Uzun zamandır merak ediyordum, “bir edebiyat sokağımız olabilir miydi?” diye. Bu soruyu kendi içimde çok kez cevapladım, şimdi ise şair ve yazarlara “bir edebiyat sokağı olsaydı komşularınızın kimler olmasını isterdiniz ve neden?” diye sordum…
Umay Umay
Herkesten önce oturduğum sokakta Tarjei Vesaas otursaydı. Kapısına her gün buz torbaları bırakırdım. Buzları izlesin ve bunun kelimesiz, yürek yakan uzun bir şiir olduğunu anlasın diye. Günlerce.
Furuğ üst katımda otursun. Canı sıkılınca bana gelsin. Ona en sevdiğim fincanla kahve yapayım. Köpüğünü seyredelim. Gülümsesin. Onun için büyük bi saksıya gül dikeyim. Elimi kanatmadan.
Boris Vian, alt katta müzik çalsın. Ama kendi, ama plak. Çaldığı her müziğin adını not ederdim duvara. Mutlaka bir hikâye yazılmış olurdu duvarda, bir süre sonra tabi.
Oğuz Atay çok görebileceğim açıda bir evde olmasın. Onu merak bile etmeyeyim. Çayını-kahvesini yapmayı beceriyordur, kendi halletsin. Nasıl olduğunu nasılsa bilirdim..
Küçük İskender sokağın ortasına gelsin her gece. Her gece gelsin. Gündüzleri ikimiz de uyuyoruz, kedilerden konuşuruz. Bazı şeylerle dalga geçeriz, bazı şeylerle hiç!! geçmeyiz. Ellere duyduğum hayranlığı anlatırım. O da aşklarını.
Müzik- hikâye- şiir- roman; gül, buz, kahve, kediler. Tamam işte.
Mehmet Said Aydın
Sokağın Zoru demiştim ama bir mahalle düşünmemiştim doğrusu. Komşuluk deyince aklıma mahalle geliyor. Ama İstanbul’daki gibi, jenerik adı mahalle olan, yaşayanların gizemli bir ısrarla “mahalle” diye söz ettikleri mahalle değil. “Orada bir köy var uzakta”daki mahalle de değil. Kanlı canlı, hakiki, iyiliği ve kötülüğüyle hep beraber bir mahalle. Eve sığınanın kapıya gelene verilmediği. O yüzden komşularım da öyle olsun isterdim sanırım. Marquez kızar ama kimseye vermez sanki. Kemal Tahir ve Nâzım Hikmet de keza –evleri yan yana olmalı sanki. Gülten Akın’ın evinde cumba olmalı gibi; Selim Temo müthiş ağırlar insanı evinde. Beş komşu iyidir, insan daha ne ister?
Bir yazarı sevmekle komşuluk etmek aynı şey değil aslında. Neyse oyunbozanlık etmeyeyim. Dostoyevski olsun. İstanbul’a gelsin komşum olsun. Refik Halid Karay olsun. Hiçbir yere gitmesin, gelsin sokağımızda otursun. Oğuz Atay da olsun. Şule Gürbüz üst katımızda otursun. Mustafa Kutlu yan dairemizde otursun. Gelsin kahve ikram edelim akşam vakti. Peyami Safa da olsun. Tanpınar gibi bir adam da mahallemizde komşumuz olsa daha ne isteriz? Gidelim ziyaret edelim, halini hatırını soralım, o da anlatsın. Ayfer Tunç da komşumuz olsun. Başımız sıkıştığında gidelim derdimizi anlatalım.
Kader Büyükbingöl
Edip Cansever'le komşu olmak isterdim. Apartman komşuluğu değil tabii kastım. Mesela, şöyle dağların arasındaki bir vadide, benim evim bir dağın yamacında onun evi diğer dağın, karanlık gecenin alelade bir saatinde, hayatı gözetlemek için elimi perdeye atıp hafif aralayınca, onun evinin ışığını görmek isterdim. Tıpkı bu gün her içim daraldığında açıp kitaplarına baktığım gibi, uzun uzun bakmak isterdim o eve. Sonra işte ya bitmiş şeyler için ödünç öteberi istemeye ya da sevincimizi tebriğe gider gelirdik. Her iyi komşu gibi biz de çok konuşmazdık elbette. Bakardık. orda mı? orda. 'İyiyim iyiyim' der serinlerdik.
Turgut Uyar: “Dünyanın karanlığından, bir aşk bahanesiyle kurtulmaya” hazırlanmak ve Turgut beni Uyar demek için… ki bunu demiştim bir şiirimde, o yüzden zaten komşum o benim. Hatta daha da yakınım.
Anais Nin: Bahçedeki aynaya onunla yanyana durarak bakmak isterdim. Çünkü söylemişti aynalarda sadece kadınların görmeyi göze alacağı şeyler var diye. Öyle…
Edip Cansever: “Yere dökülen bir un sessizliği”nin bıraktığı izi takip etmek için.
Boris Vian: Kurulu düzene ve onun kurucularına karşı çıkan bir yazar o, aynı zamanda şair, müzisyen. İsterdim elbet onunla aynı sokakta oturmayı.
Sevgi Soysal: “Bir insanın, bir insanın ama, bir Rosa’nın niçin eskidiğini bilmem gerek” demiş o yüzden…
Sylvia Plath: Kapıyı kırar, fırının gazını kapatır, pencereleri açar ve dışarı çıkarırdım onu. Ve derdim ki: Hey! Sen ölümsüzsün, üstelik sana ihtiyacım var.
Aytuğ Akdoğan
"Aklıma ilk Rimbaud geldi –ve bunun imkânsızlığı. Onun gibi bir seyyahla komşu olmak olanaksız olurdu, hiçbir zaman evinde olmayacağı için. Bukowski? O da her gece kafayı çekip kavga çıkartır, evime getirdiğimde ise her yere kusup, yatağımda sızardı. Dostoyevski, “kumar oynayalım” Nietzsche, “geneleve gidelim” Hemingway, "bıldırcın avına çıkalım” diye tutturur, Jean Genet ise eski bir alışkanlıktan ötürü birkaç şeyimi çalardı herhalde. Bence “iyi” yazarlardan uzak durmamız gerektiği gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. Yoksa başyapıtları bir yana, her tanışıklık bir hayal kırıklığı olacaktır."
Böyle bir sokakta Yaşar Kemal, Hasan Ali Toptaş, Bilge Karasu, Metin Altınok, Vüs'at O'Bener'in de yaşamasını isterdim. Hasan Ali Toptaş evinin camından sigarasını içine çektiğine görür, Yaşar Kemal'in dertli bir köylünün arzuhalini daktiloda yazdığını izler, çaprazında duran kahvede kucağında kediyle kahvesini yudumlayan Bilge Karasu'ya gülümser, öğrencilerini okulda bırakıp sokağa gelen Metin Altıok'a içerli bakar, Vüs'at O'Bener'in herkesi konuşmaya tutup selam verişini dikkatle içime raptederdim; Bener'in akşamki rakı masası için önce camdan Hasan Ali Toptaş'a seslenmesine, sonra sırasıyla Bilge Karasu, Yaşar Kemal, Metin Altıok'u da ikna edip en son bana, "akşam sen de gel" deyişiyine sevineceğimdendir. Bütün bu güzelliklere ve ustalıklara her gün şahit olacağımdandır.
Vladimir Nabokov. Benimle muhabbet etmeye tenezzül etmese de eve girip çıkarken görmek bile kendime çeki düzen vermeme ve yere sağlam basmama yeterdi.
Özgür Balpınar
Birbirimizi iyi anlayamayacak olmamızın güçlü ihtimalini hesaba katarak yabancı yazar veya şairlerle iyi bir komşuluk ilişkisi yürütemeyeceğimi düşünüyorum. Yine de bir ismin yakınımda olması benim için farklı bir tecrübe olabilir, o ana kadar aslında hiç kaybolmamış bir eşyayı bulmamı sağlayabilir. Konuşması da yazı dilindeki gibiyse, sabah kahvaltısında ondan güzel masallar dinleyebilirim: G. G. Marquez.
Öğle vakti çayımı Sait Faik'in evinde içmek isterim. Onun boşluğa dalan gözleri dahi bugüne kadar hiç dinlemediğim bir hikâyeyi anlatır. Sonra aceleyle kalkmam gerekir. Bilirim ki kendimi o güzel boşluğa kaptırırsam bütün günümü Sait'in dizlerinin dibinde geçireceğimdir.
Öğleden sonra Orhan Veli'yle o hep buluştuğumuz köşede buluşurum. Bir bahçenin duvarında pinekler, düşündüğümüzü hissederiz. Ama bunu büsbütün de söyleyemeyiz birbirimize. Çoğu zaman susmak için buluşmuş gibiyizdir biz. Olaysız dağılırız.
Akşamüstü Peyami Safa'nın balkonuna konuk olurum. Okkalı birer kahve içeriz. İlk ve son sözü hep o söyler. Dahası bunun için konuşması da gerekmez. Peyami'nin evine adım attığım andan itibaren bütün o eşyalar, kapı ve pencereler, sonra duvarlar, eski fotoğraflar beynimi kemiren bir gıcırtıyla konuşmaya başlar. Ama ne konuşma... Aklım sarsılır, tuhaf bir içbulantısı midem ve kalbimin arasına yerleşir. Bu rahatsızlık bir hastalık, yine rahatsızlanacağını bilerek buraya gelmeye karar vermek de...
Akşam olur. Ben sahile yürürüm. Edip Cansever her zamanki gibi oradadır. Bakışları her şeye anlam yüklemekle meşguldür. Beni görünce, "Nerdesin?" der gibi bakar yüzüme. Boyaları dökülmüş bir banka çöker, Edip'in zulasından iki tek atarız. O bakmaya devam eder. İmgeler havada uçuşur. Hemen kalkmalıyım. Yoksa kaybolacağım.
Ayaküstü Ümit Yaşar'a uğrarım. Az kaldığıma kederlenir. Bu cümledeki inceliği bir tek ikimiz anlarız. Buna belli belirsiz sevinir.
Gece, soluğu Yaşar Kemal'in yanında alırım. "Ben," derim, "bugün böyle harcadım vaktimi. Kötü mü ettim, iyi mi?" O şöyle bir kıpırdanır, kalın çerçeveli gözlüğünü düzeltir. "Yarın," der, "daha erken gel yanıma. Şimdi vakit epey geç."
Bora Abdo
Balıkçı Ve Tarihçi
Sanırım sabah beşte; yazın şehirden gelenlere plaj, kışın yaşayanlara ise yosunlu ve sessiz bir kuytuya dönüşen kayıkhaneye gitmek için ilk kapısını çalacağım komşum Halikarnas Balıkçısı olurdu. Deniz fenerleri, ağlar ve kırık sandal kürekleri görürdüm avlusunda. Çoğu zaman ben onları her parmağı ayrı renkte bir ele benzetirdim. Sonra birkaç ev sonra Reşad Ekrem Koçu’nun penceresinin altında soluklanırdım. Bahçesinde siyah beyaz bir köpek sessiz bakır su tasına yaslardı başını. Yığınla kâğıt parçaları ve kalemler dururdu ahşap masasının üstünde. Ağır adımlarla Nizam’daki rutubetli köprünün altından geçer denize varırdık. Zargana, istavrit ya da karagöz tutmak için küçük sandalımızla açılır ve uzaktan Heybeliada’yı izler, denizi anlatmalarını beklerdim heyecanla. Bazen sözlerini keser ve biraz da bilmiş bir tavırla;
“Çakar’ın orası daha iyi balık yapıyor,” derdim.
“Yüzeyde mi dipte mi ?” derdi, Halikarnas Balıkçısı.
O kadarını da bilemem derdim ve merak ederdim şu an yazdığı romanında sünger avcıları Çakar’ı biliyorlar mıydı yoksa sadece Bodrum’u mu bilirlerdi. Yine de bu soruların cevabını bana söylemeyeceğini sanıp iyicene işkillenir ve el oltamın misinasının ucundaki titremeyi beklemeye başlardım.
Reşad Ekrem Koçu Heybeliada’yı ve ilk korsan saldırılarını, keşişleri anlatırdı. Ona da soracağım bir sürü soru gelirdi aklıma ama çok soru sormak komşuluk ahlakına uymaz diye tedirgin olur vazgeçerdim. İki büyük ihtiyarın ortasında neredeyse kırklı yaşlarıma geldiğimi bir an unutur, yanlarında şımarmaya müthiş müsait bir çocuğa dönüşür, hatta bu akşam tuttuğumuz balıkları Kurşunburnu’nda kararmış bir tavada ve mavi bir tüpün üstünde kızartacağımızı da unutur, kırmızı şarap içip fena sarhoş olacağımızı filan da unutur, suyun, gökyüzünün ve parasızlığın ve işsizliğin Garip şairlerinin sık sık sözünü ettikleri derdin günün hasretlik, duygusuna vururdum kendimi. Onlar, tuzlu ve deniz kokan parmaklarıyla omuzuma dokunur;
“Bak Bora,” derlerdi.
Ben, bak evlat, demelerini yeğlerdim ve bunu bir bakışımdan ya da sanki bu yazdığımı okur gibi hemen anlarlardı.
“Bak Bora evlat, şu kayalıklarda bir zamanlar denizkızları yaşardı.”
Bakardım ve bir zamanlar o kayalıklarda geçen denizkızlarını anlattığım bir hikâye yazdığımı söylerdim.
“Geç onları,” derlerdi. “Onlar saçmalık. Okuduk o hikâyeni. Hani tecavüz edilen bir denizkızı zehirli salgılar salıyordu ağzından değil mi?”
“Evet,” derdim. Ve başlardık tartışmaya. O zaman ben de dayanamaz Balıkçı’nın (tartışırken birden Halikarnas Balıkçısı,
Balıkçı olurdu) Turgut Reis ve Parmak Damgası adlı kitaplarını eleştirirdim. Sesimi kısıp arada;
Ama ben Gündüzünü Kaybeden Kuş adındaki hikâyeni okuduğumda yazmaya karar verdim,” derdim.
“Sana öykücü diyorlar ama sen hep hikâye diyorsun,” derdi.
“Ustam, şimdi girmeyelim bu tartışmaya çünkü bitmiyor,” derdim, konuyu değiştirirdim.
“Aa bu zargana değil mi? Pek de küçük.”
O zaman da Reşad Ekrem Koçu;
“Zargana bir balık değil, bir sırdır,” derdi. “Eskiden İstanbul’da tuhaf, garip vakalar yaşanırdı.”
Sonra biraz elinde tuttuğu misinanın şeffaflığıyla Kaşıkçı Elması’ndan “Maymun fuhşa alet olur,” diye biçare hayvanları astırarak idam ettiren Maymunkeş Abdülkerim Efendi’ye, başına içi saman, talaş, hasır parçaları veya ziftli paçavra dolu bir kap koyup tutuşturarak padişaha “ateş istidası” veren dertlilerden mezarında başı kesilen şehzadeye kadar aklımı başımdan alan olayları anlatırdı.
Akşam balıktan döndüğümde, adaya aslında lapa lapa kar yağdığını anlar, balıkları kızartır, şarapları bardaklara doldurur ve uzaktan vapurları seyrederek sanki yanımda onlar varmış gibi tek başıma demlenip hazin bir yalnızlık duygusuyla yazdıklarını okur ve iyi ki komşularım değillermiş diye düşünürdüm. Onları okumayı, hayal kurmayı ve anlamaya çalışmayı hiçbir şeye değişmeyeceğimi bilirdim çünkü.
Deniz Tarsus
Yaşar Kemal kapı komşum olsun isterdim. Doğayla insanı iç içe koyduğu, ikisini birbirinden ayırmadığı için.
Birkaç ev ötemde Ursula otursa çok güzel olurdu. Gelen bütün mektuplara samimiyetle cevap yazarken izlerdim, bir güzel de uyuyakalırdım yanında.
Borges’le de komşu olsaydık harika arkadaş olurduk eminim ki. Kütüphanesinde oturup kitap okumama izin verirdi bence. Severdik birbirimizi büyük ihtimalle.
Kemal Tahir’le Yaşar Kemal’i yan yana evlerde oturturdum. Belki birbirlerini sevip arkadaş olurlardı.
Firdevsi ile Şehname’deki devleri ve büyücüleri konuşurduk.
Pavese’ye mukayyet olur, intihar etmesini önlerdim.
Begüm Kakı
Bir mahallede büyümenin tadını yaşayan, sokaklarda oynadığım çocukluğumla aramda henüz o kadar mesafe olmasa da ilk komşumun o yıllardan, çocukluk yıllarımdan olmasını isterdim. Yaş almanın keyfini yaşadığım, yaşlanmaktan korkmadığım bu yaşlarda çocukluk ve ilk gençlik çağlarımın yazarı Gülten Dayıoğlu olsun benim sokağımın baş köşesi. Her gün olmasa da haftada en az 3-4 ziyaretine gitsem, bana anlatsa seneler öncesini, bazen de Kiraz’dan bahsetsek. Karşı apartmanımda Didem Madak otursa, camdan cama en sevdiğim komşum olsa. O sihirli ve güçlü satırlarını yazsa, ben de göz ucuyla o satırları ilk okuma şansına erişsem. Zaman zaman oturup dünyanın bu haline, ahvalimize bakıp konuşsak, o da bana "ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, tırnaklarıyla düzeltemiyor insan" Begüm, diyebilse. Aynı apartmanda ben alt katta, Attilâ İlhan da üst katta otursa. Her sabah onun ayak seslerini takip etsem ve bir günaydın, bir güzel dize duymak için aşağıya indiğinde kapıyı açıp onunla sokağın sonuna kadar yürüyüp güne öyle başlasam ve her günüm o sabahlar gibi aydın olsa....