Nedim Gürsel’in çağdaş öykücülüğümüzün önemli ismi Sait Faik Abasıyanık’ın dünyasını yaşamı ve yapıtlarıyla birlikte ele aldığı kitabı Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik, üzerine bir yazı.
Her şeyden önce, Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik, biyografi niteliğinde bir kitap değil. Bunun yerine, yazarı eserleri yoluyla anlama, ona dair bir kavrayış oluşturma denemesi olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Nedim Gürsel de yola bir biyografi yazma niyetiyle çıkmadığını “Sunuş” bölümünde söylüyor. Kendi deyişiyle, “Biyografik öğelerle çözümleyici yöntemi bir araya getirerek geçen yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir yazarın dünyasını yaşamı ve yapıtlarıyla birlikte ele almayı” denediğini belirtiyor. Gürsel’in kitap boyunca hassasiyetle çözümlediği öyküler ile Sait Faik’in yaşamından seçtiği parçaları üst üste koyup bütünlüklü, ikna edici bir resim oluşturduğunu söylemek mümkün.
Sait Faik’in cinsel tercihleri, kitapta sıklıkla tekrarlanan ve farklı örneklerle irdelenen bir tema. Eşcinsel eğilimlerinin öykülerinde apaçık görünmesine rağmen, bunca sevilen ve her daim okunan yazarın cinsel kimliğinin hep etrafından dolaşılan bir konu olmasından yakınıyor Nedim Gürsel: “[...] asıl önemli olan, Sait Faik’in yapıtının ana eksenini, değişmesini özlediği bir ahlak anlayışının temellendirdiğidir. Yıllarca üzeri örtülmeye çalışılan bu konunun tartışılabileceği özgür bir ortam ne yazık ki hâlâ yok ülkemizde.” Gürsel’e göre yazarın öykülerinde “yasaklardan bunalmış bir anlatıcıyla çok sık karşılaşmamızın” nedeni de budur. Sait Faik’in yaşamında özgürce dışa vuramadığı arzuları öykülerinde su yüzüne çıkar; ona “Aşklar yasaktır. İnsanlar birbirine yasaktır. Canım çekiyor diye öpemem seni güzel çocuk.” dedirtecek kadar yoğun duygulardır bunlar. Buna rağmen, yakın çevresi, onun hakkında yazanlar ya da derslerde öğrencilerine onun öykülerini okuyan öğretmenler dahil nerdeyse herkes eşcinselliğinin üstünü örtmeye çalışır. Geniş bir çerçeveden bakıldığında, bu tavrın da bir tür yasaklama girişimi olduğunu söyleyebiliriz. Yine de, tüm bu çabaya rağmen Sait Faik ölmeden önce yazdığı son öyküsü Kalinikhta’da bir Rum delikanlısına hitâben yazdığı satırlarda bize arzularını açıkça anlatıyor (Gürsel’in alıntıladığı haliyle): “Seni damarımda, bileğimde atıyorum (…) Bir dudağım yerde, öteki dudağım kuyruğunda ateş gibi gidip geliyordu içimden.”
Sait Faik, ölümünden bir süre önce tedavi amacıyla yurt dışına çıkmak için pasaport başvurusunda bulunduğunda “meslek” hanesine “yok” yazılır. Gerçekten de, “elle tutulur” bir işi yoktur yazarın. Mirasyedidir, babasından kalan servet sayesinde geçimini sağlar. Gürsel’e göre bu durum -bu “lüzumsuz adam”lık hali- yazarın kendini kavrayışını biçimlendiren gerçeklerden bir tanesi. Bir söyleşide, “[…] Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek; hikâye yazmak; velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.” diyen yazarın kendisini hâlinden böylesine memnun ve tasasız sunmasına rağmen, avareliğinin temelinde bir sanatçı olarak geleneksel ahlak kurallarıyla sürekli uyumsuzluk hâlinde olmasının yattığını söylüyor Gürsel. Çok sevdiği kalabalıkların kuralları, yasaları, gelenekleri üstüne hücum ettiğinde o çözümü alkole ya da adasına sığınmakta buluyordu. Böylelikle süregelen bir kaçış hâlinde yaşıyordu özünde: Hiçbir yere ve kimseye bağlanamadan yaşayan, Yaşar Kemal’in deyimiyle “üstünden başından yalnızlık akan” yazardı o.
Bu giderilemeyen yalnızlığı içinde sık sık ötekilere, küçük insanlara karışıyordu. Tüneldeki çocuk, sokak satıcısı, ketenhelvacı, kestaneci, garson gibi “küçük adam”larla vakit geçiriyor, onları tanıdıktan sonra öykülerinde kanlı canlı karakterler hâline getiriyordu. Gürsel, onun bu karakterlerin portrelerini çizerken kullandığı yöntemi şöyle açıklıyor: “[…] Balzac ya da Nâzım Hikmet’te olduğu gibi Sait Faik’te de karakterin görünüşü, giyim kuşamı, yüz çizgilerindeki ayrıntılar, onun iç dünyasını dışa vuran öğelerdir. […] O anda yazarın çektiği fotoğrafı yaşamı hakkında bazı ipuçları veriyordur zaten, gerisini anlatıcının bakış açısından öğreniriz.” Portrelerde kullanılan üslubun öykünün geri kalanından ayrışan bir özelliği olduğu vurgusunu da yapıyor Gürsel: “Yazarın öykülerinin çoğunda, anlatıcının Sait Faik’le özdeşleştiğine tanık oluruz. Onun izlenimleri, duyguları, onun öznel dünyasıyla tanışırız. Oysa portrelerinde, bir başka deyişle resmettiği insan manzaralarında, anlatıcının arka planda kaldığı, hatta silindiği görülür.” Demek ki, anlatıcı başka bir insanı anlatmaya odaklandığında kayboluyor, neredeyse ortadan kalkıyor, yok olup gidiyor. “[…] günlük hayatın içinden devşirdiği” karakterlere can verirken kendini bir bakıma öldürüyor.
Bu tavır Gürsel’in Sait Faik’te bulunduğunu gözlemlediği “öz yıkım dürtüsü”nün bir iz düşümü olarak görülebilir belki de. Lüzumsuz Adam öyküsünde, “Bineyim bir Boğaziçi vapuruna, günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.” diyerek yok oluş fantezileri kuran yazarın karakterlerini çizerken kendini sayfadan silmesi tesadüf olmasa gerek. Gürsel bu noktada Dülger Balığının Ölümü öyküsünü alıntılıyor ve Sait Faik’in ölümle ilişkisinin (çoğumuz için olduğu gibi) arzu ile korku arasında uzanan bir eksende gidip geldiğini gösteriyor: “İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.”
Sait Faik, tedavi için gittiği Paris’te sadece beş gün kalıp apar topar geri döndükten kısa bir süre sonra yaşamını yitirdi. Gürsel’e göre yazar bu geri dönüşle ölümden kaçmayı amaçlıyor, ancak Paris’ten kaçmakla aslında kendini sirozun kucağına bırakmış oluyordu. Ölümünün asıl nedeni ise, “Tutkuyla bağlandığı, bir türlü vazgeçemediği, toplumun ahlak dışı saydığı bir aşk”tı. Kalinikhta adlı öyküsünde, “Sen Yanaki! Dostların en koyusu! Arkadaşların içinde ölümden önce en sonuncusu! […] Seni düşünüyorum Yanaki.” diye seslendiği, ancak umduğu karşılığı vermeyen Rum delikanlısına duyduğu aşk.
“Bir insanı sevmekle başlar her şey,” Sait Faik’in en sık alıntılanan cümlelerinden biridir. Nedim Gürsel, yazarın, “Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor,” diye devam ettiğini hatırlatıyor okuyucuya. Başında ensesine doğru indirdiği şapkası, yanında köpeği ve yüzünde sevecen bir gülümsemeyle çok sık karşımıza çıkan fotoğrafında görünenin ardında yatan, çaresi bir türlü bulunamayan yalnızlığı anlatıyor.
Sait Faik insanları oldukları gibi sevmeyi bilmişti, öykülerini bu kabul edişin izleğinde yazdı. Nedim Gürsel de çizdiği portreyle bizi Sait Faik’i şimdiye kadar gör(e)mediğimiz hâliyle, belki de olduğu gibi görmeye davet ediyor.