10 EYLÜL, CUMA, 2021

“Bu Sistemde ‘Öğütülen’ Herkes Kurban, Kurban Değilse Bile ‘Araç’”

Çiler İlhan ile 2009 yılında yaşanan, kayıtlara Bilge Köyü Katliamı ya da Mardin Nişan Töreni Katliamı olarak geçen, aşiretlerin kan davaları sonucu işlendiği belirtilen, gerçeğin kurguyu altüst ettiği Nişan Evi romanı üzerine konuştuk.

“Bu Sistemde ‘Öğütülen’ Herkes Kurban, Kurban Değilse Bile ‘Araç’”

Nişan Evi, Çiler İlhan’ın üçüncü kitabı fakat ilk romanı. 1993’te Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri kapsamında Dikkate Değer Öykü Ödülü’nü aldığında veya ilk öykü kitabı Rüya Tacirleri Odası yayımlandığında ya da ikinci öykü kitabı Sürgün, 2011 Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü aldığında Nişan Evi gibi yaşanmış olan gerçekliği ile tüm kurguları altüst edici bir roman yazacağını henüz bilmiyordu elbet. Nişan Evi için “son derece sarsıcı, etkileyici, akıldan çıkmayacak derecede vurucu” gibi yorumlar yapmak ne derece doğru buna karar verebilmek için Nişan Evi romanını ve bu yaşanan olayı her ayrıntısıyla ele aldığımız söyleşiyi okumanız gerekiyor. Gerçekler çoğu zaman yaşandığı hâliyle değil, bir edebiyat metni olarak bize ulaştığında mutlak doğruyu yansıtıyor çünkü. Gerçekten yaşanmış bir katliam edebiyat metni olarak karşımıza çıktığında bize ne yapar? Buyurun lütfen…

Çiler Hanım, hem kurumsal anlamda çalışma hayatınızda -pazarlama-iletişim-turizm- hem de kişisel olarak seçip ilerlediğiniz dallarda kültür-sanat-yayıncılık- yazarlık, çok yönlü olmanızın sizi dönüştüren taraflarını sorarak başlamak isterim. Çünkü şu bir gerçek ki insanı çok yoran bir çağda, bir sistem ve düzen içinde yaşıyoruz. Fakat bu çağ insana dönüşebilme, değişebilme fırsatları, olanakları da veriyor aynı zamanda. Ne dersiniz, çok yönlü olmak böyle bir çağda nasıl bir tecrübeler bütünüydü sizin için?

Çok yönlülük, zorunlulukla inadın karışımından doğdu. Malum, ülkede “büyüyünce olmak” istediğini okuyan ya da gerçekten zevk aldığı işi yapma “lüksüne” sahip olan insan sayısı ne yazık ki çok değil. “İş” dediğimiz eylem günün uyanık kaldığımız büyük bir kısmını talep ettiğinden, genel mutluluk ve sağlığımızda tahminimizden daha büyük bir rol oynuyor. Bunu elbette her şeyin üstüne bir de pandeminin vurduğu, siyasi ve ekonomik krizlerden sıklıkla nasibini alarak bırakın sevdiği işi yapmayı, eve ekmek götürecek bir işinin olmadığı milyonların yaşadığı bir ülkenin vatandaşı olmanın farkındalık ve kederiyle söylüyorum. Ben küçücük yaşımdan beri ne yapmak istediğimi hep biliyordum, sanatçı olmak istiyordum.  Birkaç alana birden ilgim ve kimilerine göre yeteneğim vardı; yazmak, müzik, oyunculuk, dans… Ailemin yönlendirmesi, okuduğum okullar, yaşam koşulları beni bir şekilde kurumsal hayatın içine attı. Özellikle turizmde çalışmak sıklıkla zor gelmiş olsa da bu 24 saat “ayık” sektör insana tahmin etmediği kadar yaşam becerisi kazandırıyor. Dış ve iç rekabetin çok yüksek olduğu bir alan; vazgeçmemeyi, tıpkı ülke gündeminde olduğu gibi neredeyse her gün ayrı bir sürprize uyanıp sürekli irili ufaklı krizleri yönetmeyi, resmen ne olursa olsun hayatta kalmayı öğrendim. Yazamadığım her satırın vicdan azabı gün boyu otel koridorlarında, toplantı odalarında beynimin arkalarında gezinse de turizm ve iletişimdeki tecrübelerime müthiş kıymet veriyorum. Bununla birlikte fırsat buldukça hep dergiciliğe döndüm; edebiyatın dışında hayatımı zevkle kazanabileceğim bir sektör oldu dergicilik. TimeOut Istanbul, Travel+Leisure gibi dergileri çıkardığımız Ajans Medya’daki günlerim iş hayatımın en güzel anılarını barındırır. Ben farkındalıkla yaşarsak başımıza gelen her şeyin, yaşadığımız her günün bize anlamlı bir katkısı olabileceğini düşünüyorum.

Çiler İlhan

“Kim neye inanmak istiyorsa inansın.” Romanın son cümlesi ile başlamak istedim. Çünkü, “konusu çok çarpıcı bir kitap” tanımını yapmaktan ziyade hem bireysel, hem toplumsal hem de siyasi anlamda çok travmatik bir kitapla karşı karşıyayız. 2009 yılında gerçekten yaşanan, kayıtlara Bilge Köyü Katliamı ya da Mardin Nişan Töreni Katliamı olarak geçen, aşiretlerin kan davaları sonucu işlendiği belirtilen yaşanmış bir katliamı edebi bir metne dönüştürmek, roman olarak aktarma isteğinin yolculuğunu sormak istiyorum. Ne veya neler oldu da siz toplumsal hafızamızdan çıkmayacak şekilde trajik olan, toplumsal vicdanlarda hiçbir şekilde aklanmayacak olan bu katliamı edebi bir metin olarak aktarmak istediniz?

Şaşkınlık mı desem? Aklım almadı, hâlâ almıyor. Savaş, terör saldırısı gibi insanların acımasızca, topluca katledildiği, daha kolay “kategorize” edilen olaylar dışında bunca insanın tek kalemde, yediden yetmişe canice öldürüldüğü bir katliam olarak bir “yere” bile konamadı nişan evi katliamı. Katillerle maktullerin aynı aileden olması, sonrasında çıkan haberlerin birbirini tutmaması, sebep veya sebepler her ne ise aydınlatılmamış olması, her şey o kadar içime işledi ki. Beni bu kitabı yazmaya iten ana sebep, sorunuzda saklı:toplumsal hafızamızdan çıkmayacak şekilde trajik olan…” demişsiniz. Kim hatırlıyor? Yani bu katliamın ardından yüzlerce akademik araştırma yapılmalı, sebepleri derin bir şekilde incelenmeli, çözümler bulunmalı, resmi makamlarla iş birliği yapılarak bunlar işlerliğe konmalı, değişim yaratılmaya başlanmalı, hem travmanın mümkünse bir parça dönüştürülmesine hizmet edecek hem böylesine trajik bir olayı başka bir kanattan tarihe düşecek onlarca sanatsal ürün, sanatsal iş üretilmeli idi. Ülke koşullarında hayal olarak kalıyor. Görmezden geldiğimiz onlarca, yüzlerce cinayetin arasına karışmış, üstü güzelce örtülmüş. “Sanat sanat için midir, toplum için midir?” gibi tartışmalar neyse ki çoktan geride kaldı ve katıldığım panellerde, festivallerde de hep soruluyor, söylüyorum: Ben aktivist değilim. Yazarım. Bana dokunan, içimdeki söz söyleme arzusunu kışkırtan konuları yazıyorum. Edebiyatçıyım, akademisyen, tarihçi ya da araştırmacı gazeteci de değilim. Ama siyasetin günlük hayatımızı her an etkilediği zorlu bir coğrafyada yaşayan bir yazar olarak toplumsal olayları ister istemez içselleştiriyorum, dert ediniyorum. Ayrıca şu var; katliamın üstünden 12 yıl geçmiş. O gece öksüz, yetim kalan 60’ın üstünde çocuk vardı haberlerden anlayabildiğim kadarıyla. O çocuklar nerede? Ne yapıyor? Olayın arkasından sosyal hizmetler köye gidip çocuklarla ilgilendi diye yazıldı ama ne kadar kapsamlı bir psikolojik destek verildi? Böyle bir travmanın yıllar sürecek ciddi bir terapiye ihtiyacı var. Teslim edildikleri akrabalar onlara iyi baktı mı, devlet yurtlarında iseler iyiler mi? Güya olaydan sonra hepsi köyden uzaklaştırıldılar ama köye geri getirilip zorla evlendirilenler oldu mu? Öksüz yetim yardımları onlara mı harcandı yoksa onun bile üstüne konan akrabaları oldu mu? Hadi katliamı aydınlatmadık, çok derin, karmakarışık ilişkiler var işin içinde; kalanlarla ne kadar ilgilendik? Unuttuk o çocukları. Sanırım en çok o çocuklar için yazdım Nişan Evi’ni.

“Misafire ılık kolonya tutulmaz.”  Herkesin birbiriyle akraba olduğu Bizimköy’de yapılacak olan bir nişan mevzu bahis ve roman “Kolonya” başlığı ile karşılıyor okuyucuyu. Bir kere bunun, böylesine trajik bir roman için tesadüf olmadığını düşünüyorum. Kolonya ferahlatan, rahatlatan bir metafor olarak karşımıza çıkıyor ilkin ama, aynı zamanda steril eden, yara varsa eğer temizleme ve sağlıklı bir şekilde iyileşmesini sağlayan da bir madde. Fakat bu hikâyede böyle değil. Romanın başından sonuna kadar neredeyse tüm diğer karakterlerin yanında bir karakter misali şişe şişe bize eşlik eden kolonya metaforunu, metne nasıl hizmet ettiğini ve buna rağmen engellenemeyen trajediyi konuşmak isterim. Herkesin birbiriyle akraba olduğu bir yerde böylesine travmatik ve ölüm kusan bir trajedinin yaşanmaması gerekiyor, öyle değil mi? Kolonyanın olduğu yerde mikrobun barınamayacağı gibi. Ama oluyor… Neden? Asıl hayatın, asıl gerçeklerin, asıl trajedilerin ve yaşanan katliamların yalnızca edebi metinlerde bir kolonya şişesi olarak karşımıza çıkıp, bu derece minimal bir ayrıntıyla bu derece etkili veriliyor olmasını konuşmak istiyorum sizinle.

Aynur Hanım ne kadar güzel bir keşifte bulunmuşsunuz! Keşif diyorum zira ben farkında değilim kolonyayı bu şekilde kullandığımın eğer kullandıysam, ama fikir çok güzel. Yazarken bilinçaltı her şeyi izah etmiyor bize, sıklıkla dayatıyor, biliyorsunuz, siz de yazarsınız. Ama öyle; herkesin birbiriyle akraba olduğu bir köyde, gerçi tabii kan davaları da bu minvalde bu kadar dramatik ama bunca kişinin bire karşı bir, ikiye karşı iki değil de bir kertede, topluca katledilmesi inanılır gibi değil. Zaten akrabalık özünde karışık bir mevzu. Aile dediğimiz kurum büyürken de yetişkin hayatımızda da bizi hem en çok destekleyen hem de bize en çok zararı veren bir yapı. Benim algılayabildiğim kadarıyla burada ciddi bir gelir derdi var. Hırs var, mal mülk kavgası var.

Halil. Uzun Halil. Halil, marazları olan, kahraman diyebileceğimiz hiçbir özelliği olmayan, fakat romanın başından sonuna diğer tüm karakterleri niteleyen, olayın ne kadar akıl ve vicdan dışı olduğunu bize gösteren, kendisine yapıştırılan sıfatlara rağmen sezgileri çok kuvvetli ve o geceden sağ çıkmasını bilen bir karakter. Sadece bunlar da değil; Halil’in kösele ayakkabı giymiş ayakları ile gittiği yerleri biz de onunla birlikte geziyor bir kamera misali onun gözünden oradaki toplumsal yapıyı, girift akrabalık bağlarını, aldığı kolonyalara rağmen temizlenmeyecek ve iyileştirilmeyecek düzenin gerçekliğini de görüyoruz. Neden Halil gibi bir karakter üzerinden anlatmak istediniz bu hikâyeyi? Ve neden hikâyeyi Halil’in ağzından aktarmadınız? Hikâyenin aslında dış bir anlatıcısı (Dış ses de diyebiliriz buna) olmasına rağmen, hikâyeyi Halil bize anlatmıyor olmasına rağmen, böylesine esrik bir karakterin varlığını çok güçlü bir şekilde hissediyoruz. Özellikle son sahnelerdeki, o bir şeylerin olacağını, kötü bir şeylerin olacağını hissettiği sahnelerdeki varlığı çok güçlü Halil’in. Mesela Osman olabilirdi merkez karakter, daha da vurucu olabilirdi böyle olsaydı ama hayır Halil’de akıtılacak kan, girişilecek suikast karşısında başka bir masumiyet var. Böyle bir trajedinin tüm kötülüğünü, tüm çıplaklığını ortaya çıkaracak bir masumiyet, ne dersiniz?

“Halil, marazları olan, kahraman diyebileceğimiz hiçbir özelliği olmayan…” bir karakter demişsiniz ama bu topraklarda sıradan bir günde hayatta kalabilen herkes birer kahraman. Halil bu ülkede en çok ezilen kesimlerden birkaçını birden temsil ediyor; kadın akrabaları üzerinden kadınları, çocukları, azınlıkları/“Türk soyundan” olmayanları, ataerkil zihniyetin keskin, siyah-beyaz “cins” tanımına cuk diye oturmayan herkesi –“efemine” erkekler, “erkek gibi” kadınlar, gay’ler, lezbiyenler, translar ve diğerleri – kısacası kişiliği, ruhu tanımlanmış bir bedene sığmayanları… Halil birden fazla katmanda dışlanıyor, aşağılanıyor. Askerler tarafından Kürt olduğu için; babası ve ağabeyi tarafından yeteri kadar “erkek” olmadığı için; giyimi kuşamı genel kalıplara, “köy ortamına” denk düşmediği için; geç kalınmış bir müdahale yüzünden çocukluk hastalığından kalan marazların ona beceriksizlik, sakarlık, belki de “zekâ geriliği” gibi birtakım sıfatları yapıştırıp bıraktığı için… Halil karakteri yazdıkça, adım adım ortaya çıktı. Halil zenginliğiyle bana anlatımda pek çok imkân tanıdı. Ama romanı anlatan o olmadı çünkü kurguyu bir parça sürükleyici kılabilmek adına başka bir anlatıcı seçtim.

Romandaki kadınlardan bahsetmek istiyorum. Maral’dan, Leyla’dan, Fatma’dan, Sultan’dan. Hepsi de, -orada yaşayan tüm kadınlar-, o coğrafyada yaratılan kaderin kurbanı. Özellikle Sultan’dan yola çıkmak istiyorum: “O elebaşı Osman’ın annesi Sultan ki yedi kardeşin en bahtsızı.” diye başlayan bir paragraf var ki; hem Sultan’ın başına ne geldiğini, hem suikastın pimini çeken Osman’ın kaderinin nasıl yazıldığını, o coğrafyadaki kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu tüm insanların, toplumun nasıl bir trajedi ile baş başa bırakıldığını tüm çıplaklığı ile gösteriyor. Evet biz roman boyunca baştan sona Halil’i, Osman’ı, yaratılan erkek egemen dünyada erke teslim edilmiş bir coğrafyada pimi çekilmiş bir suikasta adım adım şahitlik ediyoruz fakat tüm bunlar kadınlara biçilen alın yazısı üzerinden biçimleniyor sanki. Erkin ve dişinin akıl ve vicdan almaz uçurumunda başlayıp, bitiyor her şey. Kadınlar bu hikâyenin alın yazısında yerlerini nasıl alıyorlar?

Kadınlar özellikle o coğrafyada Türkiyeli diğer kadınların yoksunluklarının üzerine bir de işkencelerle, kayıplarla, ölümlerle başa çıkmak zorunda bırakılıyor. Kürt kadını mecburen daha politize; çok sert bir siyasi ortamın içine doğuyor. O anlamda çok da güçlü; bunca zulme, zorluğa, kedere birbirlerine yaslanarak, yeri geldiğinde ön saflarda durarak yaşama tutunmaya çalışıyor. Ama yeri geldiğinde hâlâ ekonomik bir “çözüm aracı” olarak, sosyal ilişkileri düzenlemekte ya da yenilerini kurmakta neredeyse bir adak/kurban, piyade zihniyetiyle kullanılıyor; başlık parası, berdel, mal mülk bölünmesin diye aile içinde istemediği bir akrabayla ya da daha zengin bir aileyle akraba olmak adına birileriyle zorla evlendirilmek gibi. Kadın bedenini fayda sağlanacak bir öğe olarak gören sistem yeni neslin üniversite okuyarak daha bağımsız olabilmeye başlamasına rağmen ne yazık ki tüm acımasızlığıyla devam ediyor; benim gözlemim bu yönde.

​Bu bağlamda aslında derinlemesine baktığınızda bu sistemde “öğütülen” herkes kurban, kurban değilse bile “araç”. Farz edin Osman’ın hikâyesi gerçek olsun. Onca travmayı yaşamış, annesi gözünün önünde öldürülmüş, babası kaybedilmiş bir oğlan çocuğundan ne bekliyoruz? Nasıl bir insan olmasını bekliyoruz? Büyüme, hayatta kalma yolunda bir de içindeki öfkeyi çeşitli şekillerde besleyen, duygusuz bir bedene dönüşmesini bile isteye teşvik eden bir sistemin çarkından geçiyor. Elbette hiçbir sebep bir cinayeti, bir katliamı rasyonelleştiremez, affettiremez, kesinlikle bunu demek istemiyorum ama Osman karakteri başka bir bölgede, kentte, sevgi dolu, imkân dolu koşullarda büyümüş olsaydı bambaşka bir Osman olabilir miydi? Bilemiyoruz ama ihtimal dâhilinde olma ihtimali yok değil.

Faillerin de, kurbanların da bir arada yaşadığı, dönem dönem sırası geldikçe faillerin ve kurbanların yer değiştirerek hayatı devam ettirdiği düzende bir muğlaklık da mevzu bahis. Fakat kültürel, toplumsal ve siyasi erk tarafından desteklenen böyle bir yapının muğlaklığına şaşırmıyor. Halil veya Maral ne söylerse söylesin kayıtlara geçmeyen, geçmediği hâlde peşine de düşülmeyen toplumsal vicdanı böylesine zedeleyici bir durumun yıllar sonra edebi bir metin olarak karşımıza çıkışı ve aklımıza kazınmasının ironik durumunu nasıl açıklarsınız? Sadece 71 sayfalık bir romandan bahsediyoruz ama bu romanla o gece, orada, böyle bir olayın yaşandığını daha yeni öğrenen onlarca insan olduğuna eminim. Roman boyunca siyasi hiçbir söylem yok, bazı yerlerde seziyoruz evet, bazı yerlerde politikaların yarattığı bir düzen mevzu bahis bunu da anlıyoruz evet, ama hızla, geçti-gitti-bitti el çabukluğu ile unutturulmak istenen bir durum da var (sezdiğimiz siyasi-politik duruş tam da bu) ve bu durum aşağıda gürül gürül işleyen bir sistem olduğunu da gösteriyor aslında bizlere tüm muğlaklığa rağmen, ne dersiniz?

Evet benim hissiyatım bu yönde; aşağıda gürül gürül işleyen bir sistem var. Romandaki muğlak atmosfer simgesel; gerçek hayattaki bilinçli muğlak bırakılmışlığa işaret ediyor. Okurun bunu anlayacağını düşünüyorum, bu nihayetinde edebi bir yapıt, tek tek her şeyi sıralamak, açıklamak romanın doğası değil. Katliamdan roman aracılığıyla haberi olan varsa lütfen daha çok haberi olsun, okusun, araştırsın, neler olduğunu bir parça daha iyi anlasın. Birbirimizi anlarsak tüm savaşlar bitecek, gezegene sonsuz huzur gelecek demiyorum tabii ama belki birbirimize daha hoşgörülü davranabiliriz, birbirimizi olduğu gibi kabul edebiliriz; yeri geldiğinde komşumuzu koruyabiliriz, saklayabiliriz, saldırganlara yapmayın diyecek iyiliği, cesareti kendimizde bulabiliriz. Sistemi değiştiremiyorsak geride kalan öksüz, yetim çocuklara yardım edebiliriz; burs, iş, maddi manevi her türlü yardım… Darüşşafaka’da okuma fırsatı, öksüz yetim parası gibi bir, iki haktan çok daha ciddi desteğe ihtiyaçları var.

Tüm dinlerin, tüm inançların toplandığı bir coğrafyadan da bahsediyoruz aynı zamanda. Tam namaz kılınırken gerçekleştirilen, muhtemelen gerçekleştirenlerin de son derece inançlı olduğu, inançların sorgulanmadığı bir düzen. Yine durup durup romanın o son cümlesine gidiyorum: “Kim neye inanmak istiyorsa inansın.” Çok önemli olan inançlarımızın bizi husumet yaşadığımız kişilerin öldürülmesi gerektiğine inandırması gerçeği… Toplumsal kötülük çığırtkanlığımızı, kötülüğü sürekli buradan destekleyip, omuz verip, çocukların dahi katledildiği olayları daha konuşulabilir hâle getirebilir miyiz edebiyat üzerinden? Nişan Evi özelinde, bu tür konuların odağında yazılmış tüm edebiyat metinleri bunun bir ispatı, göstergesi olabilir mi, ne dersiniz? Tam da bu noktada aslında şunu da konuşmak isterim sizinle: İlgili herhangi bir metinde, trajedinin okuyucu (veya seyirci) üzerinde yarattığı etki; katarsis diye tanımladığımız etkisini. İnanç bağlamında, o gece orada yaşananlar, o katliama maruz kalanları ve yakın çevresini etkiledi. Nişan Evi ile yaşanan trajedi daha fazla kişiye ulaşarak, toplumsal vicdanın çemberini büyüttü, böylelikle daha büyük bir katarsis etki yarattı diyebilir miyiz? Edebiyata olan inancım her şeye olan inancımdan fazla desem, siz nasıl yorumlarsınız bu durumu. Belki bu noktada okuyuculardan gelen tepkileri, konunun onlar üzerinde yarattığı etkileri de bizimle paylaşmak istersiniz.

İsteyen üç maymunu, isteyen beş maymunu oynasın, isteyen araştırsın. Bunu demek istiyorum aslında. İnançtan kastım burada “kanı”. Genel olarak işimize nasıl geliyorsa ona “inanıyoruz”, duyduğumuzu, okuduğumuzu kolayımıza giderse gerçek kabul ediyoruz. Nişan Evi’nin baz aldığı katliamda menfaatin inançtan daha büyük bir rol oynadığı kanısındayım. Fakat şunu unutmamalı; aslında herhangi bir savaşın, çatışmanın, katliamın görünürdeki en büyük sebebi din, milliyet, ırk, etnisite ne olursa olsun aslında hepsi bir “paket.” Dipte devletlerin, milletlerin, belirli bir zümrenin ki bu yerel bir kabile de olabilir multimilyon dolarlık uluslararası bir şirket de olabilir, birilerinin menfaati vardır. Nişan Evi’nin konu aldığı katliamı ne din gibi kuvvetli bir toplumsal unsur, ne de akrabalık gibi geleneksel bir bağ önleyebilmiş. İnancınız ne olursa olsun; birilerinin görünürde ya da içten bir istekle namaza durduğu bir anda bu cinayetin işlenmesi çok dramatik. Bu katliamı literatürde “özel” kılan unsurlardan biri bu, diye düşünüyorum; aynı soy, din, mezhep ve aileden gelen bireylerin böylesine “kutsal” sayılan bir anda bu cinayeti gerçekleştirmesi. Bunca ahlaki, manevi değeri çiğneyip gözü dönmüş bir şekilde 40’ın üstünde çoluk çocuğu yok eden bir zihniyetten bahsediyoruz.

Edebiyat ya da diğer sanat dalları toplumsal vicdanı dürtmek, becerebilirse uyandırmak, farkındalık yaratmak adına kuvvetli bir araç, ben de böyle düşünüyorum. İsteği olanı, açık olanı, iç dünyasını genişletmeye hazır olanı zihinsel ve duygusal anlamda dönüştürme gücü var. Büyük yazarların buna aracı olma yeteneği daha büyük; o yüzden yüzyıllar boyu okunuyorlar.

Nişan Evi okurlarından şimdiye dek bana ulaşan sıfatlar genel olarak “sarsıcı”, “etkileyici”, “unutulmaz” gibi sıfatlar. Bundan memnuniyet duyuyorum; bazen olanı biteni kavramak için sarsılmamız, şok olmamız gerekiyor. Yanı sıra elbette kitabın edebi bir yapıt olarak nasıl algılandığı da benim için çok önemli. Şimdiye dek kurgusunu, atmosferini, dilini özel bulan, sevenler çoğunlukta. Kitap daha çok yeni, bakalım diğer okurlar ne diyecek.

Yaratılan mekân – olay – anlatım atmosferi kurguya da yansıyor. Özellikle anlatım çok önemli yer ediniyor romanda. Karakterlerin birinin ağzından anlatılsaydı bu kadar etkili olur muydu? Bu soruyu buraya bırakarak, o bölgenin ağız, konuşma yapısı da kullanılmadığı hâlde karakterlerin seslerini, konuşmalarını duyuyoruz sanki. Okuyanı da çepeçevre saran, kurgunun iyi olmasına da yansıyan bu durum kendiliğinden mi oluştu, bu şekilde geldi ve böyle yazdım mı dersiniz yoksa bu derece trajik bir olayda objektif olmak adına böyle bir anlatım mı seçtim dersiniz?

Burada iki mesele var; biri kurgu, diğeri dil. Kurgu sürprizli olsun istediğim için dili de belirleyen bir unsur oldu. Nihayetinde böyle bir anlatıcının olayları nesnel bir dille aktarması icap eder. Ayrıca bu kadar trajik bir olay bu şekilde anlatılırsa okura daha çok yer kalır diye düşündüm; yaşantıya dair hissedeceği şaşkınlığın, hüznün, acının, öfkenin artık o hisler ne olacaksa, miktarını, derinliğini kendisi belirlesin istedim, kitabı herkes kendi vicdanınca okusun istedim. Bu roman baştan sona bir ağıt gibi de yazılabilirdi, bu teknik bir tercih meselesi. Roman boyunca yerel bir ağız kullanmak zorlu bir iş, ona girişmedim. Ayrıca olayı yerel ağızla yazmak yerine kitaptaki gibi bir anlatıcıyı kullanmak daha iyi bir “edebi numara” gibi göründü gözüme. Ama o yerel etkiyi yaratabilmek, o atmosferi kurabilmek adına bolca deyim ve atasözü kullandım.

Yeni dünya düzeni ve yeni insan oluşmaya başladı pandeminin de patlak vermesiyle. Artık bu düzene ilişkin, distopik hikâyeler, sürreal unsurlarla bezenmiş gerçeküstü hikâyeler okuyoruz uzun süredir. Ama işte, Nişan Evi gibi tüm gerçekleri altüst eder derecede bir roman geliyor, tüm distopyayı silip süpürüyor, gerçeğin de gerçeği hikayesiyle.

Bana göre bu gezegendeki düzen hâlihazırda gerçeküstü. Çeşit çeşit madenleri, işlenecek kilometrelerce toprakları olan binlerce insan açlıktan; bir o kadarı da iktidar, güç peşindeki grupların çıkardığı savaşlardan her gün patır patır ölüyor. Nüfusun küçük bir kesimi, dünya mal varlığının çoğunluğunu elinde tutuyor. Pandemi bu uçurumu daha da keskinleştirdi. Gezegeni kirlettik, kuruttuk. Topraktan, ağaçtan kolaylıkla edinebileceğimiz proteini edinmek üzere gereksiz, son derece acımasız, dev bir hayvancılık ve ceset yeme endüstrisi yarattık. Onları besleyebilmek adına gezegenin akciğeri dediğimiz ormanları gaddarca yakıp genetiği değiştirilmiş yapay ürün tarlalarına çeviriyoruz, karşı çıkan aktivistleri kararlılıkla yok ediyoruz. Uluslararası sivil toplum kuruluşu Global Witness’a göre 2019 yılında 212 çevreci aktivist öldürülmüş; Kolombiya, Filipinler başta olmak üzere üçte ikisi Latin Amerika’da. Rapora göre bu rakamın %40’ı yerel topluluklara ait. Brezilya’daki ölümlerin %90’ı Amazonlar’da gerçekleşmiş. Nişan Evi, sadece insanların değil tüm canlıların haklarına ve doğaya duyarlı, bizim kuşaklardan daha bilinçli, maneviyatı maddiyattan daha üstün tutuyor gibi görünen yeni nesillere, birtakım iyileşmelere rağmen asırlardır var olan düzenin altta hâlâ işliyor olmasından doğan bir katliamın romanı. O açıdan aslında belki çok da günümüze ait bir roman.

Baştaki görsel Jošt Dolinšek'e aittir. 

0
5637
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage