Cahit Sıtkı Tarancı, Ataol Behramoğlu, Sait Faik, Orhan Veli, Ziya Osman Saba, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Firuzan, Katherine Mansfield , E.M. Forster, T.S. Eliot… Saymakla bitiremeyiz ilkbahara selam durmuş şairleri, yazarları. Nobel ödüllü yazar Yasunari Kavabata’nın Kiraz Çiçekleri de kitaplıklarımızda hazır tomurcuk açmışken, baharın gelmesini neden bildik, edebiyatta “ilkbahar”ın izini sürdük.
Önce Cahit Sıtkı Tarancı müjdeler onun gelişini bize; “Damlardaki kar, saçaklardaki buz,/ Kanı kaynayan suya dar geliyor./ Haberin var mı? Oluklardan/ Akan su sesinde bahar geliyor,” diyerek ‘Bahar Geliyor’ adlı şiirinde. Ve adeta onun kaldığı yerden “Bu sabah mutluluğa aç pencereni/ Bir güzel arın dünkü kederinden/ Bahar geldi, bahar geldi güneşin doğduğu yerden,” diyerek devam eder Ataol Behramoğlu ‘Bahar Şiiri’ adlı şiirinde. Edebiyatta ilkbahar teması, edebiyatçıları adeta usta birer ressama dönüştürür. Fırça yerine kalem, rengârenk boyalar yerineyse çiçeksi kelimelerle çizerler bütün bir baharı satırlarının üzerinde. Yalnızca renkler ve desenler değil, baharın asıl karakteri olan canlılık, heyecan, neşe ve telaş da mutlaka konar birer kelebek misali baharı anlatan bu ‘tablolara’.
Örneğin Sait Faik’in ‘Bir İlkbahar Hikâyesi’nin başlangıcı öylesine sarıverir ki sizi dört bir yandan, baharın içine düşmüş gibi olursunuz. “İlkbahar bir bayram, bir uyanış, bir mucize, bir çılgınlık, olamayacak gibi duran bir şeyin oluşu, ilkbahar şu, ilkbahar bu… Kuş, papatya, gelincik, çayır, çimen, ağaç, çiçek, mimoza, zakkum, su sesi, hindiba, Çingene, kuzu… Klasik ilkbaharların içinde hepsi, hatta sülüğün bile yeri vardır. Unuttuklarım da çoktur a, en mühimi nisan, mayıs güneşi.”
Baharı ve onun müjdecisi olan ilk çiçekleri beklemek ise başlı başına bir mutluluk kaynağıdır, adeta doğayla birlikte bize de bir tazelenme ve gençlik aşısı vadeden bir sihirmişçesine…
“O günü görmek için sade bekleyeceğiz/ Göreceğiz bir sabah yeşil tomurcukları./ Hazırlanıyor gibi gökyüzü ufuk deniz/ Bir sabah dökülecek baharların baharı,” diyerek bekleyişi başlatır Ziya Osman Saba, ‘Baharı Beklerken Yazılmış Şiir’de. Bedri Rahmi Eyüboğlu ise o bekleyişin ardından neyle karşılaşacağımızın müjdesini verir bize ‘Bahar ve Biz’ adlı şiirinde. “Yılda bir kere çıldırır ağaçlar sevincinden/ Rabbim ne güzel çıldırır./ Yılda bir kere uzatır avuçlarını yaprak;/ Sevincinden titreyerek./ Yılda bir kere kendini verir toprak/ Yılda bir kere yarılır bahçeler hazdan/ Rabbim ne güzel yarılır.”
Yasunari Kavabata’nın ‘Kiraz Çiçekleri’ adlı romanının kahramanı Çieko ise ilkbaharın göze çarpan güzelliklerinin ardında saklı duran hüzünleri de fark edecek kadar duyarlı bir yüreğe sahip olmasıyla dikkatimizi çeker. Nobel ödüllü yazar Kavabata Yasunari'nin yüreklere dokunan bu romanı, sanki bu dünyaya ait olmayan, masalsı ve estetik bir dille yazılmış bir başyapıttır. Kyoto'da kimono tasarımcılığı yapan Takiçiro, karısı Şige ve evlatlık kızları Şieko'nun sevgi ve hüzünle örülü yaşamları anlatılır. Kyoto'nun geleneksel dekorunda, geçmişindeki gerçeklerle yüzleşen ve aslında kim olduğunu keşfetmeye çalışan Şieko'nun şiirsel öyküsü, daha ilk satırlarında bizi görünen güzelliklerin ardını sezme kabiliyetine sahip olan bu duyarlı kızla tanıştırır işte…
“Çieko akçaağacın gövdesinde açan menekşeleri fark etti. ‘İşte bu sene de açtılar,’ derken, Çieko ilkbaharın şefkatiyle karşı karşıyaydı. (…) Her ilkbahar üç, en fazla beşer çiçek açarlardı. Yine de ağacın üzerindeki o daracık oyukta her ilkbahar yeniden filizlenirlerdi. Çieko verandada oturup izlerken ya da ağacın dibine kadar gidip bakarken bazen menekşelerin yaşama bağlılıklarına hayran kalır, bazen de yalnızlıklarına üzülürdü. ‘Böyle bir yerde doğup, yaşamlarına devam ediyorlar…’
Mağazaya gelen müşteriler akçaağacın büyüklüğünden övgüyle söz etseler de, hemen hemen hiç kimse açana menekşelerin farkına varmazdı. Yaşlılığın getirdiği yumrularla dolmuş, iri gövdesi yukarılara kadar yosunla kaplı akçaağacın vakur ve zarif bir hali vardı. O cüssenin üzerinde açmış menekşeler kimsenin gözüne ilişmez elbette.
Fakat kelebekler bilirdi. Çieko menekşelerin farkına vardığı anda bahçede oynaşan küçük beyaz kelebekler akçaağacın gövdesinde ilerleyerek menekşelerin başına kadar geldi. Tomurcukları açmak üzere olan akçaağacın hafifçe kızıla çalan rengi ile oynaşan kelebeklerin beyazı birleştiğinde ortaya muhteşem bir manzara çıkıyordu. İki menekşe öbeğinin yaprakları ve çiçekleri de akçaağacın yeşeren yosunları üzerinde farklı bir gölge oluşturmuştu. Hafif bulutlu, ılık bir ilkbahar günüydü.”
Öte yandan baharın gelişinin bir diğer müjdecisi daha vardır; Paskalya Bayramı! İlkbahar gün dönümünün yaşandığı 21 Mart'ta dolunayın görülmesinden sonraki ilk Pazar günü kutlanan bu bayram, adeta baharla birlikte yeniden dirilen dünya için düzenlenen bir şenliktir. Füruzan, ‘Sevda Dolu Bir Yaz’ adlı uzun öyküsünde bu durumu şöyle dile getirir:
“-Şimdi bizim Paskalyamız başlıyor, diyor.
-Paskalya nedir?
-Çocukların da ayrıca bilhassa büyük bayramıdır, yeni mevsimin, canlanmanın kutsal bayramıdır, yumurtaların ortalara döküldüğü, renk renk boyandığı, baharın büyük şenliğidir bilesin küçük güzel hanım.
Miltiyadi Aile Gazinosu’na girdiğimizde oradaki kimsesizliğe şaşıyorum. Güneş pususundan sıyrılmış, ısıtmaya başlıyor günü. Miltiyadi Aile Gazinosu’nun yavaş yavaş yaza hazırlandığını söylüyor teyzemin arkadaşı.
-Kışın uyur bahçeler bir güzel istirahat yapar, bahar geldi mi yavaşça gözlerini açar doğrulur. Biz bugün bir adak daha adamalıyız. Acıların Meryemi’ne… Kalbimizi temelinden yıkmasın, merhametini göndersin diye…
Ağaçların gövdelerinde bir pırıltı dolaşıyor. Dalların uçlarında yer yer, açık yeşil, diri tomurcuklar fışkırdığını görüyorum.”
Doğanın bu kendinden geçmişçesine bir anda silkinip güzelleşme haliyle Katherine Mansfield’in ‘Bahçe Partisi’ adlı öyküsündeki adeta cenneti andıran tasvirinde de karşılaşırız.
“Bir kere hava çok güzeldi. Bahçede bir parti için isteseler bile bu kadar mükemmel bir gün bulamazlardı. Rüzgârsız, sıcacık, gökyüzünde tek bulut bile yok. Sanki yazın ilk günleri gibi, sadece hafif bir altın sarısı ışığa bürünmüş masmavilik. Bahçevan şafaktan beri ayaktaydı ve papatyaların, çiçeklerin, çimenlerin ışıltısını ortaya çıkartacak şekilde, çimleri biçip, süpürüyordu. Güllere gelince, partide insanları etkileyecek olan tek çiçeklerin güller olduğunu düşünmeden edemezdiniz, herkesin bildiği tek çiçek. Yüzlercesi, evet bir gecede yüzlercesinin açtığı çiçek. Sanki melekler ziyaret etmiş gibi, yeşil çalılılar boyunlarını eğdiler.”
Bahar her şeyden önce bir mutluluk, bir yerinde duramama hali, bir gençlik halidir. Orhan Veli Kanık, “Tüyden hafif olurum böyle sabahlar,” diyerek anlatmaya başlar bu durumu ‘Baharın İlk Sabahları’ adlı şiirinde ve devam eder “Karşı damda bir güneş parçası/ İçimde kuş cıvıltıları şarkılar;/ Bağıra çağıra düşerim yollara;/ Döner döner durur başım havalarda./ Sanırım ki günler hep güzel gidecek;/ Her sabah böyle bahar;/ Ne iş güç gelir aklıma ne yoksulluğum./ Derim ki: “Sıkıntılar duradursun!”/ Şairliğimle yetinir/ Avunurum.”
E.M. Forster’ın ‘Manzaralı Bir Oda’ adlı romanının delişmen ruhlu kahramanı Miss Lucy Honeychurch de her daim bu ruh hali içinde salınır roman boyunca. Baharın başlı başına bir karakter gibi hissedildiği bu güzel romanda, gençliğinin baharında, ‘başı döner durur havalarda’ Lucy; İtalya Toskana’daki bahar tatilinde yalnızca ilk aşkıyla tanışmaz, deli ruhunu dörtnala saldığı özgürlüğünün de tadını alır. Evet, gençlik kadar özgürlük ve çılgınlık hali de baharın karakterlerinden biridir ne de olsa!
İstanbul’a ise her mevsim gibi ilkbahar da bir ayrı yakışır. Ama eğer ruhunuz yalnızsa, o zaman ne bahar ne de İstanbul’un güzellikleri gözlerinize zor ulaşır. Yine de ümit her daim var. Tıpkı İstanbul’un yanı başındaki adalar gibi belki de tam gözünüzün önünde duruyor. Tabii bakmasını bilene… Demir Özlü, ‘Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları’ adlı romanında adeta bu durumu ve bir dönemin İstanbul’u ile Burgaz Ada’sını hoş bir nostaljiyle anlatır. “İstanbul’un birden sıcakları getiren ilkbaharı yerleşmişti kentin üzerine. Cihangir’de, taş yapıların üzerine, sıcak ışığını parça parça yağdırıyor, gelecek sıcak yazı bildiriyordu. Gökyüzü açık, hava durgundu. Bu uzun günlerde önünde sıcak yazın imgesi, kendini daha da yalnız duyuyordu insan. Selim, Cihangir’deki eve giderken, güneşin vurduğu sokaklarda böyle düşünüyordu.
Öteki hafta sonunda Bayan M. ile Selim, Burgaz Adası’na gittiler. Yaz mevsiminin ilk sıcakları başlıyordu. Ama gene de deniz, hafif bir rüzgârla ürpertiliydi. Balıkçıların, Kürt işçilerin, kahveleri doldurduğu sahile indiler. Ahşap büyük bir yapının altına düşen, içerisi boy aynalarıyla süslü lokanta, mevsimi geldiği için açılmıştı. Biraz yukarıda, tepeye çıkarken görülen, Rum Ortodoks Kilisesi yaza hazırlanıyor, açık sarı bir renge boyanıyordu. Deniz kıyısında bağlı duran balıkçı sandalları küçük dalgalarla uyumlu çırpınıyorlardı. Bayan M.’lerin evi kıyıdan uzak değildi. Sahil yolu üzerindeydi. “Burası işte,” dedi Bayan M. “İki yıldır oturan yok. Annem yazları Splendit Otel’de kalmayı daha uygun buluyor.” “Ne güzel bir yer” dedi Selim. “Balıkçıların düşlediğimiz dünyasında.” Ada’ya göçler başlıyor, kışın durgun sessizliğinden sonra kalabalık, cıvıltılı yaz yaklaşıyordu. Piknik yapmaya gelen genç topluluklar da vardı. Birinin elinde bir flüt, dört-beş kişilik bir grubu sürüklüyordu ardından.”
Ama her şeyden öte belki de en çok aşk yakışır ilkbahara. Doğanın kıpırtısı ulaşınca kalplere, adeta “Aşk, aşk!” diye atmaya başlar. “İki sevgilinin gülüşüne benzer/ Bir nisan havası değil mi esen?” diye sorar ‘Bahar Sarhoşluğu’ adlı şiirinde, Cahit Sıtkı Tarancı ve doğanın düğün günü kendi ruhunda yaşananları anlatmaya koyulur. “Zincirlere, kelepçelere inat,/ Kanatlarımı açmak zamanıdır;/ Allahaısmarladık kaldırımlar./ Giyenler düşünsün dar elbiseyi;/ Ölçülü sözü, hesaplı adımı/ Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan;/ Saltanat sürer gibi uçuyorum,/ Erik ağacı gelin olduğu gün.”
İlkbahar, aşk ve İstanbul belki de en güzel Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Huzur’ romanında bir araya gelir. Mümtaz ile Nuran’ın Kadıköy İskelesi’nde buluşmaları bir rüya sahnesinden çıkmış gibidir. “Ertesi akşam söz vermiş gibi iskelede birbirlerini buldular. Sabih’le karısı ortada yoktu; genç kadın Fatma’yı halasına bırakmıştı. İskele ağır bir bahar kokusu içindeydi. Hemen herkesin elinde büyükçe bir çiçek dalı vardı. Birkaç kişi yeni açmış gül demetleri taşıyorlardı. Bütün kalabalık bir çiçek yağmasından geliyor gibiydi.”
Orhan Pamuk ise sanki Tanpınar ustasının bıraktığı yerden alır aşkı, baharı ve İstanbul’u anlatmaya ve ‘Masumiyet Müzesi’nde bu üç temayı adeta doruğa taşır. Yine de sanki onun bu satırlarını okurken, arkalardan bir yerlerden de T.S. Eliot’ın sesini duyarız bir tür uğursuzluk hissi eşliğinde; “Nisan, ayların en zalimi/Leylakları ölü topraktan yeşertir/Yoğurur anılarla arzuları/Uyarır uyuşuk kökleri, toprakta”, der Eliot, ‘Çorak Ülke’de. Oysa o bahar gününde her şey ne kadar güzel, mutlulukları ne kadar derindir Füsun ile Kemal’in…
“Dışarıda, İstanbul’da bahar günlerine özgü o pırıl pırıl gök vardı. Sıcak, kış alışkanlıklarından kurtulamamış İstanbulluları sokaklarda terletiyordu, ama binaların içleri, dükkânlar, ıhlamur ve kestane ağaçlarının altları hâlâ serindi. Benzer bir serinliğin, üzerinde mutlu çocuklar gibi her şeyi unutarak seviştiğimiz küf kokulu şiltenin içinden de geldiğini hissediyorduk. Açık balkon penceresinden deniz ve ıhlamur kokan bir bahar rüzgârı esti, tül perdeleri kaldırıp ağır çekimle sırtlarımıza bıraktı ve çıplak vücutlarımızı ürpertti, ikinci kattaki dairenin arka odasından, yattığımız yataktan arka bahçede Mayıs sıcağında hırsla küfürleşerek futbol oynayan çocukları gördük ve birbirlerine söyledikleri edepsiz şeyleri, bizim kelimesi kelimesine yapmakta olduğumuzu fark edip sevişmemizin ortasında bir an durarak, birbirimizin gözlerinin içine bakıp gülümsedik. Ama mutluluğumuz o kadar derin ve büyüktü ki, hayatın arka bahçeden bize sunduğu şakayı, bu küpeyi unuttuğumuz gibi unuttuk hemen.”