Jale Sancak ile kendi deyişiyle İstanbul'un "tam da bu gününü, bu günün insan hâllerini, yaşam koşullarını ve atmosferini edebiyatla" anlattığı kitabı Tanrı Kent üzerine konuştuk.
Jale Sancak’ın Tanrı Kent’i tek bir şehre sığan tüm ülkenin hikâyesi olarak yeniden bizlerle beraber. Geçtiğimiz ay İthaki Yayınları’ndan çıkan Tanrı Kent ile adımlıyoruz İstanbul’un neredeyse tüm semtlerini ve insan hikâyelerini. Hem kitabı okurken hem de Jale Sancak ile söyleşi yaparken, tam da karantinada olduğumuz bu günlerde, yaşadığım şehri ne kadar özlediğimi -çok daha derinden- bir kez daha hissettim. Özlemini duyduğunuz şehri tekrar içinizde hissetmek isterseniz, özleminizi en iyi giderebileceğiniz kitap olan Tanrı Kent’i ve tabii bu çok kapsamlı ve derinden etkileneceğiniz söyleşiyi okuyun lütfen...
Hiçbir zaman başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz ve distopik hikâyelerden okuduğumuz, seyrettiğimiz şeylerden daha da garip olan şu dönemde Tanrı Kent ile yeniden karşılaşmak hem iyi geldi hem de yaşadığım şehri çok özlediğimi hissettirdi. Edebiyatın, sanatın çok güzel bir gücü de bu diye düşündüm. Bu güç başka bir şeyde bu kadar etkili çıkmıyor. Ne dersiniz?
Haklısınız, böylesi ancak distopyalarda olur dediğimiz bir durumun içindeyiz. Hem ürkütücü hem acı ve şu berbat korona günlerinde bizi iyileştirecek şeylere çok ihtiyacımız var. Onlardan biri de edebiyat. Edebiyatın, sanatın gücü konusunda size tamamen katılıyorum. Onun dilden, sözcüklerden aldığı bu güce hep inandım, iyi ki birlikte yürüyoruz diye mutlu oldum. Ayrıca Tanrı Kent’in sizde iyi duygular uyandırması çok sevindirdi beni.
Tanrı Kent’teki her öyküyü okurken, İstanbul sokaklarında özgürce dolaştığımı hissetmek ve anlatılan hikâyelerin içinde yer almak inanılmaz keyifliydi. “İçinde yer almak” derken, İstanbullu biri olarak söylüyorum bunu. O sokakları tanıyorum, oradaki popülasyonu, kişileri, yaşama biçimlerini… Neydi sizi Tanrı Kent’i yazmaya götüren süreç? Bu uygarlıkların baş şehrini, tanrısını neden yazmak istediniz?
Yazdığımız her şeyde sorgulanmasını, tartışılmasını, görülmesini istediğimiz meseleler vardır. Bunlar bilinmeyen meseleler değildir elbette, yaşadığımız çağ nedeniyle artık bilinmeyen, görünmeyen pek bir şey kalmadı, buna rağmen illaki bir de bizden dinlesinler isteriz. İşte tam bu noktada benden de dinlemelerini istediğim meseleleri anlatabilmem için biçilmiş kaftandı mega kent, iyi bir olanaktı. Böylece mekânsal olarak çok yakınken birbirlerine uzak duran insanlarını, görmezden gelinen, hep dışarıda bırakılmak istenen ötekileri, imkânları ve imkânsızlıkları, göçü, dönüşümü ve rantı, vahşi düzenin açtığı yaraları, bunların yanı sıra bozulan dokuları, az da olsa kalan güzellikleri, dünden bugüne değişimleri ve yitirilenleri ve şehrin bin bir yüzünü aktarabilecektim. İşte bu niyetle yazıldı Tanrı Kent öyküleri.
Sadece semtleri veya genel popülasyonu, yaşayış biçimlerini değil, yazdığınız kişilerle de spesifik bir hâle getiriyorsunuz hikâyeleri. Bunu isteyerek mi yola çıkmıştınız yoksa semtleri yazayım derken, kişiler kendiliğinden mi çıkıp geldi?
İstanbul üzerine yazılmış sayısız kitap var. Yüzlerce yıllık tarihini, dokusunu ve eserlerini, kültürel birikimini, değerlerini anlatan, öven, yücelten... Yanı sıra araştırma, inceleme kitapları, sosyolojik çalışmalar da var ve bunu hak ediyor şehir. Ben bambaşka bir şey yapmak istedim, şehrin geçmişini değil, tam da bu gününü, bu günün insan hâllerini, yaşam koşullarını ve atmosferini edebiyatla, özellikle de öykü türü üzerinden, kurmaca olarak yazmak istedim. Bu kararla yola çıktım. O yüzden her metinde bir öykü kahramanı ve kahramanın hikâyesi var.
Her bir hikâyenin kendine has çağrışımları var. Mesela, Tarlabaşı’nda ya da Nişantaşı’nda hiç yaşamamış olsanız bile oradaki insan hikâyelerini anlama, empati kurma noktasına getiriyor ki birbirinden çok farklı popülasyonlar söz konusu bu iki semtte de. Koca bir şehirden çıkan, her semtin ruhunu bizlere gösteren hikâyeler, insanlarıyla birlikte ete kemiğe bürünüyor. Kitaptaki hikâyeler kurgu mu yoksa sizin birebir tanıştığınız insanlardan yola çıkarak mı yazıldı? Çünkü çok gerçekler…
Çoğu benim yaratımım. Onlara ben bir ad, bir kimlik verdim ve bir hayat biçtim. Çünkü düşleyerek kurmaktan uzaklaşırsam metinlerin öyküsel yanı eksik kalacaktı ve bu hiç istemediğim bir şeydi. Elbette sırf düşler değil, tanıklıklar, karşılaşmalar da bu yaratıma katkı sağladı. Zaten onlara biçtiğim hayatı yaratan sosyo-politik, ekonomik ya da kültürel durumlar, değindiğim toplumsal meseleler, malum hepsi mevcut şu anda. Hepsi birer gerçeklik... O semtteki gerçekliğin içine yerleştirdim kurmaca kahramanlarımı. Sözgelimi, Tarlabaşı’ndaki Dilan, Kuzguncuk’taki Tilbe ya da Ortaköy’deki garson Nizam, birebir olmasa da orada sahiden öyle birileri var ve öykülerde anlattığım gibi yaşıyorlar. Var oldukları duygusunu yaratan bu olsa gerek. Kitapta adıyla sanıyla gerçek olanlar ise Yeldeğirmeni’ndeki yaşlı terzi Solomon ki beni yüreğimden vurmuştur hâli, Sulukule’deki bahtsız Nurgül Pembegül ile Kemancı Ali, Çarşamba’daki Süleyman’dır.
Tanrı Kent’teki hikâyelerin içine bir okuyucu olarak bu denli kendimizi dahil hissetmemizin nedeni hikâyelerin, mizansenlerin güçlü oluşu. Semtine göre mekânlar, evler, dükkanlar, sosyal alanlar, insan ilişkileri… Tiyatroya dair çağrışımlar da var. Zaten bir hikâyeyi aktarırken kadim tiyatro öğretilerinden çok uzaklaşamazmışız gibi geliyor bana. Ne dersiniz?
Ben her zaman sinemasal bir anlatımdan yana oldum. Nedenine gelince mekân, atmosfer, eylem yahut olay betimlemeleri adeta bir kamera gibi okurun görmesini, kendisini gösterilenin içinde hissetmesini sağlar ya da söylediğiniz gibi tiyatroda, sahnenin içinde izliyormuş gibi olursunuz. Bu inandırıcılığı artırdığı gibi, kavramayı ve bütünleşmeyi kolaylaştırır. Tabii bütün bunları hedeflemenin yanı sıra şehri anlattığım için aynı zamanda bir zorunluluktu sokakların, evlerin, mekânların varlığı. Öte yandan da dert edindiklerimi türlü çeşitli yolla gösterebilmeme yaradılar. Dükkânlar, binalar, kafeler, ya da vitrinler, nesneler, objeler ve tüm diğer şeyler birbirinden farklı yaşama biçimlerini, yaşam koşullarını kolaylıkla aktarabilmemi sağladılar, özetle hepsi işime yaradı diyebilirim. Sözgelimi Bağdat Caddesi’ndeki ünlü markaları, şık vitrinleri Hacı Hüsrev’de bulamazsınız. Etiler’in gösterişli, pahalı mekânlarından, güzellik merkezlerinden eser yoktur Kadırga’da. Nişantaşı’ndaki mücevherciler bize bir şey söyler, Tarlabaşı’ndaki izbe meyhaneler ya da sokaklara asılan çamaşırlar başka bir şey. O nedenle öykülerde ayrıntılı biçimde yer aldı birçoğu.
Semtler ve anlatılan insan hikâyeleri arasındaEşkıyafilmine, Uğur Yücel’e, Sevim Burak’a, oyunculukları ve edebi kişilikleriyle tanıdığımız insanlara da rastlıyoruz. Onların girdiği mekânlara girip çıkıyoruz. Bu mekânların zamanla nasıl dönüşümlere uğradığını okuyoruz. Dünyada, Avrupa ile Asya’nın tek birleşme noktası olan İstanbul şehri yaşıyor. Hatta güncele dönersek, virüse ve sokağa çıkma yasağına rağmen yaşıyor. Bir okuyucu olarak bu süreçlerden sonra yazılacak hikâyelerde fırınını hiç kapatmayan bir fırıncının bin farklı şekilde yazılacak hikâyesini okumak isterim. Bu Tanrı Kent en yaşamıyor gibi göründüğü şu zamanda bile yaşıyor öyle değil mi?
Çok haklısınız, koronaya rağmen yaşıyor. Yaşamak zorunda, çünkü her sınıftan her yaştan insanıyla çok çok kalabalık “Tanrı Kent”. Tabii bunca kalabalık olmasaydı da zorunluluklar olacaktı, lâkin burada insanları yaşatmak, doyurmak için çok daha fazla insana ihtiyaç var. Çok daha fazla üretime ve çalışmaya. Söylenen rakam on altı milyon ama kendi adıma bu rakamın doğru olmadığını düşünüyorum. Yirmi milyonun çok üzerindedir. Büyük tehlikeye rağmen yollar işe gidenlerle dolu. Ne yazık ki insanlara başka türlü koşullar sağlanmadıkça da bu manzara değişecek gibi görünmüyor. Belki bu kâbus bittikten bir süre sonra da virüs günlerinin öyküleri, romanları yazılacak. Belki demeyeyim mutlaka yazılacaktır, özellikle eşitsizliğin, adaletsiz gelir dağılımının, işsizliğin neler yarattığını göstermek için. Edebiyat bunları dert edinir çünkü.
Eski kabuğunu tamamen atan ve yeni oluşmaya başlayan, oluşacak olan dönemle ilgili ne söylemek istersiniz? Neler bekliyor bizleri? Gerçek yaşamımızda distopik hikâyeler ötesi şeyler yaşıyoruz ve bu süreçten sonra ortaya çıkacak öyküler nasıl şekillenecek sizce?
Bir sürü şey söyleniyor, her zamanki gibi farklı teoriler var. Birilerine göre komünizm gelecek, hepimiz komünist olacağız. Zizek mesela, küresel komünizmi öneriyor. Totaliter rejimler daha da güçlenecek, büyüyecek diyenler de var. İkincisini daha olası görüyorum maalesef. Umarım olmaz. Ekmek kavgası da enikonu vahşileşecektir. Kendi adıma insanların bir bölümünde farkındalıkların artacağını, vicdanların biraz yumuşayacağını düşünsem de büyük bir değişim beklemiyorum. Sanırım gene -umudu da unutmadan- olup bitenleri hikâye edeceğiz. Tabii salgın, virüs gibi sözcükler edebiyatta çok daha sık kullanılır hâle gelebilir.
Aktif olarak Galapera’nın başında bulunuyorsunuz. Öğrencileriniz var, yazı atölyeleri düzenliyorsunuz. Bu dönem atlatıldıktan sonra Galapera faaliyetlerine nasıl devam edecek? Zira bizi bekleyen yeni dönemde sanatla ilgili her faaliyet çok kıymetli olacak. Ve tabii önermeniz açısından da şu dönem ne türde okumalar yapıyorsunuz, elinizin altında hangi kitaplar var merak ediyorum?
Galapera hayatımda önemli bir yer tutuyor. Edebiyattan, kitaplardan konuştuğumuz, yazdıklarımızı paylaştığımız, birlikte öyküler yazdığımız, dostlarımla bir araya geldiğimiz bir ortak mekân. 15 yıllık yaşamında ilk kez bir buçuk aydır kapalı. Bu durumun daha ne kadar süreceği de meçhul. Elbette devam edecek, etmeli, arzum bu yönde, lâkin çok uzun sürerse ekonomik olarak dayanabilir miyim bilmiyorum. Bu benim için de soru işareti şimdilik. Karantina günlerine gelince bir süre önce bir roman yazmaya başlamıştım, onunla uğraşıyorum. Arta kalan zamanlarda da elimin altındaki kitaplardan Gulam Hüseyin Sâedi’nin Bayel Ağıtçılarıkitabını okuyorum. Sonra sırada Ishiguro’nun Günden Kalanlar kitabı, Carlos Fuantes’in Doğmamış Kristof ve Dorothy Crawford’un Ölümcül Yakınlıklar kitabı var.