Tarık Tufan, geçtiğimiz aylarda yayımlanan son romanı Kaybolan’da okuruna çözülmesi en zor sırrı, gerçekte kim olduğumuz sorusunu yöneltiyor. Karakterleri özelinde bir var oluş ve kayboluş paradoksu sunuyor. Kaybolmanın döngüsü içinde Kaybolan üzerine bir inceleme.
Bundan tam yirmi yıl önce, ilk kitabı Kekeme Çocuklar Korosu’yla edebiyat dünyasına giriş yapmıştı Tarık Tufan. Kraliçenin Pireleri, Ve Sen Kuş Olur Gidersin, Hayal Meyal, Bir Adam Girdi Şehre Koşarak, Şanzelize Düğün Salonu, Beni Onlara Verme ve Düşerken’le bu dünyada tabiri caizse tuğla tuğla kendi “mahallesini” inşa etti, çağdaş edebiyatın önemli ve özgün yazarları arasında yerini aldı.
Edebiyatın yanı sıra sinemayla da her daim iç içe olan, kaleme aldığı senaryolarla sinemaseverler ve sinema otoritelerinden alkış toplayan Tufan, bugünlerde okurlarını heyecanlandıran yepyeni bir romanla selam durmakta: Kaybolan.
Kaybolan, kendi hayatı, gerçekleri, tutkuları, korkuları ve hayalleriyle yüzleşmeyi göze alanların romanı. Romanın ana karakteri Hakan ve on beş yıldır evli olduğu Yıldız’ın hikâyeleri özelinde, bir var oluş ve kayboluş paradoksu.
Hakan’ın ve Yıldız’ın hayatları aslında çok tanıdık. Hakan on beş yıldır aynı yerde çalışıyor, her gün aynı işe gidiyor, her gün aynı eve dönüyor, her an toplumda “kabul görmüş” insan olmanın gereklerini itinayla yerine getiriyor. Yıldız da öyle… Ama bir gün, her şey sessizce yerle bir oluyor.
O gün, Hakan’ın doğum günü. O gün Hakan, yıllardır dert etmek bir yana, düşünmekten dahi kaçtığı şeylerle yüzleşme cesaretini buluyor ve hayatını kökten sarsacak bir karar veriyor: Kaybolma pahasına yüzleşmek. Kendini, hayatını, hayatın kendisini bile isteye kaybolmayı göze alacak kadar umursamak. Hakan’ın ifadesiyle, toprağa çiçek tohumları ekmekle kendisini gömmek arasında bir yerde, bir eşikte olmak. Yazarın bu büyük kırılma an’ı için, sembolik anlamları büyük olan “doğum günü”nü seçmesi, bu kayboluşu bir “yeniden doğuş” olarak okumayı da mümkün kılıyor.
O andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Yıllardır süren bir evlilik de kayboluşa sürükleniyor, zaten kaybolmanın sınırlarında gezinen Yıldız da artık bu yerle bir oluşa dâhil oluyor, her iki karakterin de yıllardır sesinden ve izinden kaçtığı geçmişleri ayrı ayrı yerleşiyor hayatlarının ortasına ve geçmişin belirişiyle sarsıcı yüzleşmeler kaçınılmaz oluyor. Büyük aşklar, anne özlemi, baba nefreti, kimsesizlik, yalnızlık, korkaklık ve daha nice yük bu hikâyede tek tek yerini alıyor.
Peki, nedir kaybolmak? Calvino’ya göre doğruyu bulmanın yolu, Dostoyevski’ye göre kendini bulmanın yolu, Solnit’e göre ruhunu bulmanın yolu… Bir sokakta kaybolmak kadar basit, iç çekişmelerin, vicdanın, “öz”ün ortasında kaybolmak kadar derin; finalinde hep bir “arayış”ın, umudun habercisi, sebebi. Tarık Tufan’ın karakterlerinin hikâyeleri de kaybolma hissiyle başlayan bir arayışın hikâyesi denebilir bu anlamda. Hakan da Yıldız da roman boyunca kendi hayatlarının gerçekliğinin peşine düşerken geçmişte ve bugünde kayboluyor, kırılıp dökülüyor ama bir de umudu buluyor.
Tufan, ilk romanından bugüne, tüm eserlerinde “tanıdık” olanın, “insan” olanın peşinde bir yazar. Her hikâyesinde hüzün olması bu yüzden. Ve umut olması… O aynı zamanda çok iyi bir gözlemci, bu nedenle romanlarında anlattığı mekânlardan karakterlere, diyaloglardan atmosfere her şey gücünü “sıradanın çarpıcılığından” alıyor. Bir düğün salonunda başlayan bir hikâye bir dergâhta sürüyor misal (Şanzelize Düğün Salonu) ya da bir tesisatçı ile bir sanatçının yolları bir “kaçış”la kesişiyor (Düşerken). Tufan’ın karakterlerini mekânlardan, hüzünlerini gerçekten, aşklarını insanlıktan ayrı düşünmek pek mümkün olmuyor.
Öte yandan Tufan bu yeni romanda yine birinci tekil (Hakan) ile tanrı anlatıcı üzerinden, iki farkı bakış açısıyla kuruyor dilini. Daha önceki eserlerinde de sıklıkla kullandığı bu üslupla okuru hikâyeye daha sıkı çekmesi, yazarın anlatı başarısındaki ustalıklarından biri.
Kaybolan, yazarın önceki roman ve hikâyeleriyle bu anlamlarda bir akrabalık taşısa da bir değişimin de habercisi. Bu romanda, önceki romanlarda hep yerini alan trajikomik durumlar yok öncelikle; hüzün romanın başından sonuna ağırlığını koruyor. Mekân ve zaman ise, Tufan’ın önceki eserlerindeki kadar ön planda değil. Daha çok, karakterlerin iç dünyaları, iç çatışmaları, duyguları ve kendileriyle türlü biçimlerde verdikleri mücadeleler ağır basıyor.
Tarık Tufan’ın iki yılı aşkın sürede tamamladığı ve yazarın bir röportajında belirttiği üzere tek bir cümleden, “Çünkü herkes hayatının bir yerinde kaybolur,” cümlesinden yola çıkarak oluşturduğu ve tamamladığı bu roman, onun külliyatındaki güçlü bir adımı temsil ediyor.