05 NİSAN, CUMA, 2024

Bir Ebeveyn Çocuğunu Ne Zaman Kaybeder?

Alex Schulman’ın karakterleri üzerinden ailelerin kuşaklar arasında manevi olarak bıraktıkları mirasın hüzünlü hikâyesini anlattığı Malma İstasyonu romanı hakkında bir yazı.  

Bir Ebeveyn Çocuğunu Ne Zaman Kaybeder?

Toplumların ve ailelerin sonraki jenerasyonlara miras bıraktıklarıyla çok ilgileniyorum. Maddi mirastan bahsetmiyorum. Bahsettiğim miras manevi miraslar… Sosyal hayatımızı, toplumla olan ilişkilerimizi şekillendiren şeyin bize miras kalanlarla çok fazla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Aile içinde hem ebeveyn hem de yakın derece akrabalarımızla yaşadığımız herhangi soyut ya da somut durumun, bizim yaşamımıza sirayet ettiğini, bizi biçimlendirdiğini, bazen sınırlarımızı değiştirdiğini bazen de kişiliğimize ket vurabildiğini okuduklarımdan ve gözlemlerimden bir çıkarım olarak önüme koyduğumu söylemem başka insanlar için şaşırtıcı olmayabilir. Bu tespitin beni en fazla etkileyen tarafıysa, dahil olduğum topluluk haricinde dünyanın farklı coğrafya ve kültürlerinden insanların da aynı süreci yaşıyor olmaları. Bunları edebiyatın önemli eserlerinde görüyor olmak, yaşadığımız sıkıntıların sadece bize ait olmadığını, evrensel bir duygudurum içinde yer aldığımızın göstergesi. Vigdis Hjorth’ün Miras’ını okuduğumda ne kadar etkilendiğimi anlatamam. Yine aynı coğrafyadan Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet’i beni çok sarsmıştı.

​Aile ve onun mirasları üzerine yazılacak, söylenecek, incelenecek o kadar çok şey var ki… Farklı coğrafyaların, farklı kültürlerin, farklı inanışların yazarları dönüp dolaşıp aileye bakıyorlar. Bunun bir anlamı olmalı. Bunun bize anlattığı bir şeyler olmalı. Bu kadar yazar dönüp dönüp aileye bakıyorsa buradan çıkaracağımız bir şeyler olmalı? Yanılıyor muyum?

Alex Schulman, Zeynep Tamer’in çevirisiyle Timaş Yayınları'ndan yayımlanan Malma İstasyonu romanıyla yukarıda bahsettiğim izleğin üzerinde yürüyor. Bir aile sonraki kuşağa neler miras bırakır? Aileler yaptıklarıyla ya da yapmadıklarıyla, aldıkları kararlarla, davranışlarıyla henüz hayatlarının başındaki çocuklarına neler yüklüyorlar? O çocuklar yetişkinliklerinde neleri geçmişlerinden yük olarak taşımaya devam ediyorlar? Bu yükler o çocukları nasıl etkiliyor? Çocuklar büyüdüklerinde ve yetişkin olduklarında, kendi çocuklarına geçmişten ve duygularından ne kadarını taşırıyorlar? Bu silsile toplumu nasıl etkiliyor?

​​Edebiyat anlatma, gösterme ve aydınlatma olduğu kadar sorular sordurma sanatıdır da. Okuduğumuz kitaplardan yanıtlar bulduğumuz kadar sorular da ediniriz. Okuma eyleminin büyülü yanlarından birisi de budur.

© Thomas Sweertvaegher

Malma İstasyonu’nda anlatıcı konumunda üç karakterimiz var: Harriet, Ockar ve Yana. Bir istasyondan ayrılan trenle başlayan hikâye farklı zamanlarda, farklı karakterlerin anlatıları ve yaşadıklarıyla örülüyor. Konular ardışık olarak birbirini takip etmiyor; her karakter farklı bir zaman diliminden kendi deneyim ve duygu durumları üzerinden bir hikâye anlatıyor. Her karakterde farklı bir süreci takip ediyoruz ve olayları birbirine bağlamamız zorlaşıyor. Buna rağmen bir bütünlük hissiyatıyla baş başayız. Her şey birbirine bağımlı, bir tren yolcuğu üç jenerasyonu birbirine bağlıyor. Farklı zaman dilimlerinde gerçekleştirilse de o yolculuk, üç farklı insanın hayatını bize gösteriyor.

Harriet, bence hikâyemizin ana karakteri. Anne ve babası o henüz altı yaşındayken ayrılmaya karar veriyorlar. Kardeşiyle beraber kaldıkları odada mutfakta medeni bir şekilde ayrılıklarını konuşan anne-babalarını duyuyorlar, olanların farkındalar. Anne de baba da Harriet’ı istemiyor. Harriet’ın istenmeyen olması, onun hayatını başından sonuna değiştiriyor. Çünkü o artık biliyor ki, kimse onu istemiyor. Onu alan babasının ilk tercihi değil. Bununla mücadele etmek ve alışmak zorunda. Annesinin yeni eşiyle beraber yaşadıkları eve ziyaretlerinde göl kıyısında yüzmeye gittiklerinde ablasıyla aralarında bir münakaşa geçiyor. Kitabın sonuna kadar aralarında ne geçtiğini bilmiyoruz. Yazarımız bunu çok güzel saklıyor. Merak ediyoruz. Ne olmuş olabilir. Ne olmuş olabilir ki Harriet ablasının göğüs ucunu ısırıp kopartacak kadar sinirlenir?

​Oskar, Harriet’ın yetişkinliğindeki eşi ve boşanma süreçlerini bize anlatıyor. Harriet’ın yetişkinliğinin, hayata karışma ve kabul görme çabalarının sonucunda bir şekilde tanışıyorlar. Bir tren yolculuğu esnasında. Âşık oluyor, evleniyorlar, çocukları dünyaya geliyor: Yana. Fakat Harriet, Oskar’ı aldatıyor. Çünkü kendisini hiçbir yere, hiçbir şeye ait hissedemiyor.

Anlatının diğer karakteri üçüncü kuşak olan Yana. Anne ve babasının mutsuz evliliklerine şahit oluyor. Annesinin babasını aldatışına şahit oluyor. Annesinin onu babasıyla bölüşememesini, babasından gizli bir ödül sistemiyle, yemekle ödüllendirerek kendisini ona bağlamasına maruz kalıyor. Obeziteyle mücadele içinde geçen bir yaşama hapsoluyor. Anne ve babası ayrılınca o da babası Oskar’la yaşamaya başlıyor. Annesi onu terk ediyor. Bir daha ondan haber alamıyor. Nerede olduğunu bilmiyor. Tam bir terk edilmiş yaşıyor. Bunların tamamıyla mücadele içinde geçen gençlik hayatı sonunda yalnız başına yaşayan bir karakter olarak önümüzde duruyor. Reşit olunca ilk iş babasını terk ediyor çünkü. Babasının cenazesine bile yetişemiyor. Her şey birbirini itiyor. Her şey yıkılıyor. Ortaya geçmişten bir şeyler saçılıp dökülüyor. İçgüdülerini bastıramıyor, kendisini bir tren vagonunda Malma İstasyonu’na yolculukta buluyor.

Üç kuşak, üç farklı karakter, üç farklı hayat. Birbirlerine dokunuyorlar. Önce birisi yıkılıyor. Çünkü onu yıkacak bir şey miras kalıyor. O da onu taşıyamayınca sonrakine devrediyor. Mutsuz ebeveynler, mutsuz çocuklar yetiştiriyor. Olan bu.

​Alex Schulman, bize hüzünlü bir üç kuşak anlatısı sunuyor. Kurgusu ve anlatı diliyle sizi sarıp sarmalayan bir metin. İnsana, hayata, topluma ve manevi miraslara odaklanıyor. Güzel, hüzünlü ve yaralayıcı bir hikâye anlatıyor. İyi niyetle öneririm.

Başlıktaki fotoğraf: ©Adrian Pehrson

Alex Schulman’ın Hayatta Kalanlar romanı üzerine yazımızı buradan okuyabilirsiniz. 

0
8988
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage