Malte Laurids Brigge’nin Notları, hem bir şairin iç dünyasına hem de edebiyatın derinliklerine yolculuk ettiren Rainer Maria Rilke’nin tek romanı. Alman edebiyatında 19. yüzyıl realist romanında kopuşun ilk ürünü olan eser üzerine bir okuma denemesi.
Rainer Maria Rilke Malte Laurids Brigge’nin Notlarını Okurken 1: Behçet Necatigil çevirisiyle
Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer, desem daha doğru olur.
Suyuma düştü, harelendi kitap.
Harelerinde dalga dalga; Ay'ın arka yüzü, tepelerin filizleri, sararmış zaman yaprakları, mahzenlere inen basamaklar...
"O gün hava, iyiyden iyiye aydınlanmamıştı bile. Sisin içinde ağaçlar, ne yapacaklarını şaşırmış gibiydiler; sisin içine dalmak, inatçılık etmek gibiydi hani. Dinmiş olan kar, o ara sessiz, yavaş yeniden yağmaya başladı ve şimdi görünürdeki son şekilde ortadan kalkmıştı ve beyaz kâğıdın içine doğru gidiliyordu sanki. "*
Sırlı İstanbul Sabahı
6:50
Çantamda Malte Laurids Brigge'nin Notları, defterler, birkaç karalama, kabarmış melankolik anılarımla sanki boşluğa uzanıyordu kapıdan attığım ilk adım.
Sisli sabah; içimde elsiz ayaksız bir ürperti. Alacakaranlığın belirsiz hareketleri; birazdan buğular ormanı saracak etrafımı, sarmaşık düşüncelerde dallanıp budaklanacağım. Gözümden sırlanan dünyaya içerden dolanacağım. Ve sis, içime dönmüşken beni yüreğimden yakalayıp, anımsatacak. Tüm o bastırmaya çalıştığım kıyım kıyım hatıralar... Adımlarımın sesine yaslanacağım.
"Adımları bir çocuk adımı gibi ürkekti, ama önceki yürüyüşlerine ait anılarla dolu ve çok, pek çok hafifti bu adımlar. "
Ürkek Adımlar
Benimkiler ağır. Şanslıysam Yeats'in büyücüleri kalbimde bal yapar, atölyeye vardığımda beyaz sayfalarda kalemler ve fırçalarla arayacağım yolları fısıldar da adımlarım hafifler.
Yine de güvenirim onlara. Sırlı sabahta birbirini andıran insanların arasından yalpalatmadan, tökezletip devirmeden götürüp günün hayhuyuna katıp evime döndürecekler. Oysa Malte beni karadeliğine düşürmek için bekliyor.
En iyisi yüksek sesle, "Geçti, yok bir şey" demek.
Tekrar: "Geçti, yok bir şey!" Ama neye yarar?
Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere? Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor. Orada neler olup bittiğini bilmiyorum.*
Münzevinin Gölge Oyunu
Sabahın loşluğunda akşamdan toplayıp bıraktığın beyaz masa...
Odanın bir sessizliği var. Tik taklar ve mırmırlar arasında, kendine ait bir sessizliği ve bekleyişi var. Malte’nin penceresinden odasına dolan seslere, “gürültüler” bunlar. Ama burada daha korkunç bir şey var: Sessizlik. Dediği gibi bir sessizlik değil. Çekingen bir heyecanı yanına alıp girdiğin, kalıp beton bölmelerde yalnızlığı bulduğun bir lahut.
Işığı uyandırdığın anda tozlar kenara çekilir, gölgen tüm çıplaklığıyla seriliverir masaya. Kaprissiz, ağırlıksız, çok tanıdık.
Giyinircesine yığmaya başlarsın; paralel okuduğun kitapları, en incesinden, en kıvrak yazanına kadar her birini tek tek seçtiğin ve her defasında tükenen kalemleri, boş kağıtları, dökülen soruları, mürekkep lekelerini, kahve boşluğunu ta ki kendini kabul edilmiş hissedene kadar donatırsın. Yeter ki açsın kapılarını, elini kapamasın.
Zaman da bırakır kendini masaya. Yığının arasına girip kendini eğip büker. Bütün oda aynı masada varoluşun peşine düşer.
Tek eksik kalır; bir kitabın duruma el koyup dağıtması, korkuları, heyecanları coşturup hepinizi Ay’a fırlatması.
Bütün kitapları okumayı görev saymıyorsak bir kitabı açmaya hakkımız olmamalıdır. Her satırla dünyanın bir parçasını koparıyoruz. Kitaplara başlamadan önce dünya, eksiksizdi, tamdı ve kitaplar bitirildikten sonra belki yine bir bütün olacaktır. Ama okumasını beceremeyen ben, onlarla nasıl boy ölçüşebilirdim?
Fondaysa...
Senin müziğin: yalnızca dünyanın çevresini sarmalıydı; bizi değil.
Ama ey Tanrım, kulağı henüz kız oğlan kız, bakir biri, senin ahenginle yatsaydı, mutluluktan ölür ya da Sonsuz’a gebe kalır ve döllenmiş beyni, doğacakların çokluğundan çatlardı.
Böyle bir riskin olmadığını biliyorsun. Kent makinasının sesi nicedir ambulans, polis, itfaiye sirenleriyle kaplı. Huzursuzluk çağının atmosferinde boşluk ve müzik tamamen imgeleminin gücüne kalmış. Bunu biliyor eller. Gözlüğü, seçip tam ortaya koyduğu kitabın üstüne yerleştiriyor. Muhtemeldir ki kitabın kapağını seyrediyor.
Ama sesler...
Sanırım bir parça çalışmaya başlamalıyım, madem görmeyi öğreniyorum.
Dipli Köklü Ev
Gülünç şey. Ufacık odamda, işte oturuyorum, hakkında kimsenin bir şey bilmediği ben, yirmi sekizindeki Brigge. İşte oturuyorum ve bir hiçim. Yine de bu hiç, düşünmeye başlıyor, beşinci katta, gri bir Paris ikindisinde şunları düşünüyor:
Masanın üstünde, kapağı tekrar açılmayı bekliyor. Girdaplı mahzenlerine bir kez daha inmek zor olmayacak.
Korkuya karşı şunu yaptım: Bütün gece oturup yazı yazdım; Ulsgaard kırlarında uzun bir yol yürümüşüm gibi yorgunum şimdi.
Penceresiz Oda
Malte'nin bedeninde başka bedenler gibi taşıdığı korkularının, özlemlerinin, gerçekleşmemiş olduğuna inandığı çocukluğunun, anne özleminin yanına döne döne çekiliyorum.
Kucağımda, hangisi kimin, birbirine karışmış onca anı; iğne deliği aralık kalmış Malte'den canı sıkılan boşluğu izliyorum göz ucuyla. Bak, duvarında geçmiş bir günde asılı kalmış takvim, iki odayı bağlamayan, hayır, kendi başına fragman olarak kalan bir koridor, ayaklarımın altında santimetre karesinde altmış düğüm mahpus halıları, yadigâr ciğerdeldi örtülerde kül yanıkları, saksılarımda yavrulayan menekşeler, Bibliotheque Nationale, gölgesi ağır kitaplığımda omuz omuza onca kahraman, yarı kahraman, ışıklığından seyrettiğim huzursuzluk çağı.
Belki hepsi yerli yerinde duruyordu da, sadece benim ve onların içinde, her şeyi dönüyor gösteren bir baş dönmesi vardı.
İlk okumada notlar arasında bağlantı arayan gözlerim. Biri gözlerime bir avuç konfeti attı ve gözlerim kamçı yemiş gibi yandı. Şimdi hayatın, düşüncelerin ve hatıraların nasıl iç içe yaşandığını görüyor. Ve bu kitabı, maymun zihnimin, geveze, korkak iç dünyamın yansımalarını gösterdiği için dipli kılıyor.
Bense kendimi savunuyorum hâlâ. Kalbimin dışarı sarktığını ve cellatlarım benden şimdi el çekseler bile, artık yaşayamayacağımı bildiğim halde kendimi savunuyorum.
Ambulans on metre gitti gitmedi... Sesi her şeyi kaplıyor. O ambulansta yarmaya çalıştığınız yollar dikiliyor önüne. Hayat arkadaşının içinde ölüm taşıdığını bilmediğin bir zamandı.
Eskiden insan biliyordu (ya da belki seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırdı.
Kaktüslü Ölüm
Ya lale açmalıydı göğsümüzde, yahut gül. Ya gelincikler, yahut sümbül...
Onunsa göğsünde kaktüslü ölüm açtı.
Ancak ölüm, göğsünüzde kavuşmaz, gövdenize dar gelirse, o zaman fena; o zaman ölümün sefaleti başlar.
Malte'nin notlarında Mabeyinci Brigge'nin ölümü gibi kulakları sağır eden, mahalleyi sindiren bir ölüm değildi bu. Derinin altında yürüyen, organları tek tek söndüren dikenler... Üçüncü kulakla duyulan hışıltılı bir ölümdü. Ses tonu değişmişti. Tarazlanmış bir kumaş bedenleriniz arasında dönüyor, o konuştukça sen boğazını kuru küçük kekremsi öksürüklerle temizlemeye çalışıyordun. Kelimeleri bedeninden çıkarken sanki engellere takılıyor, seslerini, hecelerini kaybediyordu, o anlatmak istiyordu. Söyledikleri arı bulutunun içinde kayboluyordu. İki eliyle savuşturdu. Arılar boğazından aşağı kaydı. Son defa iyiyim, dedi.
Ruhunun hafızasına batmış, duruyor.
Batık Yaz
O yaz sonu bahçe fazla gölgeliydi. Kuşların alanına saldıran şehir güneşinizi de, zeytin ağacınızı da soldurmuştu. Pandüllü zamanın her vuruşunda renkler biraz daha sönmüştü. O sene zeytin toplayamadın. Çimenler asice uzayan yaban otlarının arasında kayboldu; acemboruları mor salkımları boğdu. Çünkü içerdeydin. Çünkü otuz üç yaşındaydı, babaydı. Maskelerin, protezlerin, başka dünya tanıtıcıların ardına sığınmıyordu, sessizce bekliyordu. Evet bu dalgın, uykulu eşya, korkulu saatler yaşıyordu. İçerdeki dikenlerin sivrilişini, acıya sustukça sararan yüzü görüyordun. Soy ağacı olan hastalığın sinsi ataklarını iteliyordun. Çekilmemiş fotoğraflardan, yaşlı çift biblolarıyla hayal edilen gelecekten, kaprisli küçük hüzünlerden, kurulmayacak teatral aile sofralarından önce çocuğunuzun balonu patladı. Çocuğun beklemesi gerekiyordu, yoksunluğun içinde bekleyerek, izleyerek büyümeyi öğrenmesi. Bekledi.
O maskeli gülüşüyle gülümsüyordu.
Sessiz Adımlar
... anılarımda bulduğum şey, bütün bir yapı değil, bina, içimde parçalara ayrılmıştır; burada bir oda, orada bir oda, şuracıkta, bu iki odayı bağlamayan, hayır kendi başına bir fragman olarak kalan bir koridor.
Evin koridorları uzamış, sonu belli olmayan tünele dönüşmüştü. Yürümüyordun, anın içinde süzülüyordun. Tek yapabildiğin derini dalayan dikenlere aldırmadan sırtını sıvazlamak, sıvazlayıp iniltileri o bedenden uzaklaştırmaya çabalamaktı. Bu iniltilerin hiç zamanı değildi, ne de ölümün. Dikenler yıllarca derinin altında sızılı yol alacaktı. Değdiği ciğerlere, avuçlara, tabanlara, hayallere batacak can yakacaktı. Günlerin adı gibi, bir şeyler kayıp gidiyordu hayattan. Gitti. O, kendi ağır ölümünü öldü.
Bağ Çözülmesi
Tünelin ucu kum fırtınalarıyla yönünü bulmakta zorlandığın çöle açıldı.
Uzak kervanların şıngırtılı seslerini taşırdı kum rüzgârı. Güçlü ayak izleri arardın, fırtına sırlardı. Dayanmak için özsuyuyla beslenen kaktüse dönüşüp, zırhlandın. Çünkü kaktüslü ölümlerin ardında kaktüslü yaşamlar kalıyordu.
Anılar olsaydı hiç değilse. Ama kimde anılar var ki?
Gördüğüm ya da kendilerinden söz edildiğini işittiğim başka kimseleri düşündüğümde, hep aynı şey. Hepsi de kendi ölümlerini öldüler. Ölümü bir esir gibi zırhlarının altında taşıyan o erkekler; çok yaşlanıp küçülen, sonra muazzam bir yatak içinde, bir sahnede gibi, bütün ailenin, hizmetçilerin, köpeklerin önünde, kibar ve saltanatla göçüp giden o kadınlar. Hatta çocuklar ölümü değil, kendilerine hâkim olup bulundukları ya da ileride olacakları hale göre bir ölümü ölüyorlardı.
Kuşlar Bile Ötmeyi Kesti
"Kitaplar bomboştur" diye bağırdı kont, kızgın duvarlara doğru, "kan, iş burada, kanda okuyabilmeli"
Masaya damlayan kahve lekesinde, yürüyen kambur adam; karanlık maddede Tanrı parçacığı.
Kitabı bırakıyor elinden; kalemi, gözlüğü, yorgun zamanı...
Kambursu bir görünüm verince kendine, dibine çöküp tortulandığı masadan kopabileceğini düşünüyor. Leke deyip geçmiyor; o, elleri dişi adamı görüyor. Elleri menekşeli, bal kokulu safran rengi. Hafif eğik bedenini, ileri bakan gözlerini, yılları taşıyan kıyafetlerini, belli belirsiz sargıların altındaki çiziklerini, ara tonlarını, yitik sözlerini ve adımlayan ayaklarını görüyor. Kavruk adamın ilkel, sezgisel bir hali var; kelimelerin iktidarından, sessizliğin diline varmış gibi. Bunu da görüyor. Peş peşe, ağır adımlarla, kirişin altından sus- zamana geçiyorlar.
Kör Pencerede
Birdenbire, zaman diye ne varsa odadan kaçıp gitti sandım. Sanki bir tablo içindeydik. Ama sonra ufak, kaygan bir gürültüyle zaman boşandı ve harcanandan daha çok, odaya doldu.
Avcumda sıkı sıkı tuttuğum, Malte’nin fısıldamalarını hatırlatan sepya kahve; purusya mavisi, karmen, limoniler, fildişi siyah... Kendini yazgısına bırakmış uzun beyaz kağıt, boylu boyunca önümde. Her şey olabilir. O tek tarihe takılı Toulliers Caddesi de belirebilir, Tarihi Kadıköy Çarşısı da. Fırçanın kıllarının yanına Frida'nın mırıltılı kıllarıda yapışabilir, kül yanıkları da. İçeri dolup, suyuma karışan ne varsa. Sallanan ve yıkılan adamlar, kör binalar, gebe kadınlar, Kocaman, Korkunç, Saydam... -Anne! Ateşim çıkıyor benim- , engel insanlar, köşe odalarında kostümler...
Gül ezmesi mi yatıştırır sanrılı akışı?
Ya halının motifleri...
Dur, dışarı kaçmak yok.
Bir an kendime, tarif edilemez, umutsuz ve boş bir özlem duydum, sonra yalnızca o kaldı; ondan başka hiçbir.
Notların Sonu
"Tek bir satırı derinlemesine ve ayrıntısıyla okuma eylemi Aziz Augustinus’a göre geçmişin, bugünün ve geleceğin bütün kütüphanelerini aksettirir, her sözcük geriye, Babil’e ve ileriye kıyamet borusuna kadar gider." Albert Manguel
Yeniden sessizlik. Tanrı bilir kimdi, bu sessizliği yapan.
Sessizim, ama suskun değilim.
Kitap bir kez daha bitti.
Yeşil vadilerde de dolanmıyorum.
Notların Sonu yazdı, ve kapağını kapadı kitap. Kapağını, biten diğer kitaplar gibi kapadı. O kendi döngüsünü nesne olarak tamamladı; bir kere daha.
Dönüş
Döndüm, akşam olmuş. Belki de mevsim değişmiş. Kör alanlarda başını toprağa eğmiş cam içi çiçekleri, kapalı kalmış hava, üstümüzü incecik tül gibi kaplamış toz zerreleri...
Zamanı tüketen Güneş ve Ay duruyor hâlâ.
Bir andan diğerine sıçrayan, tehlikeli, acımasız, cazibeli bir yolculuktan dönmüş herhangi biri gibiyim. Çay, simit, peynir, çilek reçeli özlemli. Yine de Dünya'nın insan ayağı değmemiş topraklarında dolaşıp, Ay'ın arka yüzünü görmüş kadar doygun.
Yanı başımda üstü yazı ve mürekkep damlaları dolu onca kağıt.
Yalnızlık korkusu mu, yansımaların boş kağıtlara yazılıp durması?
İz bırakmak mı? Eve dönüş için Kara Orman yoluna atılmış çakıl taşları sanki.
Her şey olabilir.
*Italik yazılar Malte Laurids Brigge’nin Notlarından alıntıdır.
Eserler Ayşecan Kurtay'a aittir.