Japon edebiyatının büyük ustası Kobo Abe’nin, aynı adla sinemaya da uyarlanan, yüzünü kaybeden bir insanın duygu ve fiziksel değişimini anlattığı romanı Başkasının Yüzü üzerine bir yazı.
Tüm kitap boyunca şahit olduğumuz beklenmedik bir kaza ile yüzünde onarılmaz hasarlar meydana gelen bir adamın, suretin varlığımızın temelinden gelen vazgeçilmezliğine karşı çaresizliği aslında. Yitirilene kadar yokluğunun açacağı boşluk hususunda hiçbir fikri olmayan bu adam, telafisi için gerçek bir insan suratına en benzeyen maskeyi yaratmaya çalışıyor. Görüntüsü, çizgileri, mimikleri ve taşıdığı tüm duygularıyla… Ancak bu maske bambaşka bir adam, kimsenin tanımadığı yeni bir insan oluyor.
Bu büyük sınavın eş zamanında, artık dış dünyaya karşı başka biri oluşundan cesaretle, esas görünmez maskelerini çıkarmaya başladığına şahitlik ediyoruz. Yüzü başkalaşırken, yeniden dünyaya ait hissetmek için, yeniden ancak daha da ayrıcalıklı bir dünyalı olabilmek için ulaşmaya çalıştığı mükemmel maske hedefi, derinindeki arzuların da yüzeye yaklaşmasını sağlıyor. Belki başkalaşıyor, belki özüne dönüyor. Aslında artık “o” değil, başka biri, ve eski “o” olabilmek için taktıklarını çıkarıyor.
Bedenlerimizi ve yüzümüzü modern dünyada, dış dünyaya karşı benliğimizin taktığı maskeler olarak kullanıyoruz kimi zaman. Ait olmak, dâhil olmak, kabul görmek için yaptıklarımızı haricimize onlar aracılığı ile yansıtıyoruz. Yalnız kalmamak için çoğunluğa uyuyoruz esasında ve özgürlük tanımı da burada çatallaşıyor.
Normalin egemenliğinde içine girmeye çalıştığımız tüm standartlara dolaylı ya da bazen doğrudan tâbi suratlarımız. Fizyonomi örneğin, yüzümüzde alnımızın genişliğinden, çenemizin çıkıklığından, dudağımızın inceliğinden vs. bizi karakter olarak kategorilere sokuyor; insanın karakterinin, beden dili, beden yapısı, ses tonu vesaire ile ahenk oluşturduğunu düşünüyoruz. Biz insanlar sahip olduğumuz bedenden, yüzden, renkten dolayı farklı haklarımız olabileceğine kendini inandırmış varlıklarız ne de olsa. Bu üstünlük durumunu muhafaza etmek için de bir çeşit tutsaklığa razıyız yazarın fikrinde. Ancak kahramanımızın yaşadığı bu ihtişamlı kayıpla esaretinin mertebesinin de gözünde, diğer insanlara kıyasla yüceldiğini görüyoruz.
“…modern insan ilişkilerini ifade eden bu suçlar dikkate alındığında aslında tüm dünyanın aslında bir hapishaneden ibaret olduğu söylenebilirdi. Fakat bu benim tutsak olduğum gerçeğini hiçbir şekilde değiştirmiyordu. Ayrıca, onlar sadece ruhlarının yüzünü kaybettikleri halde benimki fizyolojik olarak da yok olduğundan, tutsaklık derecelerimizde doğal olarak bir fark vardı.”
Bu süreçte yüzeye çıkan arzuların en büyük hedefi de karısı oluyor. Narsizm sınırlarına kadar ulaşıyor, kendisi iken yapamadıklarını yapabildiğini görüp özgürleştiğini düşünürken daha da derin bir esaretin kurbanına dönüşüyor aslında kahramanımız. Hiç beklemediği sonuna yol alıyor.
Biz bu yolculuğa eşlik ederken, Kafka’nınkinden farklı ancak onu anımsatan bir dönüşüm sürecine şahit oluyoruz. Bu çok ayrıntılı ve başarılı psikolojik tahlillerin de bizde bıraktığı bir tat olabilir. İlk benim tespit ettiğim bir durum değil Kafka ile benzetmek, yazarla ilgili biraz araştırma yaptığınızda karşınıza çıkacak başlıca yorumlardan biri. Çok ünlü ve sinemaya da uyarlanmış Kumların Kadını için de benzer yorumları görüp okumaya karar verdim zira.
Son söz çevirmen Barış Bayıksel’in de başarısını tebrik etmek isterim, çeviri metinlerde duygunun böyle derin geçmesi çok zordur. Ancak kitap akıp giderken sizi tüm o sınırlarda duyguların da içine çekiyor.