimiyeti sağlamamızı da engelliyor. Yaşama arzusu bunu kabul etmemizi engelliyor. Mesela cenaze evlerini düşünün, herkes acı içindedir ama bir yandan da karnın acıkmaya devam eder. Bu, insan olmanın bir sonucu. Çok doğal, çok haklı bir sonucu. Ama bundan ötürü utanç duyarsın. Hissettiğinden korkarsın.
O zaman korkuları yüzünden hayatı olduğu gibi kabullenemiyorlar...
Korkuları yüzünden... Hem yaşam tecrübesinden yoksun olmaları onlarda bir korku yaratıyor hem de aynı zamanda hissettikleri yoğun yaşama arzusu ve içgüdüsü yüzünden de yaşamayı beceremiyorlar bence. Bunu kabul etmeyi beceremiyorlar.
Kör Pencerede Uyuyan, olay örgüsü güçlü bir kurguyla tasarlanmış hikayelerden oluşuyor. Bunda senaryo yazarı olmanın etkisi var diye düşünüyorum... Bu bakımdan hikayelerin kurgu süreci nasıl gelişti?
Olabilir ama ben yazmaya başlamadan önce bir senaryo yazarı gibi yazmak, film kurgusuna benzer bir hikaye tasarlamak fikriyle yola çıkmadım. Yazmak benim için sezgiyle ilerlediğim bir süreçti. Bir şey üzerine düşünmek veya belli bir perspektif ve biçimle düşünmek, bizim ürettiğimiz şeye de yansıyordur tabii. Zihnimiz nasıl çalışıyorsa aslında olayları algılamamız veya bu kurguları yapmamız da o yönde gerçekleşiyor. Senaryo yazıyor olmak, kendiliğinden böyle bir sonuç yaratmış olabilir. Yani hikayelerde bölüm sonlarının sahne finali gibi kesildiğini fark edince ben de buna benzer şey düşündüm aslında.
Karakterler birbirini tamamlayan öykülerle paralel bir hayatta yaşıyorlar sanki. Mesela kendi çocukluğunun ölümünü gören yaşlı adam için hayatta kalmış olmak ölümün yine de kapıda olduğu gerçeğini yok etmiyor. Yaşasa bile simgesel bir ölümle cebelleşiyor...
Kendini başkasında görmek, kendini sevdiği ve yakını üzerinden görmek... Hem kendi hayatının hem de başkasının varlığının nasıl bir anlam ifade ettiğini görüyorlar aslında. Birbirlerine ayna tutuyorlar bir nevi. Özellikle Gün bölümündeki bütün karakterler için geçerli bu. Sadece kendi ölümlerini görüp bununla yüzleşmek değil, sevdiklerini kaybetmek veya sevmediklerini zannederek yaşamlarını sürdürdükleri en yakınlarıyla, onları kaybetme noktasına geldiklerinde aslında onları sevdiklerini anlama durumu...
Başkalarının hayatlarında, detaylarında bir nevi kendiliklerini gözetleyip öyle var oluyorlar. Herkes başka biri olmaya çalışıyor. Ve var olmaya çalıştıkça yok oluyorlar sanki...
Bu kim olduğunu anlama istekleriyle alakalı sanırım. Kendilerini var etmenin, aslında görülmekten geçtiğini fark ediyorlar. Onlar, kendilerini var etmeyi başaramadıkları için başkalarının gözünden kendilerini var etmenin peşine düşen karakterler. Bir de görülmek-görmek ve bakmak-bakılmak, üzerine düşünülmeye değer kavramlar gibi geliyor bana. Hayatta her şey orada başlıyor sanki. Görüldüğünde, bakıldığında var olacağımızı sandığımız bir dünyada yaşıyoruz sanki. Bu sadece karakterler için değil, hepimiz için geçerli. Görülmek, pozisyon almayı da getiriyor beraberinde. Pozisyon almak, rol yapmak aslında insan için çok yaralayıcı. Çünkü görülerek var olma çabası içinde olmak senin nasıl görülmek istediğine göre şekil almanı sağlıyor. Yok oluşu bu getiriyor. Yani onların gözünde bir kadın, bir anne, bir erkek, çocuk, yaşlı, babaanne olmak demek, hiçbir şey olamamak demek aslında.
Karakterlerine göre hayat hep ‘mış’ gibi... Herkes mutluymuş gibi, herkes başarmış gibi... Onlar ‘mış’ gibi yapamadıklarından mı acıyan, kibirlenen ve bir türlü affedemeyen olmuşlar?
Kendini gösteremedikçe var olamıyorsan ve varlığın başkalarının gözündeki değerine bağlıysa, o zaman ben gerçekte kimim, neyim, hangi parçaya tekabül ediyorum ve neyi temsil ediyorum... Bu belirsizleşmeye başlıyor bence onların gözünde. Onların dramını da bu oluşturuyor. Bunun bir oyun olduğunu kabul ederek yola çıktıklarında da tökezlemeleri, yanlış yapmaları veya oyundan bıkmaları veya bu rollerden sıkılmaları daha olanaklı hale geliyor. O yüzden sürekli ‘mış’ gibi yaparak var olmaya çalıyorlar. Halbuki bunun oyun olduğunun farkına varmasalar oyun kuralına göre oynanacak zaten. Herkes böyle devam edecek.
Gün hikayelerinin hepsi karakterlerin ayak detaylarıyla başlıyor. Onları hayat boyu taşıyan ayaklarının çaresizliği, duygu durumlarını da ele veriyor... Neden böyle bir detayla başlamayı tercih ettin?
Bunu ben de düşündüm ve gerçekten bir neden bulamadım. Bu, senin yaptığın gibi bir okumayla da anlaşılabilir. Aslında yazmayı bir şey örmeye benzetiyorum. Belki onunla alakalı olabilir. Bir motif gibi... Parçaların bir araya gelmesi ve bu bir araya gelişin müthiş bir düzenle yapılıyor olması. Motifler de tek başına bir anlam ifade etmez ama bir araya geldiğinde kullanışlı bir şey çıkar ortaya. Kullanışlı olmasının yanında güzeldir bir yandan da. Belki yazarken de parçalardan yola çıktım, bilemiyorum... Ama hepsinin aynı şekilde başlayıp bitiyor olması bana örgü örmüşüm hissi veriyor.
Hikayelerdeki ince detaylar, bilinçaltımızdaki kısacık anları bir anda su yüzüne çıkaran türden. Okurken seslerini duyup, kokularını aldım sanki... Sütün cezveden akması, karpuzun suyu, bisikletin boşa dönen tekerlek sesi, şeftalinin çekirdeği gibi... Gerçekte de bu tür detaylara dikkat eder misin?
Tabii ki. Gündelik hayat o kadar güzel ki. Sıradan olan şeyler... Sıradan, alelade, birdenbire beliren duygular.. Belli belirsizce geçip giden, hissettiğini bile tam olarak anlayamadan, dışarıya vuramadan kaybolan duygular var mesela. Bilinçaltında çakan ve kaybolan duyguları anlatmaya değer buluyordum. Yazarken de bunları anlatılır kılmaya çok çabalamıştım. Anı, gündelik olanı..