21 ARALIK, PAZARTESİ, 2020

Bizim Gerçeklerimiz mi Yoksa Hayatın Gerçekleri mi Kazanacak?

Michael Kardos’un geçtiğimiz Ekim ayında April Yayıncılık tarafından dilimizde yayımlanan romanı Blöf, sihirbazlığın, pokerin ve gerçek hayatın iç içe geçtiği hızlı ve tuhaf bir roman. Blöf’ün sorusu net: illüzyon mu, gerçek mi?

Bizim Gerçeklerimiz mi Yoksa Hayatın Gerçekleri mi Kazanacak?

The Prestige adlı filmde “Aslında siz gerçeği görmek istemiyorsunuz, kandırılmak istiyorsunuz,” der A. Borden. Sahi, gerçekler varken neden kandırılma isteği duyalım? Belki de gerçeği göremediğimiz için olanlarla yetinmek bize iyi geliyordur. Bazen gerçeklik dediğimiz şey, öyle akışkan ve öyle karmaşıktır ki gerçek olup olmamasını bile düşünmeyiz. Tek derdimiz yanılmamak olur. Michael Kardos, geçtiğimiz günlerde April Yayıncılık etiketiyle raflara yaslanan Blöf adlı kitabında işte bu büyük soruyu zekice ele alıyor. Başrolde sihirbaz Natalie Webb var. Uzun zamandır sihirbazlık yapıyor. Ödüllü. Ödül aldı, çünkü yaptığı numaralarla seyircilere gerçekten sihir yapıyormuş gibi gözüküyor. Gerçekliği olabildiğince saklamayı başarabildiği için o artık ödüllü bir sihirbaz.

​Gerçekliğin tek kriteri bize gerçekmiş gibi gelmesi mi? Evet. En azından günlük yaşamda işler böyle yürüyor. Hangimiz arkadaşımızın anlattığı çocukluk anısının gerçek olmadığını düşünürüz? Kitabın ilk bölümü bize bu konuda önemli bir ipucu veriyor. İki meslek var sahnede. Sihirbaz ve avukat. İlk bakışta bu iki mesleğin tamamen ayrı olduklarını düşünürüz (avukatların cilveli bir diplomaya sahip olması gibi). Ancak durum böyle değildir. Sihirbazlar ve avukatlar, konu gerçeklik olduğunda pek farklı işler yapmazlar.

Avukatlar ile başlayalım; M.Ö. 5. yüzyılda, iki kişi kavga eder ve bir kaza olur. Sonraları kavga eden iki kişiden hangisinin suçlu olduğunu bulmak için mahkeme kurulur. Ancak kavgayı gören kimse olmamıştır. Kavganın gerçekliği, kavga eden iki kişiye dayanır. Suçlunun kim olduğu nasıl anlaşılacaktır? Todorov şöyle yazar: Suçlu nasıl belirlenecektir? Suç, gerçeği görüp saptama olanağından yoksun bulunan yargıçların gözleri önünde işlenmemiştir; sağduyu yeterli değildir; geriye tek bir yol kalır: Avukatların anlatacaklarını dinlemek. Durum böyle olunca avukatların konumu bambaşka bir biçim alır: Bir gerçeği ortaya çıkarmak değil (bu olanaksızdır), ona yaklaşmak, gerçek izlenimi yaratmak söz konusudur ve bu izlenim anlatılan öykünün ustalığına bağlı olarak inandırıcılık kazanacaktır. Davayı kazanmak için dürüst davranmaktan çok iyi konuşmak gerekmektedir.(Todorov, 2011: 79)

​Natalie Webb’in yaptığı, sihirbazlık gösterisi izleyenlerin her şeyi gerçek sanmasını sağlamak değil midir? Kendine has bir gerçeklik yaratarak seyirciye şaşırtmaya çalışır. Avukatsa müvekkilinin ona verdiği bilgileri ve olay hakkında topladığı bilgileri, gerçekmiş gibi anlatır. Dolayısıyla avukatlar da sihirbazlar gibi mesleklerini icra ettikleri sırada kendi gerçekliklerini yaratırlar. Avukatları rahat bırakıp Natalie’ye dönelim. Natalie, ustalığını ve el çabukluğunu konuşturarak numaralar yapar. Özellikle iskambil kâğıdında ustadır. O bir “yakın plan sihirbazdır.” İllüzyona yakın olmayı, günlük, basit nesneleri kullanmayı tercih eden biridir. Büyük kafesler, devasa kadife örtüler, kuşlar veya tavşanlar yoktur. Bozuk paralar, kâğıtlar, saat, kalem gibi şeyler kullanır. Çünkü bu nesneler hayatın daha fazla içindedir, dolayısıyla bu nesnelerle yapılan illüzyonlar, daha büyük bir illüzyon yaratır.

Korkaklık ve Sihirbazlık Arasında Seçim Yapmak

Natalie neden illüzyonu bu kadar hayatının merkezine koymuştur? Daha çocukluğunda, gerçeklere maruz kalan birisi olması bu konu için önemlidir. Natalie, çocukken sihirbazlığa nasıl “ilgi duyduğunu” şöyle anlatır: O dönemde annem beni haftada birkaç gün öğleden sonraları Jack Clairon’un sihir dükkânına götürmeye başlamıştı. Böylece o da aynı caddenin sonundaki ikinci el mobilya dükkânının sahibiyle kaçamak bir saat geçirebiliyordu.

Onun için gerçeklik pek katlanılır bir şey değildi. Babasının iş kazası geçirmesi ve anne ve babasının sürekli tartışması, onu sihirbazlığa daha fazla itiyordu.

As Her Şeyi Değiştirecek mi?

Profesyonel poker oyuncusu oluşunun yanında, önemli bir hilebaz olduğu su götürmez olan As, poker masasında kart dağıtırken yaptığı hileyi Natalie’ye göstermek ister. Natalie dikkatlice inceler, ancak As gerçekten berbat bir hilebazdır. Kartları dağıtmayı bile beceremez. Destenin alt tarafı dışarı taşmıştır, üstten dağıtmak yerine alttan dağıtırken dikkate değer bir sürtünme sesi çıkarır. Parmakları destenin kısa kenarından dışarı taşar. Kısacası As’ın başarısız bir hilebaz olduğu gerçeği açıkça görülür. Ancak tüm bunlar olurken, masadaki bir diğer oyuncu (Ellen) muazzam bir el çabukluğu ve gizlemeyle kartları istediği gibi dağıtır. Tüm fişleri önüne çeker. Natalie, As’tan çok daha fazla “gerçeği gizleme” başarısı olan Ellen’ı izlemeye başlar. Hiçbir şey anlayamaz. Her şey oldukça sıradan ve rutin gözükür.

​J.B Pontalis'in Louvre Müzesi’ndeki tüm ayrıntılarıyla çizilen kadınlara baktığında şöyle demesi gibiydi: “Tüm çıplaklıklarıyla resmedilmiş sizler, benim için her zaman anlaşılmaz kalacaksınız.” 

Ellen O Kadar İyi Hile Yapıyordu ki Hile Yaptığı Söylenemezdi

Tam o sırada, Natalie’nin şöyle düşündüğü söylenebilir: “Hayatın gerçekleriyle yüzleşemediğim için sihirbazlıkta ustalaştım. Gerçeklik ve yanılsama arasında kıvamında bir ilişki yaratabilecek ustalığım varsa, neden onu çıkarlarım için kullanmıyorum, mesela para için?”

Kurmacanın sürükleyici bir hızla düğümlenişi ve çözülüşü, işte bu epifaniden sonrasında ortaya çıkıyor. Natalie de tıpkı Ellen gibi el çabukluğuyla “gerçek” gözükecek kadar çıplak ve sıradan hile yapabilecek durumda olduğunu fark eder. Bu durum, aslında kurmacanın temel ikiliklerinden birini oluşturuyor; sihirbazlık ve hilebazlık arasındaki ilişkiyi. Bir sihirbaz, pokerdeki gerçekliği eğip bükerek risk alıyor.

Sihirbaz ile seyirci arasında gizli bir anlaşma vardır; seyirciler gördüklerinin numara olduğunu bilir ama nasıl olduğunu bilmezler. Bu yüzden sihirbazların aldatmacaları aslında masum ve dürüsttür. İlahi bir müdahale, mistik bir yer değiştirme yoktur. Numaralar vardır. Öte yandan “hilebazla anlaşma yapılmazdı ve sadece bir kazanan olurdu.”

​Sihirbazlıktan hilebazlığa olan yön değiştiriş, kurmacanın derinlikli yapısını açığa çıkarıyor. Çocuklukta gerçekliğin yerine illüzyonu tercih etme, bir anda illüzyondan gerçekliğe dönüşü ifade ediyor. Bu gelgit, içsel çatışmanın temelini oluşturuyor. Bu bağlamda Michael Kardos, “illüzyonlarına” devam ediyor. Natalie’nin “ahmakça” tercihlerini ve izlenimlerini, okura sürekli hissettiriyor; hatta okur da o illüzyonların bir parçası hâline geliyor. “Böyle bir durumda hangisini tercih ederdik?” diye soruyoruz okur olarak.  

İşte Şimdi, Risk Denen Şey Üzerine Düşünme Vakti!

Poker masasında, milyon dolarların söz konusu olduğu bir oyunda hile yapmak risklidir; riskli olduğu için de büyük para kazandırır. Dolayısıyla tehlikelidir. Kumarbazlar, kolay kolay affetmezler, hile yaparken yakalanmanın sonuçları ağır olabilir. Risk kelimesi, İtalyanca “riscare” kelimesinden geliyor, anlamı da tam olarak bu kitabın büyük macerasını açığa çıkaracak nitelikte. Riscare, “tehlikeye girmek, tehlikeye koşmak” anlamına geliyor. Bu bağlamda Natalie’nin son bölümde yaşadıkları oldukça ilginç bir metafor sunuyor.

Risk, kaybedecek bir şey olmadığı durumlarda göze alınabilecek bir şeydir. Fakat alınan riskin sonucu kaybedecek daha fazla şeyin olduğunu da ortaya koyabilir. Bir sihirbaz ya da hilebaz için de durum aynıdır; sadece farklı aşamaları vardır.

Michael Kardos, hayatın içindeki gerçekleri ve aldatmacaları akıcı bir dille sunarken kazanmayı, riski ve tüm yaşamı yeniden düşünmemizi istiyor. Hayatla sıkı sıkıya bağlı olan bu romanı okurken şunu sormayı unutmayın, kimin gerçekliği kazanacak? Bizim gerçeklerimiz mi yoksa hayatın gerçekleri mi?

Todorov, T. (2011). Edebiyat Kavramı. (N. Sevil, Çev.) İstanbul: Sel Yayıncılık.

Başlıkta kullanılan görsel Abby Bowser'a aittir.

0
8176
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage