Okurlar öykü kitaplarına neden “festival filmi” muamelesi yapıyor? Bu sorudan yola çıkarak bizim neslin öykü merakını körükleyen Alacakaranlık Kuşağı dizisini ve o dizideki havayı estiren Hakan Bıçakcı, Murat Başekim ve Hakan Urgancı’nın son kitaplarını anlatmak istiyorum.
Hakan Bıçakcı ile bir okulda panelde konuşacağız. Barış Müstecaplıoğlu da yanımızda. Panelden önce sahnedeki kürsüde bir konuşma yapıldı. Konuşmacı kürsüden ayrıldıktan sonra sahnede panelin gerçekleşeceği masayı örten ve üzerinde isimlerimizin yazdığı barkovizyon perdesi yavaş yavaş yükselmeye başladı. O anın içindeyken fark edemesem de biraz garip bir andı. Sonuçta orada değildik, daha isimlerimiz anons edilmemişti. O zaman perde niye açılıyordu?
Hakan döndü bana, kulağıma fısıldadı: “Şimdi orada kendimizi görürmüşüz.”
Temkinli davrandım, hemen gülmeyip perdenin tamamen açılmasını bekledim. Sahnede kendimizi görmedik. O zaman rahatlayarak güldüm. Bu örnekte görülebileceği üzere Hakan Bıçakcı sıradan anlar içindeki sıra dışılığı yakalamak konusunda bir uzman. “Harika tuhaflıklar avcısı” diyebilirim onun için. Tuhaflıkların olağan hayatın parçası olmasına asla izin vermez, onları anında yakalar ve öykülere dönüştürür. Geçen haftalarda çıkan üçüncü öykü kitabı “Hikâyede Büyük Boşluklar Var” bu ve benzeri harika tuhaflıklarla dolu. Panele geldiğiniz okulda sahnedeki panel masasında kendinizi görseydiniz ne olurdu? İşte Hakan Bıçakcı bu tip sorularla gündelik hayatı zaman zaman olağanüstü, çoğu zamansa tedirgin edici kırılmalara uğratıyor.
Her sabah başka bir mobilya mağazasının teşhir amaçlı yatağında uyansaydınız... (Yatay Geçiş)
Karşılaştığınız kayıp ilanındaki köpeği bulsaydınız ama sahibini telefonla aradıktan sonra köpeği kaybetseydiniz... (Kayıp)
Uzun bir ilişkiden sonra yine aynı isimli bir sevgiliniz olsaydı... (İki Bahar)
Arkadaşınızı dayak yerken görseydiniz ama görmezden gelmeyi tercih etseydiniz... (Cesaret Testi)
Akıllı telefon tamiri yaparken arızalı cihazda gençken kaydettiğiniz şarkıyla karşılaşsaydınız ne olurdu? (Sahnedeki Dinleyici)
Bu sorular ve kırılmalar sadece “cin fikir”lerden ibaret değil. Neden çok övüldüğünü anlayamadığım Etgar Keret’in “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü” gibi “ee yani n’olmuş?” diye bırakmıyor okuru. Okurun hayatına nüfuz ediyor. Hakan Bıçakcı senaryo ve öykücülükte sıkça kullanılan “çember senaryo” taktiğini seviyor, birçok öyküsünde ustalıkla uyguluyor. O yüzden bazı öykülerin sonunu tahmin edebiliyorsunuz. Fakat bu çember yapının devam etmeye uygun bir yapısı var, o yüzden “sarmal” demek daha doğru olacak. Çember bir ucundan başka çemberlerle uzayabilecek, bir yay gibi devam edebilecek gibi...
Bıçakcı’nın öyküleri didaktik olmadan okura çok şey söylemeyi başarıyor. "Sahnedeki Dinleyici", müzik hayalini yarım bırakan mobil telefon satış mağazasındaki elemanın ikilemini ortaya çıkarıyor. “İki Bahar”, uzun süren ilişkilerin trajikomik bir fotoğrafını çekiyor. "Cesaret Testi", modern hayatta bir vicdan muhasebesini öne çıkarıyor. “Hikâyede Büyük Boşluklar Var”da 34 öykü var, ilginç fikirlerle, çıkarımlarla, derslerle, gündelik ayrıntılarla ve farkına varışlarla dolu 34 müthiş kısa öykü.
Hakan’la en başta bahsettiğim panelden sonra konuşuyoruz. Öykülerden oluşan son kitabım "Güneş Hırsızları"nın önceki romanlarım kadar satmadığından söz ediyorum. Hakan’da da durum farklı değil. Yazdığı 3 öykü kitabı, romanları kadar satmamış. Ben şahsen “Hikâyede Büyük Boşluklar Var”ı Bıçakcı külliyatında zirveye koyarım. Ama son romanı “Doğa Tarihi” kadar satmayacak, bunu tahmin etmek zor değil. Evet, satış rakamlarından, kıyaslamalardan bu kadar net bahsetmek doğru olmayabilir. Fakat başka türlü okurun öykü kitapları ile romanlara gösterdiği ilgi arasındaki farkı net bir şekilde koymak mümkün olmuyor.
Peki, okur neden öyküye roman kadar ilgi göstermiyor? Bunu edebiyat dünyasından farklı isimlerle ara ara tartıştım. Hatırladıklarımı madde madde ortaya koymak isterim:
Bu maddeler çoğaltılabilir ama bence asıl mesele şu: Öykücülük tarzındaki değişim okurun beklentilerini karşılamıyor ve bunun sonucunda okur öykü kitaplarına “festival filmi” muamelesi yapıyor. Ben üniversitedeyken öykü kitaplarında “köy edebiyatı” baskındı mesela, ödül alan, öne çıkan öykü kitaplarında, öykü dergilerinde hep köyde geçen öyküler okuduk. Sonra Hayalet Gemi gibi modern öykü dergileri sağ olsun, öykünün dekoru şehre taşınmaya başlandı. O dönem güzeldi. Okuduğum öyküler gözümün önünde bir kısa film gibi belirirdi. Sonra yazarların ve eleştirmenlerin eğilimi değişti. Son on yılda benim gözlemim o ki, öykü soyut bir hüviyete büründü. Öykü, ateş başında anlatılmasıyla ve ağızdan ağıza dolaşmasıyla bildiğimiz öz tanımından uzaklaştı. Kısa film tadı veren öyküler tarih oldu.
Bu yukarıdaki nedenlere Türkiye’ye özgü bir madde daha eklemek gerek: Diyet ve Kaşağı! Tabii ki ikisi de muhteşem öykü, Ömer Seyfettin büyük yazar ama genç dimağların öyküyle tanışması bu iki trajik öyküyle mi başlamalı? Türkiye’deki Türkçe dersi müfredatında bir değişime gidilmesi gerekmiyor mu? Sadece müfredat da değil, Türkiye’de öyküyü sevdirmek için hiçbir alanda kimse kılını kıpırdatmıyor. 2000'ler Türk Sineması’nda bir tane öyküden uyarlama film hatırlıyor muyuz?
70'lerde, 80'lerde birçok öykü uyarlaması görebiliyoruz. Sait Faik ve Sabahattin Ali öykülerinden esinlenen filmler var. Necati Cumalı'nın Vasfiye isimli öyküsünden "Adı Vasfiye" (Atıf Yılmaz, senaryo: Barış Pirhasan), Bilge Karasu'nun "Usta Beni Öldürsen E"sinden "Usta Beni Öldürsene" (Barış Pirhasan) çekildi. Ömer Kavur, Füruzan'ın öyküsünden "Ah Güzel İstanbul"u uyarladı. Başka örnekler de var. Nuri Bilge Ceylan'ın "Kış Uykusu" Çehov'un üç öyküsünden esinlenerek yazıldı. Yine de öykü ve sinema bağlantısının Türkiye'de zayıf olduğu ortaya konmalı. Dünya sinemasında sadece Çehov ve Poe'nun öykülerinden uyarlanmış film sayısının 400'ün üzerinde olduğunu söylersek fark daha iyi anlaşılabilir. Türk sineması yeniden öykü uyarlamalarına girerse okurun öyküyle barışması sağlanabilir. Dahası öykü sıkıntısı çektiği söylenen sinemamız yeni bir kaynak bulmuş olur.
Alacakaranlıkta Tuhaf Masallar
Tam bu noktada, içinde bulunduğum kuşağa öykü sanatını sevdiren dizi Alacakaranlık Kuşağı’nı anmak isterim. 1959 yılında yazar ve senarist Rod Serling’in yarattığı Twilight Zone / Alacakaranlık Kuşağı anlatımıyla öykücülük geleneğini televizyona taşımış, önemli bir dönüm noktasına imza atmıştı. Savaş gazisi olan Serling fantastik ve bilimkurgu içerikli bu televizyon şovuyla anti-militarist ve protest mesajlar vermeyi başarmıştı. Dahası televizyon aracılığıyla öykü sanatını halka sevdirmişti. Dizi 1963’e kadar devam etti ve bu süre boyunca Ray Bradbury, George Clayton Johnson, Richard Matheson, Charles Beaumont ve Jerry Sohl gibi birçok yazar dizinin bölümlerinde kalem salladı. Dizinin sonraki yıllardaki sürümlerinde Harlan Ellison ve George R. R. Martin de yazarlar arasındaydı. Twilight Zone, “Alacakaranlık Kuşağı” ismiyle TRT’de gösterildi. “Alfred Hitchcock Presents” yine TRT’de gösterilen her bölümünde ayrı bir öykünün anlatıldığı, gerilim öykülerini o dönemin gençlerine sevdiren bir başka programdı. Videokaset kiralama furyası esnasında ise Spielberg’in yapımcılığını üstlendiği Amazing Stories öykülere olan ilgimizi tazeledi.
Aslında tuhaf hikâyelerin başlangıcı olarak Weird Tales dergisini anmamak olmaz. Ayrı bir yazının konusu olabilecek Weird Tales oluşumu sayesinde Lovecraft ve Robert E. Howard gibi birçok usta yazar ortaya çıktı. Weird Tales şu an yayımlanmıyor ama neredeyse akranları olan F&SF ve Asimovs gibi dergiler öykü geleneğini yaşatmaya devam ediyor. Halen daha kabul ettikleri öykülerin yazarlarına kelime başına para ödüyor ve yüz binlerce okura bu öyküleri ulaştırıyorlar. Stephen King gibi birçok yazar bu dergilerden yetişme. Türkiye’de böyle dergiler olmadığı için yazarlar FABİSAD’ın düzenlediği Gio Ödülleri gibi yarışmalarda veya doğrudan kitap yayımlayarak okura ulaşmaya çalışıyorlar. Bu da bir yöntem ama geçmişte karşılaştığımız X-Bilinmeyen ve Nostromo gibi dergilerin eksikliğini hissediyoruz.
Şarkta ve Garpta Sihir ve Büyü Gelenekleri
Türkiye’nin Alacakaranlık Kuşağı veya Tuhaf Masallar dendiği zaman ilk bahsetmemiz gereken yazarlardan biri Murat Başekim. O da üçüncü öykü kitabı Demir Dövme Öyküleri’ni geçtiğimiz aylarda yayımladı. Kitap arkası yazısında bahsedildiği gibi “Büyülü gerçekçilik değil, gerçekçi büyülülük” yapıyor Başekim. Yine “hevi metal macera”lardan mürekkep bir kitap ortaya koymuş Ankaralı yazar. Başrolde Alamancı cadı avcısı Demir Yavuz var. Hellboy ile Behzat Ç.’yi karıştırın, öyle bir karakter Demir. Vizyonlu bir yapımcı bu karakterden harika bir dizi çıkarır. (Çıkaramadı.) Demir bir macerada Bodrum’da bir cadıyla, diğer bir macerada Kızılova’da bir vampirle çarpışıyor. Toplam yedi macera var kitapta. Heyecan ve gerilim had safhada ama en çok mizah var bu öykülerde. Demir’in üslubu da kendisi gibi benzersiz. “Sekiz bin yaşındaki bi Anadolu tanrıçasına selektör atıyom... Allah sonumu hayrede” gibi replikler var bu kitapta. Yüksek edebiyat tutkunları garipseyebilir ama bana göre “yüksek edebiyatın en yükseği” olan Lovecraft Çankırı’da doğup Almanya’ya göç etseydi böyle yazardı.
Başekim “Bir Ramazan Türküsü” isimli öyküde güncel edebiyat anlayışıyla da makarasını bir güzel geçiyor. Ramazan davulculuğu yapan Demir bu öyküde “ünlü yazar” Hayati Dümen’in hayaletiyle karşılaşıyor ve Dümen “Edebiyat devrik cümledir” diyerek “edebiyat”ın ne olduğunu anlatmaya başlıyor Demir’e. “Edebiyat ufka bakarak sigara içmektir. Edebiyat, gözün bozuk olmadığı halde daha zeki görünmek için gözlük takmaktır. ... Edebiyat, fakirleri yazarken bir yandan genç kızlara yazmaktır. Edebiyat, yoksulluklarını anlattığın fakirler kitaplarınla doymasa da, senin egonun ve gövdenin doymasıdır. ... Edebiyat, arkadaşın eleştirmenlerin lehinde yazmasıdır. Edebiyat, kendileri pek de bir şey yazmayan eleştirmen arkadaşlarınla aradaki o birbirinizden beslendiğiniz şöhret-simbiyozudur. Edebiyat sosyal medyadır. Edebiyat ‘trend topic’dir. Edebiyatın en önemli misyonu yazarın abazalığına çare olmasıdır...”
Başekim’in -gözlük takıyor olsa da!- hayalet yazarın tarif ettiği gibi bir edebiyatla işi yok. Tek derdi güzel ve tuhaf öyküler anlatmak. Dört kitaptır bunu yapıyor. Ama böyle daha çok yazara ihtiyacımız var. O yüzden ilk kitaplarını yayımlayan yazarlar da önemli. Hakan Urgancı’nın ilk kitabı “Mutlu Sonlar Başka Kitapta Bebeğim” bu yüzden değerli bir ilk adım. Sunucu, radyocu ve televizyoncu olarak tanıdığımız Urgancı bu ilk kitabında Tuhaf Masallar havası estiriyor. Kitaptaki ilk öykü “Tanrı’nın Misafiri” Alacakaranlık Kuşağı’ndan fırlamış gibi duruyor. (Zaten yazar kitabın sonsöz’ünde Alacakaranlık Kuşağı’nın hayatını nasıl değiştirdiğini anlatıyor.) Moldovyalı bir bakıcı kadının perspektifinden anlatılıyor öykü. Demans hastalığından mustarip eski bir sunucu olan Çetin Bey’in kısa süren nöbetlerinde gelecekten haberler sunmasıyla tıpkı Hakan Bıçakcı’nın öykülerinde olduğu gibi sıradan hayat kırılmaya uğruyor. Bu öykü sadece bu cin fikirden ibaret değil, Moldovyalı bakıcı üzerinden yabancı olmak / azınlık meselesi, ihtiyar sunucu üzerinden alzheimer, demans gibi hastalıklar, gelecekten verilen haberler aracılığıyla ise maden kazaları gibi toplumsal konular hakkıyla irdeleniyor. Urgancı, henüz Bıçakcı ve Başekim kalibresinde olmasa da ilgiye değer bir öykü toplamasına imza atmış.
İyi öykülere ihtiyacımız var. Okuduktan sonra birbirimize anlatabileceğimiz, sadece aforizmalarını veya şiirsel dilini değil, olay örgüsünü, esprilerini ve karakterlerini de hatırlayabildiğimiz öykülere. Böyle öyküler olduğu sürece öykü sanatı yaşayacak. Bu yazıda bahsettiğim üç kitap, okuduğunuz takdirde hayatınıza toplam kırk sekiz öykü katacak. Bir gün bir düğünde sıkıldıysanız aklınıza Bıçakcı’nın “Bir Düğün Metalcisi” öyküsü gelecek, onunla oyalanarak düğünü atlatacaksınız. Bir gece Bodrum’da turist kalabalığı içinde yürürken Başekim’in kan emici yaratığı Lamia aklınıza gelecek, eğlenceniz farklı boyut kazanacak. Bir 14 Şubat günü yalnızsanız Urgancı’nın kadınların kendi başlarına üremeyi öğrendikleri için erkekleri tecrit ettiği öyküsü “Sevgililer Günü, Yıl 2087” ile teselli bulabileceksiniz. Romanlar iyi güzeldir ama iyi öyküler okurun hayatına bambaşka bir boyut katar. Alacakaranlık Kuşağı’nın başında şu söz tekrarlanırdı hep:
“Beşinci bir boyut daha vardır. Burası ışıkla gölgenin, bilimle batıl inançların kesişme noktasıdır. İnsanın korkularının dipsiz kuyusuyla, bilgisinin zirvesinin arasında bulunur. Hayal gücünün hüküm sürdüğü bir boyut... Ve şu şekilde anılan bir bölgedir: Alacakaranlık Kuşağı...”
Biz oradayız, bekleriz.