Tarık Tufan’la yeni öykü kitabı Beni Onlara Verme’den hareketle, bizi, onları, aramızdaki görünmez duvarları, uzak semtlerin göçüp gitmiş insanlarını, tuhaf mutluluk tasavvurlarını, erkekleri, kadınları ve bu vesileyle azıcık da erkek edebiyatçıların kadın karakterlere biçtiği rolleri konuştuk. Sohbete iki doz içtenlik katınca, lafı kavgasız gürültüsüz tatlıya bağladık.
Öykülerin fonundaki semtle başlayalım. Haritada bir karşılığı var mı oranın? Hem coğrafi haritayı hem de kalbin haritasını kastederek soruyorum bunu. Varsa eğer, koordinat verir misin rica etsem?
Hem coğrafi haritada hem de kalbimin haritasında gayet belirgin bir karşılığı var o semtin. Elbette koordinat verebilirim ama bir uyarı yapmayı da kendime vazife görüyorum; dışarıdan baktığınızda, anlattığım hikâyelerin fonunda duran semtin orası olduğuna dair derin bir kuşku içine düşebilirsiniz. Hem zamanın alıp götürdükleriyle ilgili bu hatırlatma, hem de bir mekânı yaşamanın son derece kişisel niteliğiyle ilgili. Olaylar Haydar semtinde geçiyor; Unkapanı’yla Balat’ın buluştuğu yerden içeri girdiğinizde sizi karşılayan eski bir semtte. İstanbul’un göbeğinde. Her yere çok yakın ama tuhaf bir şekilde her yere çok uzak. Görünmez bir duvarla çevrili. Eskiden taksiyle gidebilmek için taksiciyi ikna etmeniz gerekiyordu. Çok sevimli, sempatik bir semt olmadığını saklamanın lüzumu yok. Okur bu anlattıklarımdan otantik bir İstanbul semti gezme fikrine kapılsın istemem. Ama o vakitler, o semti içeriden yaşamak çok başkaydı. Dışarıdan gelenler için çok iyi vakit geçirmek mümkün olmayabilir fakat içeridekiler için başka. İçeride olmak aslında bütün manalarıyla kullanılabilir. Orada yaşayan herkes içeride sayılırdı. O dönemin Haydar’ını, Çırçır’ını yaşamanı isterdim. Çok severdin. İnsanların aynı anda hem deli gibi öfkeli hem de ölesiye merhametli olabildiğini görmek çok anlatılası bir hâl değil midir sence de? Mahallenin kadını olmak, mahallenin adamı olmak, mahallenin çocuğu olmak, o mahallede yerleşik olan derin ve güzel duygunun bir parçası olmak. Yani bütün farklılıklarınla semtin insanı olmak; bölüşmek, dayanışmak, iç içe geçmek. Bir yandan sert, belalı, kavgalı gürültülü, hadisesi bol bir semtten bahsediyoruz bir yandan da herkesin komşusuyla ekmeğini paylaştığı, kimsenin aç açıkta kalmadığı, bir araya geldiğinde çok eğlenceli ortamların oluştuğu bir semtten bahsediyoruz.
Ne yalan söyleyeyim, ben korkarım öyle kendi adaletine teslim yerlerin merhametinden, güvenliğinden. Evler, mahalleler, o nostaljik duygularla hatırladığımız kadar şefkatli yerler olmayabilir çoğu zaman. Bir semtin kadını, erkeği olmak, oraya ait olmak, en nihayet bunun diyetini de ödetmez mi insana? Ece Ayhan “Anahtarlar” şiirinde, “İçerdekiler içerlerde, dışardakiler dışarlarda kalmışlar” der. Hem zaten kapatılırsa eğer, her yerden kaçmak istemez mi insan? Sana da öyle gelmiyor mu?
Böyle semtler muhayyel bir duvarla örülü gibi durur ama öyle değil; kalın, güçlü ve insanların hayal gücünü aşacak kadar eski. Herkes kaçmak ister elbette. Çok azının gücü yeter. Öyle mahallelerden korkmak gerekir mi? Evet. Ben de korkarım. İçindeyken de dışındayken de korkarım. Sözünü ettiğimiz şefkat de tuhaf bir çaresizlikten doğuyor. Her şey derin duygular üzerinden yaşandığı için tepkiler çok güçlü. Ölesiye sevmek, severken öldürmek gibi haller sık yaşanıyor. Acının sıradanlaşması gibi çok ağır, çok riskli bir ruh hali var buralarda. Bir süre sonra ortak tahayyül şöyle açığa çıkar: Sevenler ölür, delikanlı adam vurur vurulur, mahallenin namusu birilerinden sorulur. Bütün bunların birer diyeti var. Bu yüzden okurun aklına nostaljik bir mekan gibi şeyler gelmesin dedim.
Gemide filmi geliyor insanın aklına okurken. Malum, gemi bir ülkedir. Hakan Bıçakcı’nın Otel Paranoya’sındaki otel de bir ülkeydi bence. Çok tanıdık bir ülke. Yoksullukla, haksızlıkla, kendi adaletini kendi sağlamaya çalışırken girip kaybolduğu karanlık yollarla senin o semt de bir ülke. Yorgun bir ülkenin minyatürü yani. Senin semtindeki çaresizlik hissiyle bizim büyük çaresizliğimiz arasında nasıl bir bağ kurarsın?
Hepimiz bir yerlerden geldik o semte. Kimimizin anne babası veya dedesi gelmiştir. Şehrin bir yerinden tutunmaya gayret ediyorduk; küçücük evlerin içine, küçücük hayatların içine sığmaya çalışıyorduk. Tahsil yüzü görmemiş ağabeylerimizin “hayat fakültesi” diye söz ettikleri fakültenin tam olarak nerede olduğunu kavramaya çalışıyorduk. Yoksulduk, ucuz iş gücü olarak çalışıyorduk bu da bizi gereğinden fazla öfkeli ve gururlu yapıyordu. Semtin adamları şehrin diğer yerleriyle ve insanlarıyla aralarındaki uçurumu başka türlü kapatmanın yolunu ararken kabadayılığı, delikanlılığı bulmuşlardı ve gittikleri her yerde mevzu yapıyorlardı. Bir kısmı gece gündüz çalışmayı, alın teriyle, emeğiyle helal rızık kazanmayı yol bellemişlerdi ve başımızın üzerinde yerleri vardı. Yırtmak kelimesi, zihnimizde o vakitler bir şeye karşılık gelmiyordu ama imkân bulduğunda yırtan insanlar vardı. Sayıları azdı ama geride kalanlar için bir umut olarak hikâyeleri yürüyordu. Bir dönemin bittiğini, bir şeylerin geride kaldığını fark ediyordu bütün semt ama yeni dönemin dilini çözebilecek kadar detaylara işleyen bir düşünme şekli yoktu insanların. Bir döngüye hapsolmuş gibiydi semt; herkesin çocuğu kendine benziyordu bir süre sonra. Eskilerin hikâyelerini birbirlerine anlatıp delikanlılıklarını ortaya koyuyorlardı. Artık Arap, Kürt, Laz kabadayıların devrinin geçtiğini kabul etmek istemiyorlardı. Kadınlar için vaziyet biraz daha zordu. Erkekler gurur yapıyordu ve ucuz ekmek kuyruklarında kadınlar bekliyordu. Fakirlik kağıdı almaya kadınlar gidiyordu. Okuldan çocuğun velisi çağrıldığında kadınlar koşuyordu. Hastanede kadınlar refakatçi kalıyordu. Yatalak hastaların, yaşlıların terini, bokunu kadınlar temizliyordu. Çaresizlik deyince belki tam anlaşılmıyordur diye lafı bu kadar uzattım. Ya da anlaşılıyordur. Semt bütün dertlerini bir sonraki kuşaklara devrediyordu. Bizim büyük çaresizliğimiz de bu.
KAHRAMANLAR HEP ERKEK Mİ OLACAK?
Öykülerin çoğunda bir güzel kadın meselesi var. Anlatıcıyı neredeyse travmatize etmiş gibi görünen bir güzel kadın algısı. İnsan bir noktada bir takım güzel kadınlar birleşip yazarı dövmüş filan olabilir mi acaba diye düşünmeden edemiyor. Nedir bu güzel kadın sorunsalı?
E madem ki mesele anlaşılmış daha fazla gizlemenin de bir anlamı yok. Ne vakit, nasıl bir araya geldiklerini bugün hâlâ anlayabilmiş değilim. Tamam, şaka bir yana güzel kadın meselesinin bu kadar bahsedilmesi benim de başlarda çok fark ettiğim bir şey değildi. Ama sonra bakınca ben de anladım. Bir meseleyi çok açık yüreklilikle ifade edeyim ve inan bana tevil etmek için söylemiyorum: Buradaki güzel ifadesi öyle bildik türde, estetik normlarda güzel değil. Burada asıl olan aşk bahsi; aşık olunan bütün kadınlar güzel. Aşığın gözünden bakıyoruz ve zaten başka türlüsü mümkün olabilir mi? Dolayısıyla bir sorunsal değil bu. Anlatılmaya değer en büyük hikâye aşktır ve hikâyeler erkek gözüyle anlatıldığından bütün kadınlar güzel oluyor. Hikâyelerde çok güzel olan birkaç kadın var elbette. Türkiye Güzeli Nilay mesela. O çok güzel. Buradan bakılmasını arzu ederim. Aşk varsa çirkin diye bir şey yok. Çirkin diye bir şey modern insanın muhayyilesinde bir korku objesi olarak var. Daha çok kozmetik alması için motive edici korku unsuru. Ben oralardan bakmıyorum. Anlatımın bir unsuru biraz da. Masalsı bir şey. Güzel kadın. Masallarda olur ya, öyle bir şey. Lafı çok mu çeviriyorum? Diyeceklerim bu kadar.
Evet çok çevirdin ama güzel çevirdin. Biz yine de kadın meselesinden devam edelim tabii. Kadınlar asıl kahramanlar olan erkeklerin varlığını tamamlamak için çağırılmış destek kuvvetler şeklinde yer alıyor sanki öykülerde. Genellikle aşık olunan, hayat karartan tiplerden bahsediyoruz. Ya şeytan, ya kurban. Finalde de sık sık erkeklerin yıkımına yol açıyorlar. Kadınlar edebiyatta ve hayatta sadece bu işe mi yarar? Ya da şöyle sorayım, kahramanlar hep erkek mi olacak?
Tamam bu eleştirini kabul ediyorum. Yazarken düşünemediğim bir şey. Çok erkek bir anlatı olduğunu buradan bakınca ben de fark ettim. Böylesi kadın karakterlerin dışında başka kadın karakter var mı diye bakayım dedim ama sanırım gerek yok. Baskın bir şekilde söylediklerin doğru. Daha önce yazdıklarımla da ilgili aynı tespitler söylenmişti. Bu kadar insan yanılıyor olamaz. Anlattığım semtin biraz erkek kafasıyla yürüdüğünü söyleyebilirim ama çok güçlü kadın karakterlerin varlığını ortadan kaldırmıyor bu durum. Maalesef tuhaf bir erkek kafasıyla yazmışım.
Haydaaa! Biz eleştirinin böyle olgunlukla kabul edilmesine pek alışkın değiliz. Kavga ederiz diye düşünmüştüm ama ezber bozdun şu an.
Zaten olan olmuş Nermin. Bir de haklılık aramak için üste çıkmaya çalışmanın gereği yok.
“ESAS KATİL HEP BİR MASKE KULLANIR”
Peki o zaman, ben de hakkını yemeyeyim. ‘Yarım’ mesela, hem sınıf meselesi hem de patriyarkanın görünümleri üzerine okunabilir bir öykü. Aslında bütün öyküler sınıfsal bir gerçeklikten yükseliyor. Yoksulluktan gelen çaresizlik çiziyor hayatların haritasını. Ya da başka bir şey mi dersin? O semtte kararan hayatların esas katili kim?
Sınıf gerçeğini doğru tanımlamak şartıyla gündelik hayatımızı, ilişkilerimizi şu ya da bu şekilde kuşatmış olan her meselenin sınıfsal bir gerçeklikten neşet ettiğini söylemek yanlış olmaz. Hayatımızda yer tutan bütün gerçeklik alanlarında irili ufaklı iktidarlar hüküm sürüyor. Bu mikro ve makro iktidarlar hiç kuşkusuz kalın ve derin çizgilerle bireylerin etraflarını çeviriyor. Yeteri kadar zeki değilsen, sosyal değilsen, rekabetçi değilsen, aidiyet gücün yüksek değilse, eğitimli değilsen, sosyal ilişkilerden çıkar devşiremiyorsan, kariyer planın yoksa, ihtirasların eksikse, tüketim alışkanlıkların farklıysa, mutluluk peşinde koşmuyorsan, verili kimliklerin kutsiyetine inanmıyorsan yoksul, yoksun ve çaresiz oluyorsun. Bunları dayatan bütün iktidar kurguları insanı çaresizleştirir. Sanayi devriminden bu yana böyle. Esas katil hep bir maske kullanır, hep bir perdenin arkasından konuşur. Gücünü de tam da buradan alır. Araya sebepler serpiştirerek kendisini gizleyebilir. Bir hayat kurgusu olarak hepimizin üzerindedir, oradadır ve çoğu kişiden kendisini saklayabilir. Büyük fikir adamları meselenin farkındadır. Bizim semtteki çaresizlik ve kararan hayatlar da bu büyük ölümün küçük bir parçası.
Herhalde o toplu ölüm bir tür yekparelik aradığından, küçük parçalar kopamıyor bir türlü birbirinden. Öyküdeki karakterler kitap boyunca bir görünüp bir kayboluyor. Bir öyküde hikâyesi anlatılan baş kahraman, bir diğer öyküden şöyle bir süzülerek, bazen sadece gölgesini gezdirerek geçiyor. Sana bu oyunu oynatan neydi?
Okuru bir dünyaya çağırmak istedim. Bakın burada çok acayip meseleler var; tanıyınca çok seveceğiniz kadınlar, erkekler var demek istedim. O insanlar artık yoklar demek istedim. Arkalarından ağlamamak için lafı uzatmak istedim. Sonra gerçekle hayal iç içe geçsin istedim. Oyun haline dönüşürse daha az acıtır diye düşündüm. Anlatırsan bir biçimde varoluşları sürer diye hayal ettim. Bu öyküleri yazmaya başladığım andan itibaren bir araya getirmeyi düşünüyordum. Böylece okuru aynı atmosfer içinde aynı insanların yer aldığı ortak bir hikâyeye çağırmış olacaktım. Okur bir manada hangi sokakta kiminle karşılaşabileceğini önceden kestirecekti. Kahvenin nerede olduğunu, ganyan bayiinin, caminin, çıkmaz sokağın nerede olduğunu bilecekti. Sanırım öyle de oldu.
Öyle olmuş. Sokağa gitsem, o kadın nereden geçmişti, o adam en son nerede görülmüştü, bulurum gibi geliyor. Öyle anlatmışsın yani. Bir de bazı öykülerde büyülü, masalsı atmosfer öne çıkıyor. O atmosferi tanımlarken dilinin kıvamı da değişiyor. Şerbetli, iştahlı bir dil kullanıyorsun. Biçim mi dili çağırıyor sende, yoksa dil mi biçimi şekillendiriyor?
Bu biraz zor soru. Zorluğu sorunun anlaşılmaz olmasından ziyade insanın kendi dilinin etkileşimlerini her zaman fark edememesinde. Senin şerbetli, iştahlı diye tabir etmen çok hoşuma gitti. Bir daha sorarlarsa böyle söyleyeceğim; şerbetli ve iştahlı bir dil kullanmayı seviyorum. Biraz iç dünyam da böyle. Anlatırken böyle anlatmayı tercih ediyorum. Bu açıdan düşününce atmosferden ziyade anlatım tarzıyla ilgili olduğunu zannediyorum. Dil biçimi şekillendiriyor. Yine de bunun mutlak olmadığını söyleyeyim. Genelde böyle ama bazı anlarda biçim dilin bütün imkânlarını kendi etrafında topluyor. Bazen de o büyülü, masalsı anlatı insanların arasında yaşananları aynen anlatmakla ortaya çıkıyor. Mesela adam yemin billah ederek ölen bir kabadayının otopsisinde çift yüreğinin çıktığını anlatıyor. Bu yeteri kadar büyülü değil mi?
Gayrimeşru koşturmak gibi dünya tatlısı deyimlere de rastlıyor insan metinlerde. Deyimler sözlüğü yazmıyor bunları. Argo sözlüğü de yazmıyor bir kısmını. Her semtin kendine ait bir dili mi var? Ve sen o dilin sözcüklerini mi biriktirdin acaba?
Her semtin bir dili var evet. Bunlar yazıldıkça sözlüklere girme ihtimali ortaya çıkacak. O dilin sözcüklerini yazmak için biriktirmedim. Aslına bakarsan o dili halihazırda kullanıyorum. Bazı anlarda başka türlü söylenişi yokmuş gibi de geliyor. Özellikle çok farklı yerlerden bir araya toplanmış insanların yaşadığı eski semtlerde çok tatlı bir alt dil kuruluyor. Herkes kendinden bir şey katıyor o dile. Eski semt olduğu için de zamanla epeyce bir şey birikmiş oluyor. Bu yüzden argosu çok zengindir.
BULAMAMANIN SANCISIYLA ANLATMAK
“Huzursuz bir ruhum var benim. Bu dünyada yersiz yurtsuz kalmaktan belki” diye açtığın kitap, “Acımızı saçtığımız her yeri yurt edinme ihtimali var mıdır?” diye bitiyor. Bir soruya cevap arar... hatta dur, kendine bir yer arar gibi yazmışsın. Bulabildin mi Tarık?
Bulamadım. Bulurum sandım bulamadım. Çok dolaştım, aradım, yine bulamadım. Kırk yaşıma gelince tekrar eski semtime döndüm. Bunu insanın itiraf etmesi kolay değil, umutsuzluğa düşüren bir şey ama gerçek şu ki dönünce ortada ne eski semt vardı ne de eski ben. Mutlu son yok Nermin. Mutluluk dediğimiz şey insanlığın en büyük hurafesi. Bir gram kalbi olana mutluluk yok bu dünyada. Şimdi bulamamanın sancısıyla anlatıyorum. Bulan neden anlatsın ki? Aramaya devam edecek miyim? Evet. O da benim iflah olmaz huzursuzluğumun bir parçası.
SANAT, MUHALEFET VE ÖBÜR BIÇAKSIRTI MEVZULAR
Bu yer arama meselesinden hareketle farklı camialardaki, mesela edebiyattaki topluluklar, hadi çok kullanılan adıyla söyleyelim mahalleler hakkında ne düşünüyorsun? Bu tanımlar, onların yarattığı beklentiler seni rahatsız ediyor mu, yazarken sınırlıyor mu mesela?
Bu mahalleler sosyolojik, aktüel politik meselelerle belirginleşiyor ama bir yandan da adı konulmamış bir çıkar ilişkisi meselesi var. Göstermelik duyarlıklar, sahte duygulanımlar, kirli ve hamasi uzlaşma biçimleri insanları bir mahalledeyiz duygusuna çekebiliyor. Edebiyat nihayetinde yalnız bir yürüyüştür. Edebiyatçıların kendi tarafları, kavgaları, nefretleri, sevgileri, hüzünleri, sevinçleri vardır ama bunu bir mahallenin adamı olmak şeklinde gösteriye, performansa dönüştürmesi onu bir edebiyatçı olmaktan çıkartıp siyasetçi durumuna sokar. Sosyal medya birçok edebiyatçıyı tuhaf bir performansın içine soktu. Edebiyatçının örneğin politik olma hâli toplumun genel tasavvur ve eylemlerinden farklı olmak zorundadır. İnsanın ve hayatın derin hakikatine yakın olmak gibi bir yalnızlığa razı gelmek durumundayız. Hiç kuşkusuz bu bağlamda ortaya çıkan beklentilerden etkilenmemek kolay değil. Bu beklentilerin beni sınırlamadığını zannediyorum ama farkına bile varmadan bilinçaltımın diplerinden etki ediyor olabilir. Büyük büyük laflar etmek istemem.
Şu politik olma meselesini azıcık daha konuşalım biz gene de. Bahsettiğin şov halini anladığımı sanıyorum ama en nihayet sanatçıya da bir rol düşmez mi dünya yanarken? Camus’nun dediği gibi, “belki doğruluk nedir bilmiyoruz ama hiç değilse yalanın ne olduğunu biliyoruz.” Bu noktada sanatçının muhalefetine değil herhalde itirazın? Kimi durumlarda, niyetine mi o zaman?
Sanatçı muhalefetine asla itirazım olamaz. Olabilir mi böyle bir şey? Bir dil ve üslup meselesini tartışmak istiyorum. Örneğin Oğuz Atay’ı nasıl eleştirdiler geçmişte? Yeteri kadar politik olmamakla. İkinci Yeni de aynı eleştiriden nasibini aldı. Oysa Atay da İkinci Yeni de muhalifti. Muhalif olmak, büyük bir cesaretin yanı sıra incelikli bir zekâ, geniş bir kalp, titiz bir hassasiyet ve sorumluluk gerektiriyor. Bir şeye muhalif olurken başka bir iktidar alanının kutsanmasına itiraz edebilmeliyiz. Bu zeka ve hassasiyet, bize bütün iktidar alanlarına dikkat kesilecek keskin bir ölçü koyabilir. Dünya yanarken elinde ateş tutan ekonomik, politik, ulusal, uluslararası bütün iktidar temsillerine ve araçlarına ayırt etmeksizin tepki vermek gerekir. Sırf kendine benzediği için gözlerini kapatmak ahlaki bir tutum değil. Farklı mahalleler, duyarlıkları kendi aralarında bölüştüler. Herkes bir diğerinin acısına kayıtsız kalmaya başladı. Ölümler, acılar arasında seçim yaparak tepki gösteriyoruz. Bu da ortak iyinin kaybolmasına neden oldu. Bunu düşünmek zorundayız. Her muhalifin diline, niyetine, masumiyetine ikna olmak zorunluluğu da yok. Bir gücün ahlakını, eylemini reddederken aynı ahlaksız söylem ve araçlara tevessül edemeyiz. Mahalle ve alkış şehveti hakikat algımızı bozuyor. Herkes hakikat üzerinde mülkiyet iddiasında. Herkes, her an haklı olabilir mi? Oğuz Atay’ı büyük edebiyatçı kılan bu bağımsız ve arafta olma halidir. Atay’ı büyük edebiyatçı yapan ölçüsüz nefreti değil, keskin bakışları, büyüleyici dili, derin tasavvurudur. Bunu bir özeleştiri ve tartışma konusu olarak, öncelikle kendimden başlayarak bu dönemin edebiyatçılarının önüne koyuyorum.
Koy bakalım. Biz vicdanımızı açtığımız ve kapadığımız örnek olayları da yan yana dizerek, bunu daha çok tartışırız. Şimdilik sohbetimize son verirken, ben de senin önüne az evvel konuştuğumuz başka bir mevzuyu koyayım müsaadenle. Şu ara bir roman üzerine çalıştığını biliyorum. Hikâyesi de çok heyecan verici. Erkeklerin zaten yolunu buluyor ama şimdi artık senden fırtına gibi bir kadın kahraman bekliyoruz Tarık. Bu konuda sözleşebilir miyiz?
Nermin bu konuda en azından samimi, içten bir gayret içinde olacağımın sözünü verebilirim. Başarabilir miyim bilmiyorum. Ama emin ol buna kafa yoracağım. Bunu söylerken aynı zamanda hakikatin bütününe vakıf olma niyetiyle söylüyorum. Yani kadın karakterin böyle anlatılması hakikat duygusunu zedeliyor. Bu çaba aslında hakikate sadakat göstermekle ilgili. Bu söyleşinin bende böyle öğretici bir yanı da oldu. Teşekkür ederim.
Bu içten sohbet için asıl ben teşekkür ederim.