Nihat Özdal ile diyalog kurduğu sulara ve çevresindeki şehirlere dair günlüklerinden, seyahat notlarından oluşan kitabı Su Seyahatnamesi hakkında merak ettiklerimizi konuştuk.
“Derler ki gömülür dalgalara/ Sonunda kayıkçı da tekne de.”- Heine
Nihat Özdal’ın Su Seyahatnamesi’ni okurken bir kitap değil de mavi bir su küresini avuçlarımda tutuyormuş gibi hissettim. Kürenin içinde deniz gözlükleriyle bir adam birbirinden ilginç hikâyeler anlatıyor. Yazar, Heri Dono’nun geçmiş ve gelecek arasında gidip gelen kuş insanlarını anımsatıyor, Samandağı’nda bir vatozla yüzerken okyanusun aklını keşfediyor. Po Nehri’nin pelin otlarıyla bezenmiş kıyılarından, Spinoza’nın sudan yapılmış gözlüklerine; Riyad’daki Güvercin Kuleleri’nden, avcıların yok ettiği Cüce Emu’ya; Pinokyo’nun Arno nehrine atlayışından Smetana’nın sessiz senfonisine kadar her şehirde bizi bir başka hikâyeyle suyun hafızasına götürüyor. Özdal, bizi akıntının içine, kendi içsel yolculuğumuzu yaratmaya çağırıyor. Su Seyahatnamesi’nin hikâyesini kendisinden dinledik.
Yürümeyi öğrenmeden yüzenlerdensiniz. Su sevginizin başlangıcına gidelim mi?
Sadece ben değil, insanların tamamı için geçerli. Başlangıç sudur. Sıvı hâllerimiz usulca ete ve kemiğe bürünmeye başlarken, yine bir su kütlesi içinde devam ederiz. Bu sıvılık sadece bir güvenlik değil, başlangıcımızı unutmamız içindir. Ama insan doğadaki en unutkan tür, unuturuz… Ben, yürümeyi öğrenmeden önce yüzdüğümü unutmadım. Annem bir göldü, bir denizdi, yüzerek çıkmışım dışarı.
Su ile ilişkilendirdiğiniz dünyada suyun ruhunun insanın ruhuna geçişini birbirinden ilginç detaylar, hikâyeler, fotoğraflarla anlatmışsınız. Kuşlar gibi suyu takip ederek yolunu bulan bir keşişin hikâyesi gibi... Kitabın ilk sayfalarında şu sözleri okudum: “ Macauley haklı, kan ve deniz arasında o kadar fark yok. Bizde demir, onda magnezyum fazla. Doluluklarımızı attığımız, aktığımız hâllerde benzer. Başlangıcımızdaki sıvılığı zamanla unutmuşuz.” Bu sözler beni de düşündürdü; aslında her şeyin özü aynı basitlikte sadece bilmiyoruz. Aradığımız şey ne uzayda ne başka galaksilerde. Bugün gözle görülemeyecek kadar küçük organizmalara bakınca belki kainat bizden daha küçük dünyaların içindedir diyorum. Roket fırlatılamayacak kadar nahif, anlaşılmaz; hepimizin kör olduğu bir dünyada gizleniyor. Siz suyun altında hangi gizleri aramaktasınız ya da hangi sırları buldunuz diyelim?
Bir amacı yok. Daha çok olduğum yer. Aramak, bulmak, bir hedefe ulaşmak kendi hayat hikâyemde çok yok.
Nehirlere inanırım, akıntıya (akış dememeye özen gösteririm), akıntının taşıdığı yer, karşılaştıkları, duraksadığı, hızlandığı, bulandığı, berraklaştığı hâller. Bulmak imkânsızdır. Olan vardır. Olanı bulmadım, içinde olduğumun farkındaydım. Bir kış sabahı ağzımdan çıkan su moleküllerinin bulut olmak için aslında çok gözükmeyen tozlarla ilişkisini bildiğim için çöllerin de deniz bilimi olduğunu düşünürüm.
Her hikâyenizde hiç tanımadığınız size yabancı şehirlerin, insanların telaşında buluyorsunuz kendinizi. Suda bulduğunuz ve size ait olan şey nedir? Su, sizi bu yabancılıktan kurtarıyor mu? Yoksa suyun da insanlar gibi bir yabancılığı var mı?
Temkinli olduğum hâller çok. Aslında yüzmeyi çok bilmem. Yani gözümde gözlük yoksa dakikalar ile sınırlı suda kalabilme sürem; dalış gözlüğünü takmışsam, sanırım birkaç gün karaya çıkmadan yaşayabilirim. Bazen gözlük olsa da yetersiz kalıyor. Akış hızı, mevsimler, yağış, bulanıklık, elbette o suyu paylaşacağım, belki çok misafirperver olmayacak gerçek ev sahipleri temkinli olmayı tetikliyor. Bu aynı nehrin farklı bölümleri için de geçerli. Yukarı Fırat ve Dicle ile Bataklık Arapları’nın olduğu kısımlardaki buluşmanın adıyla Dicle ve Şatt-'ül Arap aynı Fırat ya da Dicle değil. Tüm o şehirler ve sularda tek ortaklık akıntı, başka bir bölüme, devama geçebilmek için akıntıdan fazlasına gerek yok.
Han nehri yolculuğunuzda: “Nehirlerin şehirleri yarattığını düşünürüm,” diye söze başlıyorsunuz. Su yumuşakça gelir bir yerden, akışı dağılır toprağa, karaya, taşa; taş değişir, toprak değişir, insan değişir. Bir şehir vardı eskiden; su gelir, sonra bir avuç toprak kalır geriye. Bir dağ vardı; çocuk atlar şimdi üstünden. Su, yeryüzüyle insan arasına bir perde çeker, bütün hikâye sonsuz bir maviliğe döner. Sonra kuşlar gelir. Siz her fırsatta bu sınırın, perdenin ardına geçiyorsunuz ve görünmeyen hikâyelerin içine giriyorsunuz. Bu size ne hissettiriyor?
Manzara insanları vardır. Kıyıda bir yudum içecekle suya bakarlar. İçilen şeyin sıvılığından daha büyük su kütlesi vardır aslında tam karşıda. Bir manzara varsa, ben onu izleyen olmaktan çok içinde olmayı tercih ederim.
Bir de konunun geri kalmışlıkla ilişkisi var. Manzaraya bakan toplumlar geride kalmaya mahkûm gibi. İngiltere ve Amerika’da ülkeyi yönetenler çoğunlukla kürek takımlarından çıkar. Tüm Avrupa’da nehirler hem insan hem yük taşımacılığında önemli bir ulaşım aracı. Basel’de işten çıkanlar sıcak mevsimlerde evlerine kendilerini akıntıya bırakarak dönerler. Berlin’in çıplaklıkla doğa ilişkisini bir kabul olarak nehirlerden öğreten plajları çok fazla. Anadolu’da kimin yarattığını bilmediğim içinde canavarların yaşadığı, yüzmenin ölümcül olduğu, sürekli ağıtlarda geçen bir su kültürü var. Bu sonradan yaratılan ve aslında Anadolu olmayan bir hâl. Arkeolojik kaynaklar, Anadolu’da yaşayan uygarlıkların mitolojileri tam tersini söylese de bugün olan çok sağlıklı gelmiyor.
Kynsna lagünü ile ilgili notlarınızda: “Bazı vakitler ellerimi, sırtımı yoklarım, yüzgeçlerim var mı?” demişsiniz. Kış mevsiminde ziyaret ettiğiniz her şehirde, buzla kaplanmış göllere girmek için heyecanla bir kırık arıyor ve kendinizi onun içine sevinçle atıyorsunuz. Şavşat ziyaretinizde yerel halkın kış oyunlarından bahsettiğiniz bir bölüm var, kaybedenleri cezalandırmaya “suya kaldırma” deniyor. Siz her gece gönüllü kaybeden olarak buzlu suya atlıyorsunuz. Bunları okurken ben de sırtınızda saklı yüzgeçleriniz ve pullarınız olduğundan şüphe duydum. Eksi on yedi derece suyun içinde insan nasıl hisseder, ne düşünür?
Ses yavaşlıyor. Soğuğun böyle bir etkisi var. Yavaşlatıyor. Yavaşladığın yerde daha çok hatırlatmak istiyorsun. Şok etkisi ilk dakikalar biraz sürüyor. Sonra beden kabul ediyor. Kabul yavaşlamaktır. Bu hayatınıza yeni katılan bir insan için de geçerli, yeni girdiğiniz bir su kütlesi için de…
Frankfurt’ta, Oder Nehrine girerken Henrich von Kleist’ten bahsediyorsunuz: “Hayatı boyunca onunla ölecek birini arıyor Kleist ve iki kurşunla sonunda aradığı ölüme kavuşuyor.” Kayıp, asla bulunamayacak bir şeyi aramanın yolculuğu mu Su Seyahatnamesi? Kleist, belki bulamayacağını anlayınca, bunu kabul ederek kendini öldürdü. Sizi bıktırmayan şey, onu aramanın hazzını her dalışınızda yeniden bulmak mı?
Bir şey bulamayacağımı en başından biliyorum. Belki Kleist da biliyordu ve buldu diye değil, bulduğunu sandığı şeye öldü.
Gökçeada notlarınızda şu sözleri okudum: “İskandil halatı, kampana halatı, manilya halatı, mizana halatı, omurga halatı, şamandıra halatı, çekme halatı bildiğim bilmediğim tüm halatlarla bağlıyım suya.” Öyle bir bağlılık ki Buhara’dan Semerkant’a trenle geçerken yaşlı bir kadın size elma ikram ediyor, elmanın tadından çok hangi nehrin suyunda büyüdü sorusu var aklınızda. Nasıl bu kadar bağlı olabiliyorsunuz suya?
Bu soruyu yanıtladığım uçuşta, koltuk arkası ekranda Fırat Nehri’nde yükselen, Nerses Shonaralli’nin Rum Kalesi gözüküyor. Selçuk Altun romanlarından bir karakter olsam (olduğum da söylenir) “serendipty!” derdim. Bir güzelliği ararken başka bir güzellikle karşılaşmak kadar güzel bir kelime su.
Her zaman perdenin ardındaki, saklı olan şeylerle bir ilişkiniz var. Muray Nehri’nde ilk defa buharlı bir gemiye biniyorsunuz, muazzam bir manzara var fakat siz daha çok ateşi harlayanları merak ettiğiniz için buhar kazanının olduğu kata iniyorsunuz. Aslında önünüzde uzayan manzaradan öte sizin içsel yolculuğunuza eşlik eden kahramanları görmek için kimsenin bakmadığı yerlerde bir perde bulup bir şekilde onu aralıyorsunuz. Kendi içsel manzaranızın hem yaratıcısı hem izleyicisi olarak hikâyeniz akıyor. Bundan biraz bahsedebilir misiniz?
Özellikle olan bir durum değil. Çok basit nesneler fevkalade kışkırtıcı geliyor bazen. Onlara saygı duyuyorum. Bir parçaları olmaya, anlamaya çalışıyorum. Makas, düğme, çerçeve, ütü gibi kitaba dönüşenleri de oldu. Tepsi, dürbün, dalış gözlüğü gibi üzerinde çalıştıklarım da var…
Sualtındaki Hafıza kitabınızın mermer tabletler üzerine yazılan sayfalarını dünyanın bütün nehirlerine bırakmak istiyorsunuz. Son olarak bu tabletlerin hikâyesinden bahseder misiniz?
Az önceki sorudaki nesneler gibi nehirlerin, göllerin, denizlerin, okyanusların da aklı olduğunu düşünüyorum. Akla ya da canlılığa kendi bildiğimiz türler üzerinden ya da kendimiz üzerinden tanımlar geliştiriyoruz. Bence çoğu yerde eksik kalıyor. “Hafıza Taşları”nı ilk doğduğum nehre, Fırat’a batırdım. Oradaki taşlara kazılı metinlerde barajlarla ilişkili travma ve kaybolan nehir canlılarına vurgular vardı. Dünyada farklı sularda batırdığım hafıza taşlarında da o bölgede yaşanan ekolojik sıkıntılara vurgular var. Bu bir nehir, göl, deniz, okyanus gibi su kütlesi ile bir şairin dayanışması. Onlara bir saygı gösterisi, bir iletişim biçimi…