Nasıl ki insan âşık olacağı kişiyi seçmez seçilir, aşkın içine girmez düşüverirse, edebiyatın da hayattaki yeri aynı şekilde benzerdir. İki çakıl taşının birbirine sürtünmesi gibi insan içindeki hakikatle temas eder.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler kitabında roman yazmak isteyen genç bir arkadaşının, yazmadan önce Anadolu’ya gidip, köy köy, kasaba kasaba dolaşmak, halkın psikolojisini tetkik etmek istediğini anlatır. Arkadaşının amacı, memleket halkının halet-i ruhiyesini ortaya çıkarmak, insanları yazacağı romanda en iyi şekilde konuşturmaktır. Arkadaşı dediğini de yapar. Bir süre Anadolu’yu gezer. İnsanları dinler, onlarla konuşur, hikâyelerini toplar. Sonra geri döner. Fakat bir türlü romanı yazamaz. Romanı düşüncede kalır. Hayatı kaldığı yerden devam eder.
Tanpınar bunun nedenini şöyle açıklar, “Dostum bu yanlış adımda haklı idi. Bütün gençliğinde ona bunu tavsiye etmişlerdi: ‘Halkın arasına karışın, köye, kasabaya gidin… Yalnız orada hakikat vardır…’ Hiç kimse ona dememişti ki, ‘Sen yalnız başına bir realitesin, bu realiteyi bize anlat. Yaşadığın saati, duyduğun günü, her gün içini parçalayan sızıları ve her akşam sana yaşamak aşkını veren ümitleri anlat…”
Tanpınar’ın söylediği şey kıymetli ve sahicidir. Arkadaşının hikâyesi âşık olmak isteyen, fakat bunun için nasıl âşık olunacağını öğrenmeye çalışan bir adamın hazin durumunu andırır. Nasıl ki insan âşık olacağı kişiyi seçmez seçilir, aşkın içine girmez düşüverirse, edebiyatın da hayattaki yeri aynı şekilde benzerdir. İki çakıl taşının birbirine sürtünmesi gibi insan içindeki hakikatle temas eder. Sonra ateş onu öylesine sarar ki boğulmamak, yanmamak, kaybolmamak için yazmaya başlar. Aşk da olduğu gibi ya yanıp kül olur kendi ateşinde, ya da eriyip başka bir şeye dönüşür içinde.
Neden böyle olur? Neden bir insan durduk yere yazmak ister? Neden yazamayan birisi delirir? Bilinmez. Belki de neden insanın kendisidir. Kendi nedenine bir cevap bulmak için yazar. Enlemlerin ve boylamların arasına sıkıştırılmış dünyada nereye denk düştüğünü merak eder. Derdine bir çare, aşkına bir maşuk, kendine bir ben bulmak ister. Sözcüklerin gelip neden kendisini bulduğunu, içindeki kapıyı çalan elin kime ait olduğunu, ilham dediği gizemin sırrını bilmek ister. Bilemezse delirir. Belki de bu yüzden Sait Faik, yazmasam delirecektim der.
Yazmak, hayatın anlamını, var oluşunun aslını, ilahi aşkı bulmak için bir yol’dur. Her yol’da olduğu gibi burada insanın aradığı şey kendisidir. Ne yola çıkmak, ne yolun sonunda bir yere varmak önemlidir. Aslolan harfler, sözcükler ve onların arasındaki boşluklardır. Yazar bunu gördüğünde, işte o zaman içindeki kapıyı biraz olsun aralamış olur. Yolu yürüyenin aynadaki aksi, kalemi elinde tutan kişinin gölgesi olduğunu bilir. Latin Amerika’nın kesik damarlarından coşkuyla akan Eduardo Galeonu bu yüzden şöyle söyler, “Kitaplar beni yazıyor, ben onlar için yazıyorum. Sözcükler içimdeki kapının çalınma vaktine kadar yavaş yavaş, uysalca büyüyorlar. Duraklarımın kapısını çalıyorlar, ellerimin kapısını çalıyorlar. Tık tık tık, dışarı çıkmak istiyorlar, daha fazla şeye ulaşmak istiyorlar.”
Evet, bir insan neden yazar?
Zamanın mevsimlere, ayların günlere, günlerin saatlere bölündüğü bir dünyada neden yazmak ister?
Belki de içindeki “saatleri ayarlamak isteyen adam”a daha fazla söz geçiremediği için. Kim bilir…