Artful Living için ikinci söyleşimi çok sevdiğim dostum Buket Uzuner ile yaptım. Birlikte gerçekleştirdiğimiz “İçinden Roman Geçen Şarkılar” sahne gösterisinden sonra ilk kez bir araya geldik ve yeni çıkan romanı "Toprak"tan, kadın olmaktan, mitolojiden, aşktan, yalnızlıktan ve daha birçok şeyden konuştuk.
Sevgili Buket, öncelikle yeni romanın Toprak’ın doğuşunu kutluyorum. "Tabiat Dörtlemesi"nin ikinci kitabı olan Toprak da tıpkı Su gibi büyük bir çıkış gerçekleştirdi. Romanın birçok özelliği var, ben önce kadın karakterle başlayacağım. Edebiyatımızda çok fazla kadın karakter yok. Defne Kaman bu anlamda çok önemli. Peki, Uyumsuz Defne Kaman’ın sendeki yeri nedir?
Evet, kadının adı üçüncü sayfa haberlerinde adı "namus cinayetleri" olan namussuz katliamlar dışında her alanda kayıp ülkemizde... Edebiyatımızda da bağlantılı olarak adıyla soyadıyla anılan bir kadın karakter olmadığı gibi var olan kadın karakterlerin çoğu da solgun, silik, yardımcı rollerde... Sinemamızın önemli filmlerine bakın, kadın karakterler ikincil, taşıyıcı karakterler, yani var olanların içi doldurulmamış. Aşk, tutku romanları yazan erkek yazarlarımızın yazdıklarına bakıyorum. Kadın var mı? Yok mu? Gölge mi? Belli değil. Osmanlı'nın son dönemindeki romanlarda kadın evin içine hapis, sarayda kanunen köle sınıfında ama Cumhuriyet dönemi, hatta 21. yüzyıl yazarlarında bile durum böyle. Oysa bir kadın olarak doğmuyorsunuz insan olarak doğuyorsunuz. Dünyaya hepimiz insan olarak geliyoruz. Bize kadın olduğumuz sonradan anlatılıyor. Oğlum Amerika’da ilkokula giderken yaşadığımız bir olay bana bu konuda önemli bir farkındalık kazandırdı. Sınıfta New Yorklu farklı ırktan çocuklar vardı ve öğretmen çocuklara arkadaşlarınızın resimlerini çizin ve boyayın dediğinde çocuklar herkesi mavi, kırmızı ya da turuncuya boyuyor. Yani kafalarında zenci/siyah, sarı/Çinli, beyaz ırk kavramı yok! Ayrımcılık, ırkçılık, cinsiyetçilik toplumsal bir öğreti, doğuştan zehirlemiyor bizleri... Fakat büyüdükten sonra “ama o siyah, sen beyazsın” dendiği için onu görmeye başlıyorlar. Yani insanlar “ben siyahım, ben beyazım” diye doğmuyor. Kadınlık da böyle. “Ben dişiyim, ben erkeğim” diye doğmuyoruz, toplum bunu bize dayatıyor.
Çok sevdiğim Fransız yazar ve felsefeci Simone de Beauvoir’ın "İkinci Cinsiyet" adlı kitabını ilk gençliğimde okuduğumda da benzer bir çarpılmayı yaşamıştım. Çünkü dünyada en çok siyahların ezildiği söyleniyor ama aslında o siyah adam bütün sıkıntıları çekip eve gittiğinde kendi karısını dövüyor, bıçaklıyor, taciz ediyor. Yani insan olarak, ırksal olarak ikinci sınıf görülmek başka, bütün sınıfların içinde o sınıfın kadını olmak başka. Bu bilinçaltımıza çok şiddetle işlenmiş. Her toplumun kendine göre kuralları var. Toplumun sosyal düzeyine göre de bu değişiyor. Değişmeyen kadının her yerde emeğiyle, bedeniyle ve haklarıyla en alta itilmesi... Yani dünyanın her yerinde en çok kadın ve işçi sınıfı eziliyor. İşçi sınıfı içinde de kadını ayrıca eziliyor. O yüzden çocukluğumdan beri ben kahramanı kadın olan kitaplar bulamamaktan yakınan biri oldum! Nasıl ki, bizlere farklı biçimlerde “sen bir kızsın, kızlar macera yaşayamaz” diyorlarsa, Hemen bütün filmler, romanlar ve masallarda prenses bile olsa kızları evlendikten sonra hayatları biter! Ondan sonra hayatın en eğlenceli ve maceralı kısmı ki, sokaktadır- artık o prensin, kralın veya büyümüş erkek çocuğunun tekelinde kalır. Ergenliğe kadar kızların okullarda matematik ve fende oğlanlardan önde olması, sonra geri kalmalarının nedeni de budur! Kadınlar geriye çekilin ve tümü erkeklerden oluşan kralların, siyasetçilerin, idarecilerin, din adamlarının koyduğum kurallara uyun! Edebiyatın en ünlü kadınları Madam Bovary, Anna Karenina ve Aşk-ı Memnu'nun Bihter var ama sonları kurallara uymadıkları için felaket.
Bir Kadının Uyumsuzluğu Çok Tehlikeli Bir Şeydir
Uyumsuz biraz da bu yüzden değil mi Buket? Kadından hep uyumlu olması ve böyle yaşaması isteniyor çünkü.
Uyum, hakikaten ilginç bir kavram. Örneğin, uyumsuzluk bir erkek için onun cesaretine ve zekâsına yorumlanır, kabul görür. Ama bir kadının uyumsuzluğu tehlikeli bir şeydir. Örnek olabilir. Bu yüzden onun düzeltilmesi, uyumlu hale getirilmesi lazımdır. İşte ben Toprak romanında "uyumsuzluk" gibi kadında takdir edilmeyen bir özelliğe sahip bir karakteri üstelik bir kadının üstüne yükleyerek bir anti kahraman yarattım. Bütün uyumsuzların koşa koşa okudukları bir roman olsun istedim. Şu ana kadar okuyanların çoğu da galiba kendini buldu.
İlk Defne bebek de geçen ay doğdu değil mi?
Evet. Romanlarımdan çocuklarına, torunlarına, yeğenlerine isim koyan okurlarım var; çok şanslı bir yazarım! Düşünsene roman kahramanlarımın adlarından yüzlercesi yaşıyor benimle aynı memlekette! Ada, Tuna, Nilsu, Teo, Aras. Şimdi de Defne ve Umay var. Yayınevimizin çalışanlarından genç bir arkadaşım yeni doğan kızına Defne Kaman'dan ilhamla Defne adını verdi, beni hastaneden aradıklarında bir bebeğe daha edebi isim annesi oldum diye, havalara uçtum!
Umay Nine de Defne Kaman kadar önemli bir karakter Toprak’ta.
Onu öyle planlamamıştım açıkçası. Emekli eczacı Umay Bayülgen, ilk başta ikincil bir karakterdi ama yazdıkça büyüdü, güçlendi ve sonunda torunu Defne’den rol çaldı. Bazı karakterler öyle oluyor. Mesela Sahaf Semahat de öyle. Bir kere bizde çok az kadın sahaf var ve o da hayatıyla, karakteriyle bir anti karakter. Gösterişsiz, cılız, kendine bakmayan, yıllardır etek giymemiş, kadınlığını örterek sakladığı bir sırrı var onun. Onun sırrını Hava romanında öğreneceğiz çünkü bu kez Sahaf Semahat’ın doğduğu şehre gidiyor Defne Kaman. Ben ikinci kitapta çok gölgede bırakmak istiyordum onu ama o kadar öne çıktı ve insanlar o kadar sevdi ki Sahaf Semahat’in sırrı diye bazı okullarda özel ödevler verilmiş, “ne olabilir?” diye tartışılmış. Bu yüzden ikinci romanda da Umay Nine’nin sırdaşı olarak onunla seyahat etmeye başlıyor. Açıkçası ben roman karakterlerimin kaderini kontrol edemiyorum!
Yazmaya başladıktan sonra karakterin değişmesi, belki işlerin biraz çığırından çıkması sende nasıl bir duygu uyandırıyor?
Bu çok ürpertici bir şey! Ancak yazarın kendi yarattığı karakterlerin davranış ve planlarını kontrol edemeyişi, o karakterlerin ete kemiğe bürünmesi manasına geliyor. O yüzden ben üç ile beş yıldan kısa zamanda bir roman bitiremedim, bitiremem. Hem araştırma kısmı uzun sürüyor hem de yazıyı demlendirmeyi seviyorum. Karakterler ete kemiğe büründükten sonra onları seni görür gibi görmeye başlıyorum. Tabii biraz şizofren bir durum ama böyle olması da neredeyse gerekli. O yüzden yazarlar daha içe kapalı tiplerdir diyorum. İçine kapalı, çünkü içinde o karakteri canlandırma ve yaşatma mekânı ve zamanı oluşturmak, bir çeşit kuluçka dönemine ihtiyacı vardır. Sürekli ortada gezen ve çok görünen birisinin demlenmeye vakti kalmaz. Bu işin doğası bu.
Tıpkı yediklerimiz hazmetmezsek hastalandığımız gibi, insan zihni ve ruhunun da düşünceyi hazmetmeye ihtiyacı var!
Oysa koşullar geldiğimiz noktada bunun aksini zorluyor değil mi?
Bu kapitalizmle ilgili. Kitap artık tamamen bir tüketim nesnesi oldu. Elbette kitabın satmasıyla yazar ve yayınevleri ayakta duruyor, bir sürü insan ekmek yiyor ve sayısı az da olsa benim gibi sadece yazarak geçinen yazar da var. Ama kitabın düşünce dünyamıza yeni kapılar açan, bizi düşündüren hatta kendimizden bile sakladığımız sırlarımızı ortaya çıkaran, bizi yeniden başlangıçlara yönelten bir gücü varken günümüzde artık neredeyse tamamen "tüketilecek bir nesne"ye dönüşmesi çok tehlikeli. Bu yüzden yeni yayınlanan kitabınız henüz hazmedilmeden “Yeni kitap ne zaman?” diye soruyorlar. Bunu iyi niyetle yapıyorlar ama önce o okunan kitap üzerine düşünecek, oradaki fikirlerle iç dünyamızda yolculuğa çıkmak için biz okurlara zaman lazım. Tıpkı yediklerimiz hazmetmezsek hastalandığımız gibi, insan zihni ve ruhunun da düşünceyi hazmetmeye ihtiyacı var! Marka tüketimiyle ayakta duran kapitalizm piyasası, yazarları hem çok sık kitap yazmaya yönlendiriyor hem de görsel ve yazılı medyada sürekli görünür olmaya zorluyor. Sadece bize özgü değil bu durum, yabancı yazar arkadaşlarım da benzer şikâyetleri paylaşıyorlar. Düşün yeni kitabın çıkmış bir ay sonra “Okudum, çok beğendim, yenisi ne zaman geliyor?” sorusuyla karşılaşıyorsun. Bu, hem okur hem de yazar üzerinde bir baskı yaratıyor, çünkü sistem insanları buna yönlendiriyor. “Sen daha çok yaz, daha çok satsın.” Oysa insanın beyni bu kadar hızla evrilmiyor. Bizim dedelerimizden daha gelişmiş bir beynimiz yok. Belki 90' sonrası doğanlarda bir evrim başlamıştır. Çünkü onlar tamamen dijital bir ortama doğdular. Ama bizler için fark etmiyor. Bir fikri, konuyu hazmetme süremiz zekâmıza göre değişiyor ama geçen yüzyılla aynı. Bir Yaşar Kemal, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu kitabı çıktığında aylarca konuşulurdu. Şimdi ne oldu da aylar, haftalara kısaldı? Neyse ki artık yavaş şehirler, yavaş yemek yemek, bunları hatırlatan insanlar çıkmaya başladı. Bu kapitalizmin oyunu ve buna engel olmak için insan olduğumuzu hatırlamamız lazım. Bunu sanat ve edebiyatla yapacağız. Yavaşlamasak bile hayatın, sanatın, edebiyatın tadını çıkarmayı hatırlayacak, yeniden öğreneceğiz.
Sen hâlâ defterleri olan, eserlerini deftere yazan, sonra temize çeken bir yazarsın…
Evet, ben yazı yazma eylemini seviyorum. Bütün romanlarımı dolmakalemle, defterlere yazarım. Kimisi 1500 sayfa el yazması romanlar... Sonra onları bilgisayara çekme ve düzeltme aşaması var ki, o artık acımasızca eleştirel olduğum evre, çokça hamallık kısmı... Bir de işin algılanışı var. Şimdi "elle yazmasını çok seviyorum ve dolma kalemle yazıyorum" deyince beni birden teknolojiyi sevmeyen, daktiloyla çalışan biri zannediyorlar. Hâlbuki sen biliyorsun ne kadar teknoloji düşkünüyümdür. İkisi de olabilir. Bazen bu yazı evime (stüdyo) gelen genç gazeteciler “biz biliyoruz ki siz sosyal medyayı çok kullanıyorsunuz, teknolojiyle çok ilgilisiniz “ diyorlar, ben onlara el yazması defterlerimi ve dolma kalemlerimi gösterdiğimde birden kendi sözlerini unutup, nostaljik olduğumu düşünüyorlar. Oysa nostaljik falan değilim. Birkaç dolma kalemim var. Bir tane babamdan kalma dolma kalemim var. Demem o ki, insan hem teknoloji sevebilir hem de el yazmasına aşık olabilir... İkisi de bir arada olabilir. Bir insanda birçok özellik yan yana bulunabilir.
Aslında bir yazarda olması gereken en önemli özelliklerden birinin de bu birliktelik olması gerekmez mi?
Bu her insanda böyle olmalı. Sevgililerimizde de, arkadaşlarımızda da. Bir insan dindar olabilir ama rakı ve balıktan da hoşlanabilir. Hepsi yan yana olabilir bunların. Bir insanın tek tip olmasını düşlemek ancak çocukluk döneminde olabilecek bir şey. Bu yüzden Türkiye’nin ruh hali hâlâ çocuk.
Sevgili Buket, kitaplarında araştırmaya ne kadar önem verdiğini biliyorum. Nasıl hazırlanıyorsun? Biraz yazma sürecinden bahseder misin?
Bu, özellikle yazar olmak isteyen gençler için güzel bir soru. Benim okumayı sevdiğim yazarlar, hayatla ve toplumla sorunları, çözülmemiş meseleleri olan yazarlardır. Yani, kendisini direkt etkilemese de başka insanları etkileyen, dolaylı yoldan hayatlarını etkilemiş sorunları dert edinip, kendi meselesi gibi ilgilenen yazarlardır. Onlar, hayatta en iyi yapabildikleri şey yazmak olduğu için de bu sorunları yazarak, örneğin bir romanla çözmeye çalışıyorlar. Ben de böyle bir yazarım. Benim de her romanımı yazmak için bir kişisel veya ona sebep olmuş/olan toplumsal sorunlarım var. Meselesi olan insanlar, o sırada pek gündemde olmayan ama birçok insanın içten içe rahatsız olduğu bir konuyu ortaya çıkarıp onun üzerinde çalışabilirler. Yani benim gibi yazarlar gündemi, moda ve trendleri takip etmez, hatta bazen kendileri gündemi belirlerler. Örneğin "Tabiat Dörtlemesi" romanlarımı yazmama neden olan sorunu şöyle özetleyebilirim: Tabiat ile insanın binlerce yıl süren aşkı, insanın büyük bir ihanetiyle bitince, bu trajedinin yarattığı felaketler ve onların etkileriyle ilgili bir meselem var. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada insanın tabiata yaptığı ihanet o kadar yüksek boyutlardaki bunu anlamak için biyolog ya da ekolog olmamıza gerek yok. Her şey gözümüzün önünde oluyor. Örneğin, hepimizin aslında tabiatın bir parçası olduğumuz, dinlenmek, huzur bulmak istediğimizde anda doğaya koşmamızla pekâlâ anlaşılıyor. Ama artık doğa yok denecek kadar azaldı, çünkü betona tapıyoruz ve kendimizi doğanın efendisi sanıyoruz! Ancak aslında öyle bir şey yok! İşte Su ve Toprak romanlarında cevap aradığım konu bu. Meselemi belirledikten sonra mekân, karakter ve konu çalışmasına başlıyorum. Konu her zaman en kolay çalıştığım alan, çünkü her yer konu kaynıyor, zaten bu ülkede "hayatlarımız roman!" Konuyla ilgili mekân, arazi çalışması ve arşiv araştırması en sevdiğim işler. Toprak için üç yıla yakın Çorum merkez ve Yazılıkaya Hitit antik alan çalışmalarım, ayrıca geyik metamorfozu (Eski Türkler'in "don değiştirmek" dediği mitolojik değişim) için Türk Mitolojisi çalışması yaptım. Şimdi kadim Akanlık geleneğimizin üçüncü unsuru/ elementi olan Hava ile ilgili çalışmaya başladım. Tabi kendime bir yol çizdim baştan. Her seferinde Defne Kaman’ın kaybolması ve onun aranmasıyla ilgili süreçte polisiye bir izlek üzerinden maceralara yönleniyoruz. Bu sırada da Anadolu’nun içinde barındırdığı geleneklerden, efsanelerden, sembollerden yararlanıyorum.
Hava’daki metaforu çok merak ediyorum.
Bunu söylememin bir sakıncası yok. İlk defa bir seri, bir dörtleme yazıyorum ve en baştan dört elementin ana yolunu kurmak zorundaydım. Vicdanlı ve dürüst gazeteci kahramanımız Defne Kaman memleketin sorunlarını araştırırken SU: Marmara Denizi, İstanbul ve yunus, TOPRAK: Çorum, Yazılıkaya ve geyik HAVA: Kayseri- Kapadokya ve kartal maceraları yaşıyor. Ancak HAVA romanıyla ilgili ciddi bir sıkıntım var. Defne Kaman biliyorsun, bağımsız, özgür düşünceli, Türkiye’de sayısı maalesef azalan gazeteci bir kadın. Böyle bir kadının Türkiye’de çalışabilmesi için koşullar çok zor şu anda. Bu yüzden acaba Defne Kaman daha ne kadar gazetedeki işine sahip kalabilir, ne zaman işinden atılabilir, gibi kaygılar taşıyorum. Zaten biliyorsun, Toprak romanında Defne Kaman, farklı düşünen vali ve emniyet arasında oldukça zorlanıyor. Bugün Türkiye’de hapiste, sürgünde ya da işten atılma rekoru kıran mesleklerin başında gazeteciliğin geldiği bir sır değil. Bu yüzden Defne’nin Kayseri ve Kapadokya'da geçecek Hava macerasıyla ilgili bir takım fonksiyonel sıkıntılar var. Ne olup biteceğini zaman içerisinde hep beraber göreceğiz çünkü ütopik bir ülkede geçmiyor roman.
Defne Kaman aynı zamanda çok kadın bir karakter. Bizde kahramanlar kadın da olsa hep erkekleştirilir.
Evet, Defne Kaman dişiliğini saklamayan ama bunu çok öne çıkartma ihtiyacı da duymayan bir kadın. Üstelik ablası Aysu çok güzel bir kadın bunu SU romanından biliyoruz. Defne’nin kızıl saçları ve çilleri dışında ilk başta göze çarpan bir özelliği yok. Aslında Defne’ye bir peri kızı özelliği yüklemeye çalışıyorum kızıl saçlarıyla. Adının geldiği Yunan efsanesinde Apollon taciz ettiği için Defne, adıyla anılan ağaca dönüşüyor biliyorsun. Hatay’da geçiyor efsane ve Hatay’da Defne Şelalesi var.
Suyu Yazarken Suyla Barıştım
Burcunu sormuyorum elbette ama Buketçiğim sen hangi elementin insanısın?
Benim kendimi yakın hissettiğim yaradılış unsurları, ruh durumuma göre değişiyor. Mesela Su’yu yazarken rahat ve keyifli bir dönemdeydim. Hani "su gibi aktı SU!" Desem abartmış sayılmam. O kadar güzel bir dönemdi. Eskiden yüzmeyi çok severdim. Yüzme yarışlarına falan katılan bir genç kızdım. Sonra belki annelik dönemi, insanın vücudunun dönüşmesi ile ilgili olabilir, suyla ve yüzmekle ilişkim azaldı. Son yıllarda denize girip, çıkan birine dönüşmüştüm. Ancak SU'yu yazarken suyla olan ilişkim neredeyse ilk gençliğimdeki gibi samimi ve heyecanlı olmaya başladı. Sanki suyla barıştım ve romanı yazarken 3-4 yaz sudan çıkmadım! Yüzmekten yine çok keyif almaya başladım ve saatlerce yüzmeye başladım. Belki de Su'yu yazarken suyla barıştım. O sırada SU insanıydım. Sonra Toprak girdi hayatıma, yakında da Hava'larda uçabilirim, zaten Venüs gezegeni de Hava insanlarına uygunmuş...
Turkuazı da çok seviyorsun. Ben seni hep suya yakın bulmuşumdur.
Metafiziğe yatkın biri olmadım hiç, ama göklerin bir bilgeliği olduğunu düşünüyorum. Evet, benim turkuaz renge olan saplantım çok derin ve turkuaz yeşille mavinin karışımı. Deniz ve orman, ağaç... Kim sevmez ki? Fakat gökler de mavi, yani en azından biz insanlar öyle görüyoruz, değil mi? Eski Türkçede GÖK ve KÖK aynı yazılıyor ve aynı anlama geliyor. "Kökümüz göklerde!" diyor ata ve ninelerimiz yani. Eminim NASA bunu bizden önce öğrenmiştir. Kadim inançları asla küçümsememek gerekir. Orada bilgelik, deneyim ve bilgi yatıyor. Yani benim turkuaz aşkımda su kadar hava ve orman ve ağaç da var... Çok şanslıyım renkler konusunda...
Genetik Bir Test Yapılsa Bizde Mutlaka Hititlerin Genleri Vardır
Çorum Yazılıkaya Tapınağı’ndaki tabletlerdeki aşk sözcüklerini soracaktım tam.
Hititler bir tesadüf sonucu ortaya çıkıyor. Hititlerin bizim Anadolu'da yaşadıkları keşfedilmeden önce insanlar Hititlerin Tevrat’ta geçen düşsel bir kavim olduğunu zannediyorlar. Başka hiçbir bilgi yok. Mısır kralı II. Ramses de onlarla yenişemediği Kadeş Savaşı’nı yenmiş gibi gösteriyor. Ta ki Hititler ve Kadeş Antlaşması, Anadolu’nun bağrında bulunana dek. Hititler hem tarih için hem de bizim için çok önemli bir uygarlık, çünkü biz onlardan çok şey öğrenmişiz. Bizim kültürümüzü Hititler çok etkilemiş ki. Biz onlardan neredeyse bütün yemek kültürümüzü öğrenmişiz. Mimarilerinden çok etkilenmişiz. Hititlerle çok gurur duymalıyız. Çünkü Hititler kanun yapan ilk toplumlardan biri. Sümerlerden sonra şu anda bilebildiğimiz en uygar toplum. Kısasa kısas diye bir kanunları yok. Hırsızın kolu kesilmiyor örneğin. Ben senden bir şey çaldıysam üç yıl senin kölen olarak çalışmam gerekiyor. Üç yıl sonra bitiyor cezam. Kocasını aldatan kadın için ölüm cezası yok mesela. Kanun yapan ve bunları uygulayabilen millet ve devletler medeni devletlerdir.
Genetik bir test yapılsa bizde mutlaka Hititlerin genleri çıkacaktır. Ve bu gurur duyulacak bir şey. Kadeş Antlaşması tarihin ilk yazılı antlaşması ve bunun bir tıpkıbasımını New York'taki BM binasına biz armağan ettik. Orada asılıdır. Giderseniz arayın duvarda. Mesela Kadeş Antlaşması’nda sadece Ramses’in damgası var ve karısının yok, çünkü adamın haremi var. Hititler'de harem yok. Hitit kralı III. Hattuşili çok derin bir aşkla bağlı olduğu kraliçesi Puduhepa’ya aşk sözcükleri yazıyor ve Kadeş'te kraliçesinin de mührü var. Zaten Anadolu’ya da bu yakışıyor. O yüzden Çorum Yazılıkaya’nın özellikle balayı ve aşk seyahatlerinde bir merkez olmasını çok isterim.
Bu kadar önemli bir tarihin içerisinde yaşıyoruz. Ama haberimiz yok.
Çorumluların bile haberi yok. Bu bir körleşme. Böyle yaşamamız isteniyor demek ki. Bak ve görme! Aynı şey Kutadgu Bilig için, Dede Korkut destanları için, Kamanlık için uygulanan siyasi bir algılama planı olabilir mi? Kendi tarihimizi bilmememiz için onlardan gelen damarlar kesilmiş sanki? Ben Hitit antik kazı alanlarında araştırma yapmaya gittiğimde orada yaşayan biri bana “Bunlara sen inanıyor musun kızım? Bunları içeride (müzede herhalde?) yazıp yazıp oraya koyuyorlar” dedi. O kadar emin ki bundan. Bir şeyden çok emin olmak tehlikeli zaten. Fakat işin ironik yanı, bana bunları söyleyen Çorumlu çiftçi, Hitit kabartmasındaki adama çok benziyordu. Belki onların soyundan gelmişti? Zaten eğer Adem’le Havva’ya inanılıyorsa bir sorun yok orada. Bunlar ateşe tapıyormuş, bunlar güneşe tapıyormuş diyorlar. Tek tanrılı dinlerden önce bütün dünya zaten pagandı. Zaten tabiata tapıyordu. O yüzden bu sadece beş bin yıllık bir olay. Ondan önce de dünya kaç milyon yıldır var ve homo sapiens denen bizim atalarımız da bu dünyada var. Zannederim bunun altında ayrımcılık yapmak üzere planlanan bir dünya düzeni var. Yani hepimiz eğer Hititlerden geldik onlar Sümerlerden geldi diye yola çıkarsak o zaman İngilizlerin, Almanların vb. insanlığın ortak kökeni de aynı olacak. Eh. O zaman nasıl gidip başka ülkeleri işgal edecekler ben daha üstünüm diye? Sömürü düzeni bitecek. Halbuki, "ayrımcılık" çok para kazandıran bir şey. Bu olmasa savaşlar olmazdı. Bütün savaşlar ırkçılık ve din farklılığından çıkıyor. Birilerine çok kazanç sağlıyor.
Kutadgu Bilig için neler söylersin?
Kutadgu Bilig bizim okullarda hem şakasını yaparak atladığımız bir kitaptır. Sanki Selçuklu’dan önce bizim hiç yazılı bir tarihimiz yoktur. Sanki Arap alfabesinden önce alfabemiz yokmuş gibi. O yüzden Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’i, Bilgelik Kitabı çok önemli. Karahan Türkçesiyle yazılmış. Üç tane orijinal kopyası var ama her nedense Arap ElifBa'sıyla yazılmış olanlar dışındaki orijinal metin kayıp. Bir o kayıp ama! Bana manidar geliyor bu...
O kitabı keşfetmem bu tabiat dörtlemesine denk düştü. Ben tesadüfe inanmayan biriyim. Zamanının geldiğini düşünüyorum. Onu keşfetmem, buluşmam benim için çok büyük bir armağan oldu. Çünkü bu konuştuğumuz dille bin yıl önce şiir formuyla yazılmış bir bilgelik kitabı beni çok etkiledi, umutlandırdı. Dil benim için çok önemli. Benim hayallerimi de kurduğum bir araç. Bundan bin yıl önce “Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür. Kişinin süsü yüz, yüzün süsü gözdür”ü yazabilmiş ki bunun gibi 6664 beyit var içerisinde. Bu kitabı yeniden keşfetmiş olmak ve bu romanlar sayesinde meraklılarına ulaştırmak benim için çok kıymetli.
Belki Toprak romanı Çorum ve onun değerlerini fark etmek için bir vesile olur ne dersin?
Neden olmasın? "Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu" romanı benzer bir kapı açmıştı. O zamanlar Çanakkale daha çok her yıl Anzak torunlarının gelip ziyaret ettiği ve dedelerimizin şehit olduğu bir yer olarak algılanıyordu. "Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu" romanının bu konuda önemli bir etkisi oldu. Harp Akademili, polis akademili, üniversiteli gençler o romanı okumaya başladılar ve farklı bir bakış, barışçıl bir ilgi başladı, binlercesi sırt çantalarıyla oraya gittiler. Bana pullu ve pulsuz mektuplar yazdılar. Hala yazarlar. Edebiyatın, sanatın bize kazandırdığı şey bu zaten. Biz kendi üzerimizden bir takım sorunları çözemeyiz çünkü duygusalızdır. Ama bizimle ilgisi olmayan bir roman kahramanının hayatını okurken empati yapmaya başlarız. Bir katilin de bir insan olabileceğini düşünürüz. Bizim içimizdeki kötüyü tanımamızı, başkalarını da affetmesek bile anlamamızı sağlar. Bu nedenle edebiyat çok önemli. Bu nedenle dünyadaki bütün diktatörler yazarlara, şairlere düşman olmuşlardır. “Kitap silah” diyen bir sürü insan var tarihte. Hitler yaktırıyor örneğin. Sözün gücü öyle büyük ki, bir cümle bile insanların hayatını değiştirebiliyor.
Aşk, Buket Uzuner için ne ifade ediyor?
Aşkın sadece kadınla erkek arasında yaşanan o muhteşem gizemli, tutkulu ve fırtınalı heyecan olduğunu sandım uzun yıllar boyu. Pek çok hasarlı fırtına ve hayal tozlarına bulanmış düş(üş)ten sonra nihayet akıllandım ve o zaman aşkın bin bir çeşidi olduğunu kavramaya başladım. Elbette içinde cinsellik olan duygusal yakınlaşmalar çok güzeldir, daha önemlisi insan türünün devamı için gereklidir de... Ancak aşkı bu kadar dar alana hapsetmek, dünyadaki başka aşkları ve hep benzer fırtınayı aramak, yaralarını sarmakla uğraşmak hayatın başka güzelliklerini ıskalamaya yol açıyor. "Canım bu aşkın fırtınasızı yok mu?" diye sorulabilir. Olmaz mı hiç... Kimisi de onu seçiyor işte... Aşkın çeşitlerini kavradıktan sonra hayatın bambaşka güzelliklerle dolu cennetvari bir kapısı önünüze açılıyor. Tabiata, hayvanlara, ağaçlara, çocuklara, suya, toprağa, havaya da aşık olabileceğinizi ve bu aşkların hayatınızın mutluluk, haz seviyesini yükselteceğini anlıyorsunuz! Şimdi komşu bahçede havlayan köpekle de aramda bir aşk var benim, mesela! Sadece ikimiz biliyoruz. Bu söylediklerim orta yaşlı bir kadın yazarın saçmalamaları değil, çünkü şükür ki, daha gençken ayrımına vardığım bir konu bu. Ben biyoloji eğitimi aldım, hormon bilimi de okuduk biz. Yani, sinirbilimin (neuro-science) popüler olmasından önce hormonların bizi ne kadar yönlendirdiğini öğrenmeye başladık. Ve mutluluğumuz ve kederimiz, aşk ve sevinç aslında hormonlarımıza bağlı, çünkü biz hormonlardan yapılmış canlılarız. Hormonlarımızın eksikliği fazlalığı duygusal hastalıklara yol açıyor, yeteneklerimizle ilgili, çok takıntılı olan birisi romancı oluyor ya da şarkı söylüyor ona saatlerini adıyor. Demem o ki, Aşk, sadece tek bir tanıma ve hazza indirgenemeyecek kadar güzeldir ve âşık olunacak çok şey var dünyada. Söylediklerim, cinsellikten vazgeçmek manasına gelmiyor. En güzel tarafı da o. Çünkü insan bundan korkuyor gençken. Sonra hayatta her şeyin bir arada olmayacağını öğrenmeye başlıyor insan. Yani aşksız kalınca paniğe kapılmayın, o panikle sonradan üzüleceğiniz şeyler yapmayın! Zamanı gelince herkese yaşına ve kalbine uygun aşk gelir ve bulur sonunda... Deneyim...
Ayrıca hatırlatırım ki, 18. yüzyıla kadar mutluluk diye bir kavram yok dünyada. Çünkü salgın hastalıklar ve savaşlar yaygın... Ve penisilin yok. İnsanlar sürekli ölüyorlar. Kadınlar otuz-kırk yaşında ölüyor çünkü doğum kontrolü yok. Sürekli doğurmak zorunda. İnsan nüfusu az ve insan gücüne dayalı sistem. Ne zaman ki penisilin, doğum kontrolü, aşılar çıkmaya başlıyor, teknoloji ilerliyor, makineler geliyor, insanların kendilerine vakti kalmaya başlıyor. O zaman artık üstüne bir de mutlu olmak istiyorlar! Çünkü daha önceden hayatta kalabilmek mutlulukmuş. Bu elbette güzel çünkü başka keşifler ve icatlar başlıyor ama bunun farkına varmak lazım. Hem âşığım, hem de evliyim, çocuklarım ve bir evim var, ah bir de arabam ve yazlığım olsaydı daha mutlu olurdum! Böyle bir şey yok. Olmuyor zaten... Başarı ve para mutluluk getirmez, eğer emek ve sevgi yoksa. Onlar da parasız. Hepimizin en mutlu olduğu anıları parayla ilgisi en az olanlarıdır...
Yalnızlıkla Barışmak Gerekiyor
Toprak kitabının 29. bölümünün başlığı “yalnızlığın ilacı ne kalabalık ne de aşktır” diyorsun…
Evet, onu yazarken seninle konuşmuştuk, hatırlıyor musun? Yazmak çok yalnız bir iş. Belki dünyadaki en yalnız işlerden biri. Sessizsin bir de. Benim kafelerde, bulduğum her yerde yazabilmeme çok şaşıyorlar. Zannediyorlar ki bir ilham perisiyle ıssız bir yere kapanıp yazılacak. Hâlbuki bu kadar yalnız bir işi bir de yalnız bir yerde yaparsam artık çıldırmamak için hiçbir eksiğim kalmamış oluyor. O yüzden belki de kalabalığın içinde yalnız olmayı seviyorum. Nerede yaşıyorsam orada, o şehirde, o mahallede mutlaka kafelerim var orada yazıyorum. Yalnızlık, insanın ölümden sonra en korktuğu düşman! Fakat ölüm kadar gerçek ve kaçınılmaz bir olgu. Bu yüzden ölümlü olmayı kabul etmek gibi yalnızlıkla da barışmak gerekiyor. Çünkü yalnızlıktan kaçarak ondan daha da korkmaya başlıyorsun, oysa korkunla yüzleşmek işe yarar. Nasıl ki, doğduğumuz anı hatırlamıyorsak ve o zaman da yalnızsak bu yalnızlık bizimle beraber. Zaten insan belli bir yaş ve deneyimden sonra -eğer şanslıysan bu 25-30 yaşlarında oluyor- yalnızlığın bir gerçek olduğunu kavrıyor. Bunun için de aslında felsefe çok önemli. Yani, niye ben benim de bir başkası değilim? Şu anda benim bir yerim kanasa ben acıyacağım sen değil. Oysa sen beni çok seviyorsun biliyorum, ama elinden gelen de sınırlı... Yan yanayken nasıl bu kadar yalnızız, hatta sevişirken bile... Anne ve çocuk bile yalnızlar... Bir anne çocuğu için en büyük fedakarlığı yapacak kişi ama o bile çocuğunun kaderini ve acısını hafifletemiyor. Ama bunu bir dram olarak değil ölüm gibi doğal bir şey olarak kabul etmemiz lazım. Bunu kabul ettikten sonra paniğe kapılmıyor insan ve kendi yapısına uygun çözümler geliştiriyor. Çünkü en korkuncu ne kadar yalnızım diye paniğe kapılmak. Her saçmalığı o zaman yapıyoruz. Hiç bize layık olmayan birtakım kadınlara ya da adamlara âşık olduğumuzu zannediyoruz.
Ben yirmili yaşlarımda sırt çantasıyla dünyayı gezmek isteyen bir genç kızdım ve sadece burslarla bunu yapabilecek bir orta sınıf ailenin kızıydım. Üniversite bursu alarak ilk gittiğim ülke Norveç’ti. Orada kışlar çok karanlık, çok da uzun sürüyor ve ben bir Akdeniz çocuğu olarak o karanlık ve ıssızlıkta bunalıma girdim. İnsanlar birbirlerine "merhaba" bile demiyorlar ve bu anti-sosyallik İskandinavya'da insanların kabalığıyla değil, tamamen güneşle ilgili bir şey. Yani, biz onlardan daha iyi insanlar değiliz. Işığın insan ruhunda yarattığı olumlu etkileri artık biliyoruz. O karanlıkta(Endorfin ve Seratonin gibi mutluluk hormonları azalıyor) insanlar depresyondan çıldırmamak için ya içiyorlar ya da buldukları ilk insana yapışıyorlar ve ömür boyu bir aradalar. Evet, çok sağlıklılar, uzun yaşıyorlar. Ama ben bir Akdenizli olarak öyle yaşamak istemiyorum, o yüzden bursum ve çok sevdiğim bir erkek arkadaşım olmasına rağmen oradan gittim. Daha güneşli bir ülkeye taşındım. Orada şunu gördüm, insanlar yalnız kalmamak için o kadar mahkûm ediyorlardı ki kendilerini. Böyle bakmaya başladığında “ama o yalnız değil” dediğin insanların yüzde doksanı istemedikleri bir ilişki içindeler. Ve hep taviz veriyorlar hayatlarından. Evet, kimse yaşlılığında yalnız kalmak istemez ama onun da çareleri var, bir çocuğu evlat edinebilirsin, benzer kişilerle kolektif bir hayat yaşayabilirsin... Zaten eğer birilerine bir şey veren bir insansan yalnız kalmıyorsun. Bütün mesele yalnızlığı nasıl algıladığımızla ilgili. Ben kendimle ilk gençliğimde bir anlaşma yaptım. Yalnız kalmamak için istemediğim insanlarla beraber olmayacağım, olmadım da! Bu tabii kişisel bir tercih. Ancak yalnızlık korkusundan sevmedikleriyle yaşayanları da anlıyorum.
Sevdiğin müzikleri merak ediyorum, Buket. Neleri dinlemekten hoşlanırsın?
Bu sorunun cevabını biliyorsun çünkü seninle “İçinden Şarkı Geçen Romanlar” gösterimiz var. Roman ve öykülerimde geçen şarkıları biliyorsun bu nedenle. Okurlar da bilirler. Bunun dışında ben fanatik bir radyo severim. Eskiden her odada bir radyom olurdu. Bir dönem duşa dayanıklı radyo çıkmıştı Amerika’da, mesela hemen bulup, onu almıştım. Şimdi internetten radyolar dinlerim her gün her saat açıktır radyom Ama Mozart, Chopin radyo, ama haber istasyonları, ya da caz caz caz... Alaturka denen Türk Sanat Müziği'ne bayılırım. Koyu bir Açık Radyo (94.9 FM) dinleyicisiyim. Çok da gururla söylemek isterim en eski program sponsorlarından biriyim. Çok değişik konularda programlar yapılıyor orada biliyorsun ve bu benim çok ilgimi çekiyor. Zaten hayatım boyunca kimsenin çok ilgilenmediği şeylerle ilgilenen biri oldum. Caz seviyorum. Ve burada zannedildiği gibi bir batılı müzik olduğu için değil siyahların halk müziği olduğu için seviyorum. Opera seviyorum. Ailemizde operacı var. Mesela Viyana’ya gittiğim zaman mutlaka opera binasında bir opera izliyorum ama çok iyi anladığımı söyleyemem. Kuşaklar boyu operayla büyümedim ama opera hikâyesi olan müziktir ve ben hikâyesi olan ŞEYleri severim. Müziği sınıflandırmayı sevmiyorum. Klasik müzik de seviyorum. Şarkıları seviyorum. Anne tarafımdan gelen Klasik Türk Müziği’ne sevgim var. Dinlemezsek öksüz kalacağını düşünüyorum. O şarkılar bize emanet. O yüzden Müzeyyen Senar’dan “ Geçmesin Günümüz Sevgilim Yasla”yı çok seviyorum. Şarkıda geçen kızıl saçlar nedeniyle Toprak'ta bu şarkıyı Defne’yle özdeşleştirdim. Son romanda Amy Winehouse’u özellikle seçtim. Hem duruşu hem de şarkıları beni çok etkiliyor. İlk gençliğimden beri John Lennon, Dire Straits, Leonard Cohen, Michael Jackson, Rod Steward, Cem Karaca, Nilüfer, Timur Selçuk, Nükhet Duru Zuhal Olcay MFÖ, şimdilerde Kardeş Türküler, Nazan Öncel, Mehtap Meral, Mabel Matiz severim.
En sevdiğin ressamlar kimlerdir? Beğendiğin tablolar?
Van Gogh’un (The Room in Arles) “Oda” sı beni çok etikleyen bir resimdir. Hayatımın resmi diyebilirim. Evin her yerinde hatta yatak odamda da var. Vincent'in o mütevazı odasına saatlerce bakıp kendimden çok şey buluyorum. Sürrealist ressamlardan çok etkilendim. Dali ve Rene Magritte zihinsel gelişmemde önemli rol oynamıştır. Ben bir resmin de okunacağına inananlardanım. Bizden Mehmet Güleryüz’ün sert, haşin fırçasını seviyorum. Mehmet Aksoy'un heykellerini, Bihrat Mavitan'ın eserlerini severim. Alev Mavitan'ın nefis bir kedisi duvarımda keyifle bana bakar yıllardır.
Kült filmlerin var mıdır?
Türk filmleri arasında “Ah Güzel İstanbul” benim en kült filmimdir. Oradaki Ayla Algan’la Sadri Alışık bana çok bizden gelir. Yabancı filmlerden ender Oscarlı kadın yönetmenlerden Yeni Zelandalı Jane Campion'un Piyano’sunu çok severim. Çünkü bir anlamda Anna Karenina, Madam Bovary’dir ama sonunda ölmez. Holly Hunter ve Sam Neill'in müthiş oyunculuğu da unutulmaz. Casablanca ve Breakfast at Tiffany, ölümsüz Audrey Hepburn elbette kült oyuncum! Bizden Belgin Doruk ve Ayhan Işık annemlerin kuşağından bana emanettir! Tabii Türkan Şoray ve çevreciliğiyle de önemsediğim Ediz Hun!
Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim Buketçiğim.