Tarık Tufan ile çıkar çıkmaz okurların ilgisini çeken, iki hayat arasına sıkışmış bir karakterin çatışmalarını yansıttığı romanı Şanzelize Düğün Salonu’nu ve yazım sürecini konuştuk.
Şanzelize Düğün Salonu yayınlandıktan kısa bir süre sonra ilgi uyandırdı. Peki, Şanzelize Düğün Salonu’nun yazım süreci tam olarak ne kadar sürdü?
Bir romanın yazım sürecinin tam olarak ne kadar sürdüğünü söylemek kolay değil. Romanın bir bitişi var ama ne zaman başladığını kestirmek güç. Ne zaman başladı? Hatırlamıyorum. Bir cümle vardı aklımda. Romanın ilk cümlesi. “Şeyh babamın vefatından hemen sonra, yeni şeyhin kim olacağını görebilmek için rüyayı bekleyen dervişler rüyalarında aynı gece, aynı kişiyi görüp vaziyetin mahiyetini anlayabilmek için sabahın erken saatlerinde kapımı çaldıklarında, gece boyunca vücudumun her zerresine sirayet etmiş şarabın etkisinden henüz kurtulamamıştım.” Cümle epeyce kafamda dolandı durdu. İçinde bir karakter, bir hâl, bir çatışma taşıyordu. Sonra arkası geldi. İki yılı aşkın süre yazdığımı söyleyebilirim.
Ayrıca romanı merakla bekleyen bir kitle de vardı. Okurlardan nasıl tepkiler aldınız ve aldığınız tepkiler sizi ne derece etkiliyor?
Uzunca bir zamandır kitabım çıkmıyordu. Araya zaman girince insanın kaygıları da artıyor aslında. Kitap çıkınca gelen ilk tepkiler olumlu. Kitabın ilk ve son bölümüne gelen farklı tepkiler var. Bu tepkiler kuşkusuz yazar için çok kıymetli. Ortaya koyduğun bir şeyi görüp tepki veren insanlar olması başlı başlına önemli bir şey. Yazma sürecini okurun dünyasında ortaya çıkan karşılıklar doğrudan etkiliyor. Ne anlattım? İnsanlar ne gördüler, ne anladılar? Bütün bunları anlayabilmek benim için önemli.
Şanzelize Düğün Salonu’nda özellikle muhafazakâr iklimde büyüyen insanların kafasında yer eden soruları ve ikilemleri çok iyi yansıtmışsınız. Muhafazakâr okurlarınızdan gelen tepkiler nasıldı?
Benim için sadece “okur” var. Başında başka bir sıfat yok. Benim anlattığım hikaye kendi dünyamda çok içeride bir yerlerden doğuyor ve kelimelere tutunuyor. Yazar için bu durum nasıl biricik bir deneyimse okur için de öyle. Her bir okur biricik tepki gösteriyor. İnsanın ruh hali, bir edebiyat metniyle muhatap olan okurun ruh hali kendine özeldir ve bir sosyal topluluğun, inanç grubunun veya etnik ideolojik grubun tepkileri gibi genellenemez. Okurun her biri kendi kişisel hikayesinden hareketle tepki veriyor. Yazdığım metinler de bu damara karşı geliyor olabilir.
Kitabın ismi okura biraz da olsa masada duran içi kurabiye dolu tabak ve limonata bardaklarını anımsatsa da içinde baba-oğul çatışması ve aşk var. İsmin Şanzelize Düğün Salonu olmasındaki belirleyici sebep neydi?
Hikayede bu isimde bir mekan var. Çok doğrudan bir isim olsun istemedim. Bende gündelik kültüre dair çağrışımları fazla olan bir isim bu. Kitapta da mekan ismi olarak geçinde kitabın adı oldu.
Birçok kitabın aksine Şanzelize Düğün Salonu’nun sonu okurun beklediği gibi bitmiyor. Belki klişe olacak ama mutlu son ile bitirmek aklınızdan geçmedi mi hiç?
Yazdığım hikayelerin hem edebiyatta hem de sinemada böyle bir sorunu var galiba. Artık buna inandım. Haklısınız çokça insan bunu söyledi. Fakat kitabın son cümlesinde kahraman “mutlu bir adamım ben” diyor. Neden buna inanmıyorsunuz? Daha ne desin adam? Mutlu bir adamım ben diyor fakat okur kitabın mutsuz bittiğini düşünüyor. Ne yapayım ki başka? Aslında mutlu sonla bitiyor ama okuyucu farkında değil.
Kitapta, karakterin İhsan Oktay Anar’ı üniversite etkinliğine çağırmak için İzmir’e gitmesi gerçekte yaşanmış bir durum mu yoksa kurgu sırasında mı gelişti?
Bu sorununu cevabı ben veremem. Eğer gerçekten bunun cevabını merak ediyorsanız İhsan Oktay Anar’a sorabilirsiniz. Ben de merak ediyorum.
Şanzelize Düğün Salonu’nu yazım sürecinde sizi zorlayan kısımlar oldu mu? “Acaba şunu yazmasam mı?” diye tereddüt ettiğiniz anlar var mıydı?
Kitabın karakteri bir şeyhin oğlu. Hikayede tekke adabıyla, ilişkileriyle ilgili bölümler var. Kuşkusuz bunları yazarken yanlış bir şey yapma endişesiyle duraksadığım oldu. Epeyce tereddütle yazıp yazıp sildiğim bölümler oldu.
Aslında birçok yazarın değinmekten çekindiği tekkelere roman boyunca sık sık değiniyorsunuz. Tekke ayrıntılarını yazarken yanlış anlaşılmaktan çekindiğiniz oldu mu? Romanlarda tekkelere daha çok değinilmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?
Tekkelere değinen romanlar oldu ama bunlar genellikle buraların ne kadar yozlaşmış olduğuna dair son derece önyargılı ve ideolojik metinlerdi. Özellikle Cumhuriyetin ilk dönem romanlarında böyledir. Yeni paradigmanın yerleşmesi için eski olan her şeye kötü gözle bakılıyordu. Sosyal hayatın içinde bu kadar yer alan ve derin kültürel arka planı olan mekanların edebiyatımızda, sinemamızda hiç yer almaması, yer aldığında mutlak kötü bağlamında değerlendirilmesi üzerine kafa yormamız gerekiyor. Biz edebiyatçıyız ve hayatın akıp gittiği yerler bizim için olağan mekanlardır. İyilik ve kötülük kategorik olarak bir yere ait olmakla edindiğimiz nitelikler değildir. İyi ve kötü insanlar her yerde.
Yazarken etkilendiğiniz ve daha iyi yazabilmek için kılığına büründüğünüz karakteriniz oldu mu hiç?
Bir kılığa bürünmek derken ne kastediyorsunuz bilmiyorum ama kuşkusuz karakteri, durumu yazarken oradaymış gibi düşünebilmeye çalışıyorum. Çevremde benzer karakterleri gözlemliyorum. Onların tutumlarını, anlık tavırlarını, küçük olaylara gösterdikleri küçük tepkileri gözlemliyorum.
Romanın bitiş kısmının hızlı olduğunu düşünenler ve romanın güzelliğinin yanında bitişin hızlı olmasının göz ardı edilebileceğini düşünenler var. Siz ne diyorsunuz bu konuda?
Bu konuda kişisel olarak hızlı bittiğini düşünmüyorum. Ama bunlar çok kişisel görüşler. Ben olması gerektiği anda bitirdiğimi düşünüyorum ama hızlı bittiğini söyleyenler de var. Belki bunun üzerine biraz kafa yormalıyım.
Roman yazıyor olmak, özellikle de uzun yazıyor olmak sizi yoruyor mu?
İtiraf etmek gerekirse evet. Meselenin içinde kaybolduğum oluyor. İkinci bir yaşam alanı gibi. Yazdığım anlarda hikayenin dünyasına giriyorum ve zihinsel olarak da ruhsal olarak da bölünüyorum. Bu da yeteri kadar yorucu. Yorgunluk bedensel değil, aynı zamanda hikayenin dünyasında yaşamak zorunda kalmak.
Şanzelize Düğün Salonu çevrilecek olsa hangi dillere çevrilmesini isterdiniz?
Kuşkusuz mümkün olduğunca çok dile çevrilmesini isterim ama bir dil söylememem gerekirse özellikle İspanyolca derim. İspanyolca konuşan halkların romanı okuduğunda ne düşüneceğini merak ediyorum. Belki de benim onları okumaktan hoşlandığım içindir.
Genç neslin okuma, yazma ya da yaşama tutkusundaki olumsuzluğa baktığımızda kalp atışı giderek zayıflıyor mu sizce?
Buna beylik bir cevap vermek istemem. Yeni bir dünyayı yaşıyoruz ve bu yeni dünyanın insanın aklı, kalbi, ruhu üzerine şiddetli saldırısını görmezden gelemeyiz. Modernliğin bu şiddetli saldırısı karşısında insanın, insanca olanı, daha derin, daha sahici ve metafizik gerilimi yüksek olanı koruyabilme gücünün azaldığını söyleyebiliriz. Genç nesil bu dünyanın içine doğdu ve bağışıklık sistemi zayıf. İyi edebiyat yeniden tutkumuzu güçlendirebilir. Önemli olan bu metinlerin sayısını çoğaltabilmek. Genç neslin dışında, edebiyat üzerinden kurulan “piyasa” da bu tutkuyu güçlendirecek nitelikte değil. Neyin satacağını hesaplıyorlar ve bütün güçleriyle buna uğraşıyorlar.
Bir edebiyat sokağı olsaydı eğer, sokağınızda hangi yazarların komşunuz olmasını isterdiniz?
Bir yazarı sevmekle komşuluk etmek aynı şey değil aslında. Neyse oyunbozanlık etmeyeyim. Dostoyevski olsun. İstanbul’a gelsin komşum olsun. Refik Halid Karay olsun. Hiçbir yere gitmesin, gelsin sokağımızda otursun. Oğuz Atay da olsun. Şule Gürbüz üst katımızda otursun. Mustafa Kutlu yan dairemizde otursun. Gelsin kahve ikram edelim akşam vakti. Peyami Safa da olsun. Tanpınar gibi bir adam da mahallemizde komşumuz olsa daha ne isteriz? Gidelim ziyaret edelim, halini hatırını soralım, o da anlatsın. Ayfer Tunç da komşumuz olsun. Başımız sıkıştığında gidelim derdimizi anlatalım.
Sinema ve edebiyat birbirine çok yakın komşular. Siz de senaryo yazan birisi olarak kitaptaki anlatım tarzınızda da bundan yararlanıyor musunuz?
Farkında olmadan iç içe geçiyor bunlar. Kitaptaki pek çok durumu bir sahne gibi canlandırarak yazdığımı söyleyebilirim. Okurun gözünde canlanabilir. Bu da açıkçası hoşuma gidiyor.
Şimdilerde çalışmasına sürdürdüğünüz bir senaryo ya da kitap çalışması var mı?
Evet birkaç hikaye üzerine çalışmaya başladım ama henüz üzerinde bir şeyler söylemek için çok çok erken.
Sosyal medyada bazen haklı ya da haksız şekilde yazarlara linç girişimleri oluyor. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?
Linç bulaşıcı bir hastalık gibi. Tuhaf bir biçimde bu toplumda da alışkanlığa dönüştü. İşin ilginci herkes kendisine linç girişiminde bulunduğunu söyleyerek diğerini linç etmeye başlıyor. Bu fasit daireden nasıl çıkacağımızı bilmiyorum. Sosyal medyada yapılması bu durumun vahametini ortadan kaldırmıyor. Sosyal medyada yapan imkan bulursa gerçek hayatta da yapar. Duygu olarak, tavır olarak ikisi de aynı. Herkes birbirinin pususunda. O yüzden iyiliğin ancak insanın emeğiyle edinilen bir değer olduğunu sık sık hatırlamak lazım. İdeolojik bir gruba katılmakla iyiliği hak etmiş olmuyorsunuz.
Son olarak, Şanzelize Düğün Salonu’na uğrayan ve uğrayacak olan tüm okurlara ne söylemek istersiniz?
Anlattıklarımı kulak kesilmeye, dinlemeye, okumaya değer buldukları için bütün kalbimle teşekkür ederim.