Şehir, insandır... Bildiğin her şeyi unutup yürü, göreceksin. O kadar çok insanın arasında nasıl da yalnızsın orada. İnsanlar birbirine uzak olduğu gibi şehre de uzak, şehirle de aranda mesafe var. İnsan, mesafelerdir biraz da... Farkında mısın, hiç garipsemediğin halde ne çok kişiyi tanımazsın orada. Çocukken oynadığımız oyunlardan biri sanki; aynı körebe.
Bu büyük yalnızlık, başka insanların uzağında olduğunu bildikçe normal geliyor. Şehir senin için zaman zaman bu uzaklıktan, trafikte kuzu gibi bekleşen büyük kalabalıklardan, korkunç savaştan kurtulmanın yoludur; sığınacak yerler sunar sana. Elinden tutup irili ufaklı kafeler büyütmüş ya da kahve köşeleri biriktirmiştir; karlı havaları vardır sinemalara kaçılan.
Çık da yürü bak... Baştan aşağı giz şehir. Tüneller, kuyular, birden karşında buluverdiğin çıkmaz sokak; daha küçük yaşta, çocuk güzelliğinde bir meydan; bir kadının pencere kenarında duran sardunyanın yanına yerleştirdiği taze bedeni, bir adamın gömleğinden içeri giren yaz rüzgârı. Topkapı Sarayı’nın dibinde tüneller olduğunu dinlemiştim bir büyücüden, şehirdeydi, bir gözü akmıştı, dudakları kalın, sakalları beyaz, yüzü yorgundu. Hamile kalan kimi cariyeler, boğdurulduktan sonra çuvala konarak bu tünellerden denize atılırmış. Uyduruyor muyum yoksa gerçekten duydum mu bunları? Mutsuzluk... Aslolan mutsuzluktur. Çünkü mutluluğun anlatabileceği hiçbir şey yoktur. Diyelim ki uyduruyorum ama gören olduğu da söylenir; bu tünellerden bazıları Kınalıada’ya dek uzanırmış. Kapalıçarşı’da kimi dükkânlarda kilimlerin altında ağır kapaklar durur; o dükkâna çırak giren çocuk, Kur’an’a el basıp bu sırrı kimseye söylemeyeceğine yemin edermiş. Aslolan mutsuzluktur...
Çık da yürü bak, neredeyse hiçbir yerde kimseyi tanımazsın. Kimseler bilmez seni şehirde... Sen de pek kimseleri bilmezsin. Bu durumda şehirde herkes kayıp hanesindedir. İsim şehir oynardık ya çocukken, o oyunda kâğıda çiziktirdiğimiz haneler sanki...
Şehir yabancıdır. Otobüste yanında oturan adam az önce birini öldürmüştü. Hâlâ heyecanla vurmaktadır kalbi. İki dakika önce yanından geçen kadına çok sonra âşık olacaksın. Şimdi değil, henüz değil; başka türlü bir karşılaşma gerekir aşk için... Şehir şık tesadüf ya da kötü kaderdir. Ortaçgil’in şarkısında söylediği gibi onun bozuk parası, belki bir şekilde, döne dolana senin cebine girecektir. Şehirde değerli bir şeyini kaybettin diyelim. Asıl büyük kayıp şehirdeki varlığın olduğu için seni kimse bulamayacak. Çocukken oynardık ya, saklambaç gibi...
Şehir kum saati... Ters yüz et, dolanıp duracaksın bir ucundan diğerine; yeniden başlayacak her seferinde. Hiçbir başlangıç, o kadar da kolay değildir. Eski korsan gemisi arması şehir, sahaflarda zor bulunan kitap, kimse bakmasa da öylece durmakta ısrar eden gravür. Sehpanın üzerinde yanıp duran levanten pipo şehir; işlemeli dolaplarda unutulmuş likör kadehleri, kırmızı kiremitlerin, ağzında sigarasıymış gibi görünen eğri büğrü soba boruları; uzak mahallelerde demir filizleri; iletişim çağının büyük kalkanı uydu antenleri... Ölmezsin şehirdeki savaşta, sadece yenilirsin. Eve her gün bir savaşın eşiğinden dönüp gelirsin.
Fakat yine de ölümdür şehir... Orada ara sıra ölürsün. Camdan cama asılmış bembeyaz çamaşırlar, mendil kadar da olsa deniz gören pencerelerdir. Yani bir örümceğin özenle ördüğü ağ, ay ışığında kırık cam parçaları, tek tük fahişelerle kış sokakları, “eğlence lazım mı” diye soran pezevenkler, çöplüklerin kenarında belki bir yaşama umuduyla bekleyen kedi köpek cesetleri, el ilanları, broşürler, dumanlı tüfekler, korkunç ve karanlık yokuşlar, ölüme kenar süsü mezarlıklardır... En çok da mezarlıklardır şehir, Samatya’da bekleşen kuytu tren istasyonları sonra ve sonra sanki ortaçağdan kalmış esnaf lokantalarında erenler gibi yaşayıp gitmiş, artık hiçbir şeye aldırmayan, sessizliğin bağrına sığınmış keşiş garsonlardır.
Keşiş tabii... Şehrin yedi kapısından biri olan Silivrikapı’da, Balıklı Ayazma’yı hatırlasana. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un surlarına saldırırken, ayazmadaki Rum keşişlerden biri balık kızartmaktaydı (bence alevden lekeleriyle tekir kızartıyordu, yanına da marul doğrayacak, limon koymayacak, biliyor, sirke iyidir). Birden kapıda başka bir keşiş göründü. Dehşet içinde bağırmaktaydı: “Kent düştü, kent düştü!” Beriki unlu elleriyle konuştu, şaşkındı: “Nasıl düşer! İnanmam. Ne zaman ki bu balıklar tavadan fırlayıp kaybolur, o zaman inanırım...” O an işte balıklar fırlayıp yoklara karıştı, derken belki keşişler de yoklara gitti, ardından da manastır... Yürü sen, yürü... Kaybolmadan sahil yolunu izle. Karaköy’e kadar gel.
Çık da yürü... Zaman mı? Zaman mı vereyim istiyorsun. Buyur: 17 Ocak 1875. Ne güzel; Tünel’in açıldığı gün. Bundan sonra Beyoğlu’na çıkmak için Karaköy’deki ölümcül yokuşu tırmanmayacaksın. Kör bir seyyahtan dinledim: Bu yokuşun altında, Cenevizli korsanlardan kalma, derine gömülü hazineler olduğunu anlattı. Birileri hep anlatır zaten. Anlatmak mutsuzluk işaretidir.
Tünel açılıyor bugün. Ellerin üşüdü. Hava soğuk değil mi? Yaz gelsin de bak gör, dünyanın üçüncü metrosu burası, nasıl da serin olur. Terlediysen kurursun. Gel, korkma. Karanlık olduğuna bakma, kandillerle aydınlatılıyor içerisi. Yalnız halk biraz çekiniyor şu an girmeye. Biz şimdi diyorlar; Cemal Süreya’nın dediği gibi, yoksa bu insanları yaratırken çocukluk günlerinizde miydiniz tanrım; biz şimdi diyor halk, biz ölü değiliz ki neden yeraltına girelim? Belediye de bunun üzerine birkaç hayvan getirip götürüyor Tünel ile... Bakın bir şey olmuyor diye ikna ediliyor ahali. Çocukken bilmece sorma oyunu oynardık birbirimize, karanlıkta kalan cevaplar gibi...
Tünel’deki ilk vagonların üstü açıktır. Dürümcüler çok daha sonradır; bir işhanının kim bilir bilmem kaçıncı katında, peruk satanlar; fotokopi çekenler, düğme, çakmak gazı, çalıntı cep telefonları satanlar sonra; kilise papazlarının dağınık sakallarıysa hep vardı. Ne diyordu Beyoğlu cini İlhan Berk, yeni kurulan ülkelerin lacivert ve küçük posta pulları gibi şehir...
1913 tarihli Annuaire Oriental’a göre, tam da Tünel’in açıldığı günlerde semtteki fırıncının adı Benditsch’miş, kuyumcuysa Jacques Adler; berberin adı Alberti, çiçekçi Gholiopoulos; halıcı Behar var bir de (mutlaka altın yüzük takar bence Behar, bir de yere göğe sığmaz mutsuzluğu); müzik aletlerini Karl Kopp satıyormuş o vakitler, kitaplarıysa Emil Rosemann. Terzi sanırım ki Yahudi, Leopold derler; gözlükçü Verdoux ise biraz parizyen, kızları vardır bana kalırsa ve biri henüz yeni adet görmüştür. O günlerde Şark Demiryolları Umum Müdürü Albert oralardadır, avukat Papazyan. O günlerde Pera’da sabaha karşı muhallebicilerde süt kaynıyor, sahlep orkide çiçeğinden yapılıyormuş, Alexandre Rocca diye bir ciltçi, Marc Aperghis diye bir kunduracı... Bırakıp gitmenin de bir ismi olmalı değil mi. Tümden silinip kaybolmanın da bir ismi...
Az daha yürü, az daha. Sen yürüdükçe ileri saralım zamanı, istersen geri, fark etmez. 18 Haziran 1847 olsun tarih. Bugünkü Zincirlikuyu şehrin o zamanki sonudur. Koklayarak denizi bul, kokusu gelir oralara. Yürü: Büyükdere. Şehrin yazlık yeridir. Franchini Köşkü’nde Franz Liszt bir resital verecek, piyanosu Paris’ten getirtilmiş. Dinleyelim değil mi? Nasıl olsa şehir kum saati, zaman yavaş, acelemiz yok... Andante de Lucie de Lammermoor; Fantaisie Sur des Motifs de la Norma; Mazurka de Chopin; Leroi des Aulues, Melodie de Schubert; Hexameron, Variations Sur un Theme des Puritains ve Melodies Hongroises var listede. Liszt de senin gibi Tünel’den kalkıp geldi buraya. Polonya Sokağı’nda kalıyordu (nicedir adı Nur-u Ziya bu sokağın), müzik aletleri satan Comendiger’in evinde.
İşte böyle... Yürüdükçe yeni sırlar buluyorum. Yukarıdaki listeden duyulan Chopin’in mazurkası, Fanchini Köşkü’nün bahçesinden çıkıp peşimden geliyor. Çok dolaştım. Dolaştıkça yoruldum zamanlar arasında, yorgun düştüm yürümekten, anlatmaktan. Liszt yok artık belki ama ondan el almış, Bay Horowitz devam ediyor mazurkaya. Bir sır, birinden diğerine ancak anlatılarak, ancak yazıyla aktarılıyor (notaların da kâğıtlara yazılı olduğu düşünülürse). Şehir oyun oynuyor bana... Bu yazıda sana sen dediğime bakma, seslendiğim benim aslında.
Şimdi yıllardan 2013, döndü çark, durdu devir. 20 Temmuz bugün, günlerden pazartesi. Büyükdere’nin az biraz üstünde oturuyorum artık, taşındım Beyoğlu’ndan. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’da az biraz anlattığı Emirgan’a, çınaraltındaki kahveye gidiyorum ara sıra, nargile içiyorum, seyyahları, büyücüleri, serüvenci çerçileri arıyorum dinlemek için. Caminin arkasındaki sokakta küçük, gizli bir meyhane var. Mor masa örtüleri, elektrosaz çalan tuhaf, kör bir adam, ucuz mezeler, kış günleri var... Sarhoşlardan, büyücülerden hikâyeler dinliyorum. Boşluğu dolduran sestir.
Çınaraltında bir muvakkıthane var... Muvakkıthane, camilerin etrafına kurulur, güneşin hareketlerine göre Müslümanların ibadet saatlerini ayarlamaya yarar Osmanlı’da. Vakti tayin eder yani. Vakti tayin ediyorum. Zamansız anlatmanın, zamana yaraşmayan anlatının, zamanla yenişemeyen anlatıcının yararı yoktur.
Yürüdüm iyice. Bildim şimdi şehrin sırrını: “Yazılırsa hiçbir şey sır değildir, en azından kâğıt görür.”
Bir ismi olmalı bunun ama yok. Yok oluyorum.
Fotoğraflar Rupert Vandervell'e aittir.