“Babam şöyle demiş: Benim gibi bir insanın hayatında önemli olan, neyi düşündüğü ve nasıl düşündüğüdür; ne yaptığı ya da nasıl acı çektiği değil. İltifat için teşekkür ederim, baba.“
Laurent Seksik’in kaleme aldığı Eduard Einstein Vakası kitabı üzerine bir inceleme...
Albert Einstein çok uzaklara dalmış, yüzü derin bir keder içinde yapayalnız. Hemen yanındaki güzel görünümlü adam, mahçup ve olanca hassaslığını belli eden bir tavırla elindeki kitabı inceliyor. Onlar özenli, şık giyinmiş ve birlikte oturan bir baba ile onun çok sevgili oğlu…
Yazar Laurent Seksik’in “Eduard Einstein Vakası”nın kapağındaki bu insanlar, romandaki üç ana karakterden ikisi. Ele aldığı karakterler, bu karakterlerin iç dünyalarına ilaveten dış dünyaları dolayısıyla dönem ve mekanlarını anlatışıyla, tüm bunların ışığında değindiği temel insâni meselelerin zamansız oluşuyla okuduklarım oldukça etkileyici.
Bu belgesel roman, adını Albert Einstein’ın 20 yaşında şizofreni teşhisi koyularak zorlu bir tedavi denemesine maruz kalmış küçük oğlu ve “Tete”si Eduard’dan alıyor. Eduard’la ölümünden çok sonra günümüzde tekrar tanışmamız, şüphesiz, taşıdığı soyadının ağırlığından kaynaklı. Diğer yandan ise karşımızdakinin, Albert Einstein’ın hayatının kesiştiği 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş ortamına tanıklık eden bir dönem romanı olduğu da savunulabilir.
Kitabın yazarı Laurent Seksik, daha önceki eseri Stephan Zweig’ın Son Günleri'ndeki gibi yapmış olduğu araştırmalardan esinlenerek ve doktor olmasının da verdiği bakış açısıyla bu sefer de Albert Einstein ve ailesinin gerçek yaşantısını kendi hayal dünyasında yeniden canlandırıyor. Bunun yanı sıra romanı okurken çevirmeni Sosi Dolanoğlu’nun sahip olduğu tiyatro eğitiminin, yazarın anlatım biçimiyle örtüşmesinde etkili olduğu hissine daha ilk sayfalarda kapılabilirsiniz.
Eduard, piyano çalmada yetenekli ve ironik bir şekilde psikanalize meraklı bir genç. Bu merakın içinde sanki tedavisini kendi bulmak ister gibi bir iyimserlik ve zeka da var. Albert Einstein’ın ele alınışı ise, bir bilim ve düşünce insanı olarak maruz kaldığı yakın ilgiyle tezat düşen dışlanmayla da nasıl bir aile yaşantısı olduğuna ilişkin. İnsanların duygusal katmanlarının yaşadığı çevreyle de şekillendiği ve düşünce sistemiyle etkileşim içinde olduğu değerlendirilirse, Albert Einstein’ın iç dünyasına biraz daha yakınlaşabilmek oldukça sağaltıcı bir deneyim...
“Babam şöyle demiş: Benim gibi bir insanın hayatında önemli olan, neyi düşündüğü ve nasıl düşündüğüdür; ne yaptığı ya da nasıl acı çektiği değil. İltifat için teşekkür ederim, baba.“
Üçüncü ana karakter Mileva Marić, Albert Einstein’ın ilk karısı ve Eduard’ın annesi. Zürih Politeknik’te geleceğin bilim insanı olma yolunda ilerlerken kendisini “deliliğin yoldaşı” olarak bulmuş. Arka plandaki diğer kişilere gelince; Einstein çiftinin ilk çocuğu, küçük yaşta kaybettikleri kızları Lieserl’in yasının boyutu o kadar büyük olmalı ki, varlığını ancak Mileva’nın atmaya kıyamadığı mektuplardan yıllar sonra öğrenmişiz. Einsteinlar’ın bir sonraki çocukları ve ilk oğlu ise, küçük kardeşi Eduard’ın gözünde “babasının adını taşımayı hak eden” Hans-Albert. Bununla birlikte, romanda yazarın özenle seçerek yer verdiği mektupların sahiplerinden de söz etmeli. En fazla yeri alan Michael Besso, Albert Einstein’ın çaresizliği ile bir türlü yüzleşemediği küçük oğluna tutunmak için “sabit noktası” ve yazdığı mektuplarında Albert Einstein’ın vicdanının sesi olmuş bir iyi yürekli adam.
“Michael Besso yanılıyor, halihazırda Teddy’nin babasına ihtiyacı yok. Onun mevcudiyeti bile oğlunun akli dengesine zarar veriyor. Sıkıntının nedeni o. Kendini bir hayalet gibi, Teddy’nin zihninde titreşen ufak bir alev gibi görüyor.”
Sahne, annesi Mileva’nın Eduard’ı Burghölzli Kliniği’ne yatırmasıyla açılıyor.
“Sakın pişman olmayın, Bayan Einstein. Buraya gelmekte haklıydınız. Yakınlarımızın iyiliği, onların arzusuna ters düşmemizi gerektirir bazen. Hem, ümidinizi kaybetmeyin. 1930 yılındayız. Bilim baş döndürücü ilerlemeler kaydediyor. Bunu size öğretecek olan ben değilim, hanımefendiciğim. Endişelenmeyin, biz başındayız. Görüşmek üzere, Bayan Einstein.”
Yavaş yavaş Albert Einstein’ın önce Berlin, arkasından Amerika ve Eduard’la Mileva’nın İsviçre’den sonraki Avusturya günlerine doğru ilerliyoruz. Mekanlar aile üyelerinin birbirlerinden uzak ancak bir o kadar da yakın olduğu hissini pekiştirircesine hep ön planda. Ta ki, Albert Einstein’ın ölümünden çok sonra, babasıyla beraber “Brahms’ın 3 No’lu Keman ve Piyano için Sonatı”nı çaldığı güne ait eski bir siyah beyaz fotoğraf üzerinden, Eduard O’nunla barışana kadar…
“İkisinin de gözlerinde aynı parıltı var. Birinin elleri öbürünün hareketlerini takip ediyor. Bazen baba, oğlunu solosuyla başbaşa bırakmak için duruyor, derken oğul başını eğiyor ve en güzel bölümü babasına bırakıyor. Ve şimdi de, aynı partisyonu çalıyorlar. Duyguları ortak, birlik içindeler, Brahms bu müziği onlar için bestelemiş sanki.”
Kurgu, mekanlar üzerinde şekillenirken karakterlerin iç hesaplaşmalarında ve yaşadıkları döneme ilişkin parantezler Einsteinlar’ın şimdiki zamanlarını anlamamıza yardımcı oluyor. Mileva ve Albert’ın ilişkilerinin başındaki yazışmalarındaki,
“Nereye gidersem gideyim, hiçbir yere ait değilim, senin yumuşacık sarılışın, senin şefkatle ve öpücüklerle ışıldayan küçük sevimli yüzünü özlüyorum” da olduğu yada,
“Başka bir Amerika’dalar şimdi, bu Amerika’nın hepsi siyahi olan sakinleri Wipple Sokağı’ndaki restoranlara girip çıkmıyor, kendilerine ayrılmış otobüslere biniyor” ülkesinde yaşayan Albert Einstein’ın bu Başka Amerika’dan geçerken yolda karşılaştığı çocuklara vermek üzere “cebinde daima birkaç şekerleme bulundurduğunu” bilmemiz ve O’nun Amerika’da olmasına muhalefet edenlerin kimler olduğunu öğrenmemiz gibi…
Yazar, hikayesinin içinde bulmamızı istediği gizli pusulalarını ise, Eduard’ın Burghölzli’deki gözetmenleriyle olan diyaloglarında saklamış ve herkesin kendi sorumluluğunda olduğundan hareketle yorumunu okuyucusuna bırakmış olmalı…
“Einstein, burada iltimas yoktur! diye bağırdı (gözetmen) Heimrat. Kimse kanunların üstünde değildir. Hele senin gibi bir muhallebi çocuğu hiç!.. Haydi, diye emretti iki yardımcısına; Giydirin şunu ona!
İşte bu yüzden bu gülünç kılıkta; korse gibi beni sıkıca saran, en ufak hareketimi engelleyen; bileklerimi sıkan ve boynumu sıkıştıran bu aptal kıyafet içinde duruyorum karşınızda.”
Eduard Einstein Vakası, ne vaad ettiğini açık eden bir roman. Her insanın başına geldiği gibi; Einsteinlar’ın aşkları, ailevi meseleleri, iç çatışmaları… Her insanın başına gelmeyeceği gibi parlak bir ismin altında ister istemez gölgede kalmaları (bir birey olarak Albert Einstein’ın da kendi çıkmazları), dönemin onlara yaşattığı zorluklar, entellektüel çevrelerinde yaşananlar… Sanki Seksik, birilerinin tüm bunlara şahit olmasını ve arşivleri incelerken oluşturduğu kurgusunda en ilgi çekici bulduğu mektupları romanın bir parçası yaparak bizlerle de paylaşmak istemiş.
Bu mektupların içinde iz bırakanlardan birisi dostu Michael Besso’nun Einstein’a yazdıklarından…
“İnsan etrafına bakınca her yerde acı görüyor. Gördüğü bütün acıları dindirmek en güçlü insana bile nasip olmaz ve insan kendine sınır koymalıdır. Vicdanen huzurlu olmak istiyorsa, önünde iki yol uzanır: İçinde bulunduğu anı kendine rehber edinen, gözyaşı döken ve o anın sevincini katışıksız ve bütünüyle yaşayan çocuğun yolu. Ya da sorumluluk ve yaratıcı güç çağına gelmiş, inşa etmeye çalıştığı, bütün gücünü hasrettiği şeyin bir imgesine olanca dikkatini vermiş ve fedakarlıkları sayesinde ayakları yere sağlam basan proje tamamına erdiğinde karşısında yeni bir dünya keşfeden yetişkinin yolu.
Oğlun Eduard’ı bu yüzden seviyorum…”
Bir diğer ilginç mektuplaşma ise Einstein ile Freud’un karşılıklı kaleme aldıkları ve daha sonra kitaplaştırılmış Neden Savaş?. Einstein’ın Freud’a Postdam(Almanya)’dan sorusu “İnsanın ruhsal yaşamını, onu nefret ve yıkım psikozlarına karşı daha donanımlı kılacak şekilde yönetmek mümkün müdür?”.
Einstein-Freud mektuplaşmasından yapılan alıntılar üzerine kendimi özgün metinlerini internette araştırırken buldum: Yıl 1932. Freud’un, Einstein’a Viyana’dan cevabını yazması yaklaşık iki ay sürmüş. Freud’un Einstein’dan izin isteyerek tartışmaya açtığı ilk soru “Neden sen, ben ve diğer pek çok insan savaşa bu kadar şiddetle karşı çıkıyoruz? Neden bunu yaşamın diğer birçok acı dolu felaketlerinden biri olarak kabul etmiyoruz?” Metnin sonuç kısmına doğru tartışma evrildiğinde ise Freud’un sorusu: “İnsanoğlunun kalan kısmının da pasifist olması için ne kadar beklememiz gerekecek?”. Freud’un psikoloji biliminden yararlanarak aradığı “teorik” cevaplara ulaşabilmek, kuşkusuz, Seksik’in verdiği referans sayesinde gelen bir hediye.
Son olarak Eduard’a sormalı: Okumaya değer bir kitap ile karşılaştığımızda mutlu görünür müyüz?