Cormac McCarthy’nin yayımlandığında “birçok sahnesinin halüsinasyona benzer bir gücü var, akla kazınıyorlar” diye yorumlanan, ülkenin, tarihin, insanlığın doğurduğu bir canavarın hikâyesini anlattığı romanıTanrı’nın Bir Kulu üzerine bir inceleme.
Harold Bloom’un Thomas Pynchon, Don DeLillo ve Philip Roth ile birlikte döneminin dört büyük yazarından biri olarak gösterdiği Cormac McCarthy’nin sıradan gibi gözüken fakat katil bir ölü seviciye dönüşen Lester karakterinden yola çıkarak psikolojinin derinlerinde dolaştığı Tanrı’nın Bir Kulu romanı Sıla Okur’un çevirisiyle İthaki Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.
Cormac McCarthy, 1933 yılında Rhode Island’da doğdu, beşerî bilimler eğitimini yarıda kesip dört sene boyunca ABD hava kuvvetlerinde çalıştı. 1957 yılında üniversiteye geri dönüp öğrenci dergilerinde eserlerini yayımlamaya başladı. Ancak üniversiteyi yine bırakan yazar Şikago’ya taşınıp evlendi. Geçimini sağlamak için araba tamirciliği yaparken ilk romanını kaleme aldı. Dosyasını sadece Random House’a gönderdi ve Faulkner’ın da editörü olan Albert Erskin tarafından The Orchard Keeper isimli eser değerlendirilerek 1965 yılında yayımlandı. Kitap, ertesi yıl Faulkner Vakfı İlk Roman Ödülü’ne layık görüldü. 1968-1985 yılları arasında dört roman yayımladı. 1985 yılında yayımlanan Blood Meridian kitabı Ulusal Kitap ve Ulusal Kitap Eleştirmenleri ödüllerini kazandı ve 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının başyapıtları arasına girdi. 1992-1998 yılında “Sınır Üçlemesi”ni tamamladı. 2005 yılında beyaz perdeye uyarlanan İhtiyarlara Yer Yok yayımlandı. 2006 yılında basılan Yol ile de Pulitzer Ödülü’nü kazandı.
1973 yılında yayımlanan Tanrı’nın Bir Kulu, yazarın erken dönem eserleri arasında. Romandaki bazı ayrıntılardan yola çıkarak hikâyenin 1960’lı yıllarda geçtiği düşünebilir. Yazar, romanının merkezine mekân olarak Amerikan taşrasını koymuş. Taşranın birincil özelliği insanların bir tür kabile hayatı sürdüğü bu yerdeki ataerkil yaşam tarzı. Kitabın başkahramanı Lester, bir kadına göğüslerini göstermesini rahatça teklif edebiliyor örneğin. Kimi kadın ondan para istiyor kimisiyse doğal olarak ona hakaret ediyor yahut saldırıyor. Bir gece, geceliğiyle dışarıda kalan bir kadının üstünü parçalayıp çıkarıyor ve kısa zaman sonra kadın şerife giderek ondan şikayetçi oluyor. Lester, kendinden utanmak yerine kadına küfür edip onu mesleğinden ötürü küçük düşürmeye çalışıyor: “Ya bırakın orospu emeklisinin lafıyla...” (s.40) Yaptığı ahlaksız davranışın cezası olarak ise sadece 9 gün kalıyor hapishanede. Kadınların yaşam tarzları, seçimleri, meslekleri erkekler tarafından onları ötekileştirmek veya onları taciz etmek için kullanılıyor. Kadınların babaları ise onları “koruyan” bir figür olarak karşımıza çıkmakta. Lester, bir gün bir kadını evinde taciz edince kadın orada bulunmayan babasının varlığına sığınıyor: “Lester Ballard, babam eve gelsin seni gebertecek. Şimdi çabuk bas git yoksa karışmam!” (s.91)Görünüşte yasalar şerif ve adamları tarafından sıkıca tatbik ediliyor gibi ancak yasaların yaptırımı pek yok. Bu doğrultuda Amerikan taşrasının çürük bir ataerkil sistem üzerine inşa edildiğini görmekteyiz. Öte yandan, Lester’ın kadınlarla olan ilişiği sözlü ve fiili taciz üzerine. Ancak Lester’ın bu sapık tarafı bastırdığı cani tarafıyla birleşiyor. İçindeki sapkınlığı durduramayan Lester, artık kadınları katletmeye, onların cansız bedenlerini taşımaya, bu bedenlere iç çamaşırları, gecelikler giydirerek onlara tecavüz etmeye başlıyor. İşte roman, 27 yaşında sapkınlığının pençesine düşerek insanlıktan çıkan Lester’ın sonunu hazırlayan süreci konu edinmekte. Bu sürecin irdelenmesi ise okura bırakılmış zira romanda ne uzun paragraflar ne de uzun betimlemeler var, hatta iç çözümleme, iç monolog, bilinç akışı gibi teknikler dahi pek kullanılmamış. Yazarın başarısı tam bu noktada zira iyi romanın niteliği pek çok eleştirmene ve kuramcıya göre içinde gereksiz hiçbir gönderge barındırmamasıdır. Yani, romandaki her kelimenin ve her cümlenin kurguda bir işleve sahip olması, bu göndergelerden herhangi biri çıkarıldığında kurgunun bozulmasıdır. McCarthy tabiri caizse sağlam bir kurgu inşa etmekle kalmamış psikolojinin derinliklerinde dolaşırken klasik kurgunun tekniklerine metnin kapısını kapamış. Hatta, romanın ilk kısmında farklı anlatıcılar yer yer metnin bölümlerinde kendi hayatlarından kesitler sunarak Lester hakkında bildiklerini anlatarak hikâyeye dahil oluyorlar. Bu minvalde anlatıcılardan onun hayatına dair küçük ipuçlarını toplayabilir okur. Bu bilgilerden en önemlisi onun anne babasız, yani sevgisiz büyümesi. Aslında bir kısır döngü içerisinde sapık bir sevgi aramakta. Kadınlardan da istediği sevgiyi ve ilgiyi alamayınca onlara hükmetmek için onları katlederek cansız bedenlerine tecavüz etmekte. Bu sapkınlığı dahi onun dürtülerini tatmin edemez zira kurbanlarına giydirdiği iç çamaşırlarını giymeye başlar. Lester’ın dişil yönünü bu davranışı gözler önüne serer. Yine de onun en eril yönü her daim tüfeğiyle gezmesidir. Çocuk yaşta çalışırken biriktirdiği paralarla bir tüfek alan Lester çok iyi nişancıdır ve tüfeği onun bir organı gibidir, onsuz bir şey yapamaz. Zaten, Freud da erkeklerin silahları penislerinin uzantısı olarak gördüğünü belirtmektedir çünkü kendine güvenmeyen korkak insanlar silaha ihtiyaç duyar. Bazen sapkınlığını idrak etse de bununla yüzleşmez Lester:
“Yarasalar ayrıldıktan sonra baca deliğinden görünen sayısız soğuk yıldıza baktı ve bunlar neden yapılmıştır diye düşündü. Bir de kendisinin neden yapıldığını.” (s.108)
“Kulağına fısıldayan ses şeytan değil, sıyırıp attığı halde ara sıra aklıselim sesi olarak uğrayan eski benliğinin sesiydi, öfkesinin kazdığı facia kuyusundan döndürmeye çalışan nazik bir el.” (s.119)
Nitekim cinsel sapkınların büyük bir çoğunluğu hasta olduğunu kabul etmez ve dürtülerinin sonlarını hazırladığını bile bile eylemlerindeki şiddetin ölçüsünü giderek arttırırlar. Hasta olduklarını kabul etmedikleri için de tedaviden kaçarlar. Bu noktadan sonra iyileşmeleri mümkün olmayan canilere dönüşürler. Kitaptaki bir bölümün, Lester’ın hastalığına atıfta bulunduğu düşünülebilir:
“Suzie hastaydı bugün. Evet dedi, hastaydı. Devam ettim: Suzie dün de hastaydı. Suzie hep hastaydı. Suzie hep hasta olacak. Suzie hasta bir köpek.” (s.38)
Lester da adım adım dürtüsel şiddetin ölçüsünü artırarak kendi sonunu hazırlar. Önce parasını bitirir. Öyle ki gaz lambasına patatesleri koyar, kabukları siyah olunca onları soyup yer, tabii çiğdir patates. Bir ölüyle ilişkiye girmenin hazzı içerisindeyken tedbirsiz davranarak evinin yanmasına sebep olur. Evi yandıktan sonra bunu umursamaz, karların arasında oturur. Viski almak için çakısını satmaya çalışır, saatlerini ucuz fiyata verir, veresiye borçlarını kapatamaz, susuz gezer. Açlıktan sincap dahi yer. İlerleyen sayfalarda ise bir mağarada öldürdüğü kadınların cesetleriyle yaşayacak kadar akıl sağlığını yitirir. Yine de dürtülerini kontrol edemez. Oysa ilk bakışta sıradan bir insan izlenimi uyandırır Lester:
“Başkaca ses çıkmayan pastoral sabahın içinden çıkagelişlerini izleyen bir adam var ahırın kapısında. Ufak tefek, pasaklı, tıraşsız biri. Toz ve dilim dilim gün ışığı içinden saman saplarını savururken dalaşmaya niyetli gibi yürüyor. Sakson ve Kelt kanı var. Belki de aynı senin gibi Tanrı’nın bir kulu.” (s.7)
İşte, sıradan bir insan gibi gözükse de aslında hem bir cani hem de bir zavallı olan Lester’ın öyküsünü anlatıyor McCarthy.