Yavuz Türk ile öykü kitabı Yolluk, kalem oynattığı türler ile ne tür bir ilişki kurduğu ve edebiyata yaklaşımı üzerine konuştuk.
Edebiyata şiir ile giriş yapan, ardından Yüce Lider’e Dair isimli romanı yayımlanan Yavuz Türk, bu kez bir öykü kitabıyla, Yolluk ile okurlarla buluştu. Kalem oynattığı söz konusu bu üç türde de kendisine has bir dil ve atmosfer geliştiren Yavuz Türk, Yolluk’ta hikâyeleri zamanla iç içe geçen çeşitli karakterlere, onların hayat ile mücadelelerine, umutlarına, tutunamayışlarına, aksaklıklarına ve daha nice dünyevi hâllerine yer veriyor.
Yayımlanan ilk eseriniz 2010 tarihli Kumaş isimli bir şiir kitabı. Bu eseri daha sonra 2018 tarihli Sonra, Doğdum (şiir) ve 2020 tarihli Yüce Lider’e Dair (roman) takip etti. Yeni kitabınız Yolluk ise bir öykü kitabı. Bu anlamda türler arası, şiirden öyküye doğru genişleyen bir kurmaca dünyası ile karşı karşıyayız. Söz konusu bu 12 yıllık süreçte bu türler arası geçiş nasıl oldu? Tüm bu süreç, sizin için ne tür anlamlar ifade ediyor?
Şiir, benim edebiyatla tanıştığımda doğrudan haşır neşir olduğum ilk tür değildi. Esasında ilk karşılaşmam bu anlamıyla öyküyle oldu. Tür açısından “öykü” diyebileceğim, fakat içerik anlamında şiirsel yönü ağır basan metinlerle ilk gençlik yıllarında epeyce oyalandım. 18-19 yaşlarına kadar bir çeşit el yordamıyla ulaşabildiğim kimi yazarlardan etkilenmelerle böyle metinler yazdım. Yazdığım bir defter dolusu metnin hiçbirini yayımlamadım. Sonrasında, belli ki öykünün böyle bir şey olmadığını fark edip şiir yazmaya yöneldim ve bundan sonra daha bilinçli şekilde yazmaya başladığımı söyleyebilirim. Hayatı biraz yoluna koyduğum dönemlerden itibaren ise, daha sistemli şekilde yazmaya gayret ettim. Yalnızca şiir değil, diğer türlerde de yazmak özellikle eğildiğim bir meseleydi. Hâlihazırda şiir yazarken ve yayımlarken bile şiirden çok diğer türde metinlerden besleniyordum daha çok... Ama bu metinlerin üzerinde çalışırken ederken, yayımlaması belli bir zamanı buluyor elbette. Yine de, ben bir yazarın her türde yazabilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu tür meselesine paralel olarak şiirden düzyazıya geçiş (roman ve öyküye) ayrıca anlamlı. Burada salt metinsel/formsal bir geçişkenlik mi söz konusu? Şiir ile düzyazı arasında özellikle gözettiğiniz bir farklılık ve ayrım var mı?
Şiir ve düzyazıda esas olarak birbirinden net biçimde ayırdığım biçimsel birtakım özellikler bulunmuyor. Bugün türler arasındaki sınırların diğer türler tarafından rahatlıkla işgal edildiğini ya da bir metnin içinde türler arası birtakım geçişlerin olduğunu hepimiz biliyoruz. Benim türleri işlevsel ve etkili kullanmak adına en fazla odaklandığım konu, üslup ve atmosfer meselesidir diyebilirim. Odaklandığım ve anlatmak istediğim meselenin içeriğini okura geçirebilmek adına hangi tür daha işlevsel rol üstleniyorsa o türü kullanmak gerekir diye düşünüyorum. Bunun haricinde temelde şiir ve düzyazı arasında belirgin bir ayrım gözetmiyorum.
Yolluk, her şeyden önce bir öykü kitabı olmasına karşın söz konusu metinler birbirlerinden bağımsız öyküler değil. Bu anlamda bir sürerlilikten söz edilebilir. Bu bence tasarım olarak bir öykü kitabını bütünleştiren, onu daha farklı bir biçimde ele almaya da imkân sağlayan bir durum. Yolluk’taki öyküler birbirlerine hangi noktalardan, nasıl bir konsept ile bağlandı? Bu, baştan beri kurgulanan bilinçli bir tercih miydi?
Yolluk’u düşünmeye 2015 yılında başlamıştım. Bu anlamıyla öykülerin yazılışı o tarihe kadar gidiyor. Öyküleri yan yana getirmeye başlamadan önce, aslında zihnimde yazılan birtakım öyküler yer alıyordu. Yazılan bu öykülerden en fazla ikişerli bir bağ kurmak mümkün görünüyordu. Ancak metinler ilerledikçe ve ben metinler üzerinden tekrar tekrar geçtikçe en temelde iki niyetimi ortaya koymak istediğimi fark ettim. İlk olarak; öykülerin her birinde elimden geldiğince farklı anlatım teknikleri kullanmak istiyordum. Klasik anlatımın yanı sıra monolog, bilinçakışı, raporlama, diyalog ve nihayetinde üstkurmaca gibi teknikleri öykülerde kullanarak bir yandan hikâyelerin üslubunu anlatıcıya göre kurgulamak, bir yandan da kendimi farklı tekniklerle sınamak istiyordum. İkinci olarak; öyküler arasında zorlama olmayan doğal bir bağ olmasını istiyordum. Bazıları daha ilk versiyonları yazdığımda ortaya çıkan kimi teyeller bulunuyordu. Ancak her bir öyküyü doğrudan bir mekânda veya bir zaman dilimi içinde geçirmek zor olacağı için kimi öyküler arasındaki bağın daha zayıf olabileceği kanaatine vardım. Nihayetinde, tüm öyküler tek bir kurgu evreninde geçecek, ancak bunu zorlamak adına öykülerin doğallığına zarar verecek herhangi bir şey de yapmayacaktım. Burada benim için esas olan en önemli meselelerden biri de öykünün içeriğinin bir şekilde biçime ve anlatım tekniğine uygun olmasıydı. Diğer taraftan, bir plan dahilinde yola devam ederken, arada bir ipleri gevşetip daha sezgisel bir yerden metni yazmak daha iyi sonuçlar verebilir. Ben kendi adıma, ilk başta yazarken büyük oranda sezgiyle hareket etsem bile, üzerinden tekrar tekrar geçerken metin belli bir disiplin dahiline giriyor. Dolayısıyla, Orhan Pamuk’un dediği gibi, hem saf hem de düşünceli bir yerden metne bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Öykü kahramanlarınızın birçok farklı sosyal çevreden geldiği söylenebilir. Bu anlamda oldukça zengin bir tablo ile karşı karşıyayız. Akademisyenler, çevirmenler, ergen çocuklar… Bu noktada, öykülerinizde ele aldığınız kahramanların sosyal çevrelerindeki bu zenginlik neye işaret eder?
Yazar olarak, hayatımızı tek bir sosyal çevrede sürdürüyor olabiliriz. Fakat hayatın içinde çok farklı yaşam biçimleri olduğu gibi birbirinden epeyce zıt durumda olan sosyal çevreler de bulunuyor. Yazarlığın empati kurmak olduğunu hepimiz biliyoruz; ben kendi adıma, yazarlığın kimi zaman hiç hazzetmediğimiz kişiyi bile anlatma becerisi olduğunu düşünüyorum. Alakasız bir yerde, sadece yanından geçip gittiğimiz bir insanın ilginç bir hikâyesi olabilir ve çok büyük olasılıkla vardır da... Ben, birbiriyle farklı dünyalarda yaşayan insanların kendi gündelik hayatı içinde başından geçen komik, dramatik veya ilginç olabilecek şeyleri seviyorum. Bizzat hayatın içinden gelen o absürt damarı seviyorum.
Anlatıcı(lar), Yolluk’ta varlığını açıkça duyuran ve okur ile doğrudan temas kuran ana kişi(ler) olarak değerlendirilebilir. Peki siz nasıl (bir) anlatıcı(lar) inşa etmek istediniz? Öykülerde anlatıcının varlığını bu kadar belirgin bir şekilde çizmek size ve metinlere ne tür alanlar sağladı, ne tür imkânlar getirdi?
Benim gördüğüm kadarıyla sıklıkla uygulanan bir şey, anlatıcı ile yazarın çoğu zaman iç içe geçmesi durumudur. Bir öykü dünyası yaratırken, öncelikle anlatıcının inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, aslında anlatıcı olan kişi yazar olan kişiyle aynı değildir. Bu, ikisi de aynı kişi olmaz anlamına gelmiyor elbette, ancak yazarın kendisi doğrudan metinde anlatıcı rolündeyse bile bunu da belli bir serinkanlılıkla yapmak gerektiği kanaatindeyim. Benim yazdığım öykülerde hikâyeyi büyük oranda anlatıcı sürüklüyor. Biz okur olarak onun peşine düşüyoruz, onun üslubuna uyum sağlamaya gayret ediyoruz. Hâl böyleyken anlatıcının da kendine has bir yöntemi, anlatım biçimi, yani “özgül ağırlığı” ortaya çıkıyor. Ben de, yazar personasıyla söyleyemediğim kimi şeyleri anlatıcının sırtına yükleyip aradan sıyrılabiliyorum.
Yolluk’ta ön plana çıkan en temel konulardan bir diğeri de anlatıcı kahramanların sürekli bir diyalog hâlinde olmaları. Anlatıcılar ya doğrudan birileriyle ya da farklı biçimlerde kendileriyle sürekli bir sohbet, diyalog hâlindeler. Anlatıcı kahramanlarınızda söz ve diyalog neden bu kadar güçlü ve Yolluk’ta sıkça diyaloga yer vermenizin arkasında ne tür bir tercih var?
Anlatıcının öykülerin veya anlatılan hikâyelerin duygusunu güçlendirdiğini belirtmiştim. Bunu güçlendiren bir diğer unsur da anlatıcının doğrudan bize seslenerek, doğal bir anlatım yakalama cabası olduğunu düşünüyorum. Bu sayede anlatıcı, meselesini aracısız bir biçimde doğrudan bize anlatarak çözme yoluna gidiyor. Kendi elinin uzanamadığı yerlerde de, anlatıyı güçlendirebilmek adına etrafındakileri öyküye sokuyor ve elbette burada da diyaloglar devreye giriyor. Anlatmaya çalıştığım insan hikâyelerinde bu yönteme başvurmamın bir başka nedeni ise, doğal ve kendiliğinden konuşmaların öykülerin yapısını güçlendireceğine olan inancımdı. Yolluk’taki öyküler böylesi bir yöntemi öncelememe neden oldu; başka bir öykü toplamında daha başka bir yöntem de kullanılabilir.
Son olarak, kitabın ruhundan, yarattığınız öykü dünyasından bahsetmek istiyorum. “Sürtünenler” de “Cilacılar”, “Mırıldanmalar” ve diğer öyküler de anlatıcı kahramanlarınızın kaderlerini, kederlerini, hayallerini (tabii kırıklıklarını da) ve kayıplarını yer yer kara mizaha yaklaşan, yer yer dramatikleşen bir atmosfer içerisinde ortaya koyar. Bu anlamda, sizin öykü atmosferinizi şekillendiren ana unsur nedir? Bu ortak öykü atmosferi, hangi temeller üzerine gelişti?
Öykülerin ortak bir kurgu evreninde geçmesi, genelde öykü okurunun ilgisini çeken bir unsur. Benim açımdan ise metinlerin “oyuncaklı” olması benzer bir çekicilik yaratıyor. Ortak kurgu evreninin haricinde, her gün sokakta gördüğümüz insanları kendi ilişki ağları ve konuşma biçimleriyle, gündelik telaşları ve komiklikleriyle beraber yansıtmak benim hoşuma giden bir şey. Hayatın kendisinin büyük oranda absürt olduğunu düşünüyorum. Aslında hayata bakışımızda sorunlu bir yan var: Gündelik telaşların içinde, hayatı kendimize göre arızalı taraflarından sıyırıp (veya soyutlayıp), geriye kalan kısmına dikkat kesilerek bakıyoruz. Oysa hayatın her ânında absürde epeyce kayan bir taraf olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, roman veya öykü olsun, bir hikâye anlatırken işin bu yanı kimi zaman bende baskın bir hale geliyor.
Tasarımda kullanılan eser Mauricio Alejo'ya aittir.