Burak Fidan kimdir?
İzmir'de doğdu, lise ve üniversite yıllarını İzmir'de geçirdi, kamu yönetimini bitirdi, öğrencilik yıllarında da bir sürü iş yaptı, korsan filmcilik, işportacılık, kitapçılık, eczacılık, kuryelik, garsonluk, balıkçılık vs... Şair olarak ilk Ece Ayhan'ı tanıdı, İzmir Gürçeşme huzurevinde, her gün yanına giderdi, Ece Ayhan yarı felçliydi ama konuşabiliyordu. Sonra bir tesadüf eseri Lale Müldür’le tanıştı, atladı İstanbul’a geldi, burada yaşayacağını bilmiyordu, baktı güzel istanbul, ilginç tipler, kalayım dedi. Lale'yi çok ama çok seviyordu zaten, derken Orhan Duru, Az Roman. Burak hayat nereye akıyorsa oraya akıyordu, ona yazar asistanı dediler, aslında asistanlık yapmıyordu, ama bir titre ihtiyaç vardı. Orhan Duru'yla birlikte 50 Kuşağıyla da tanışmaya başladı, sonra da Ferit Edgü'yle çalışmaya. Aynı anda herkesle çalışıyordu, Yüksel Arslan'la Tezer Özlü'yle mektuplaşmalarını hazırladı Ferit Edgü'nün, kitaplarının da editörlüğünü yapıyordu, ardından aynı şekilde Demir Özlü'yle de çalışmaya başladı, Özlü'nün de editörü oldu, Ahmet Güntan'la da tanıştı ve onunla da çalışmaya başladı, Mustafa Irgat geride bıraktıkları yapıtları birlikte yayıma hazırlamak üzere. askere gitti, gelince de Edebi Şeyler'i kurdu arkadaşlarıyla, şimdi de Raskol’un Baltası’nı…
Burak Fidan’a Sorular
Haydar Ergülen: Lale Müldür’le uzun bir süre çalıştıktan sonra seni Sezer ve Orhan Duru’nun yanında gördük, Orhan Duru’nun asistanlığını yapmaya başlıyorsun bu kez. Bundan söz edelim. Bu nasıl oldu, nasıl ilerledi?
Orhan Duru'yla tanıştığımda bir asistana ihtiyacı olduğunu anladım. Ama bu yazar-asistan ilişkisi gibi başlamadı. Bir dostluk ilişkisiydi. Birden kendimi Orhan Duru'nun asistanı olarak buldum.
Orhan Duru’nun vefatından sonra da çeşitli yazılarını kitaplaştırdın, yayıma hazırladın, hem bunlardan söz edelim hem de özellikle son günlerde yayımlanan ve çok ilgi gören, benim de zevkle okuduğum bir roman bu arada, Az Roman’ı birlikte nasıl yazdığınızı da anlatır mısın? Nasıl bir süreç oldu, ne kadar zamanda yazdınız?
Orhan Duru'nun ardından, Roman Medyadan Önce Gelir başlığıyla bir kitap hazırladım. Kitaplarına girmemiş yazılarından bir derlemeydi bu. Biliyorsun, Duru 1950 kuşağı yazarlarından. Bu kitap, o dönemin portresini ortaya çıkarmak açısından çok önemliydi. Bir yandansa, Orhan Duru'nun gezi yazılarıyla, denemeleriyle, yazar portreleri ve okuduğu kitaplardan izlenimleriyle yazarlığının portresini de ortaya koymaya çalıştım. Az Roman ise ortak bir çalışmanın ürünü sayılamaz. Roman tamamen Orhan Duru'nundur. Ben Orhan Duru'nun yazma sürecinde sürükleniyordum sadece. 3 yıl gibi bir süreydi bu.
Tabii bu arada Edebi Şeyler yayınevini kurdunuz. Yayınevinin 160. Kilometre şiir dizisi, hem tasarımlarıyla hem şairleriyle dikkat çekici şiir kitapları ve poetik kitaplar yayımladı, yayımlamaya devam ediyorsunuz. Bunlar sürerken de Raskol’un Baltası geldi. Hem 160. Kilometre hem de Raskol’un Baltası. Çok farklı iki dizi adı, ne anlama geliyorlar ve bu adları nasıl belirlediniz?
Edebi Şeyler yayınevinin dört kurucusu var: Ahmet Güntan, Ali Özgür Özkarcı, Ömer Şişman ve ben. 160. Kilometre Ali Özgür Özkarcı'nın ve Ömer Şişman'ın editörlüğünde faaliyet gösteriyor. Arkadaşlarımın poetik anlayışlarının ve daha önceki çalışmalarının bir uzantısı olarak. Adını Nâzım Hikmet'in "Nikbinlik" şiirinden alıyor. Raskol'un Baltası ise anlatı dizimiz. Raskolnikov bugünün dünyasında yaşasaydı baltasını nereye vururdu diye sorarken bulduğumuz bir yayın dizisi.
Bu yayınevleri için kitapları nasıl seçiyorsunuz, gerek bu yayınevleri için gerek başka yeni projeleriniz neler?
Her iki dizinin de yayın anlayışları ortada. Her iki dizi de ağırlıklı olarak genç yazarlarını ve şairlerini arıyor. Yaptığımız yayıncılığın etkisini görüyoruz, ilgi yoğun. Bize dosyalarını gönderen yazar ve şairler çoğunlukla ne yapmaya çalıştığımızı görüyorlar, sonuçta bir yayın programıyla hareket ediyoruz. Bu iki dizinin dışında başka yayın dizileri ve başka disiplinlerle de ilgili projelerimiz var. Çok yakında hep beraber göreceğiz.
Lale Müldür’e Sorular
Lale Müldür, Altın Portakal Şiir Ödülü'nü aldıktan sonra (Mart 2007)
Ödülden başlayalım. Sen yakınlarda çok önemli bir ödül aldın. Altın Portakal Ödülü. Ondan daha önce de bir ödül aldın, ne ödülüydü bu?
Şişli Terakki bir ödül verdi.
Sen ordaki şiir yarışmasında da onur konuğusun. Öyle mi?
Evet. Öyle adlandırıyorlar. Biz de gelip senin hakkında konuşmalar yapacağız. Ben senin bir yıldız olduğunu söyleyeceğim.
Çok güzel canım. Aferin.
Peki Altın Portakal Ödülü?
O da bilinmedik bir zamanda geldi. Doğan Hızlan telefon açıp ödül kazandığımı söyledi. Ama nerede kazandığımı söylemedi, ben de sormadım. Ortaya sonra çıktı Altın Portakal olduğu.
Ne düşündün ödül alınca?
Geç kaldıklarını ama hak ettiğimi düşündüm.
Ben de Necatigil Ödülü'nü 40 yaşında almıştım.
40 yaşında geç tabii yine de.
Gerek 'Bizansiyya' romanıyla gerekse Altın Portakal'la ilgili pek çok söyleşi, yazı çıkıyor bu günlerde gazetelerde, dergilerde. Onların bir tanesinde ödül almanın seni üzdüğünü söylüyordun. Yani geç kaldığı için mi üzüldün?
Üzülmedim. Ne sevindim ne üzüldüm yani senin anlayacağın.
Gazeteciler öyle mi yazmış?
Sevindim tabii canım niye sevinmeyeyim. Sevindim tabii.
Bir konuşmada 'Ultrazon'da Ultrason'un belki de son şiir kitabın olacağını söylüyorsun. Niye?
Evet. Artık şiir yazmak istemiyorum.
Neden?
Bir yere varamadım şiirle.
Daha nereye varacaksın? Bak ödül bile aldın.
Parasal açıdan diyorum ben.
Neyse bunu geçelim o zaman.
Ben söylerim gerçekleri ama.
Sonra hiç şiir yazmadın mı?
Yazdım. Duruyorlar.
Ama yayımlamayacaksın.
Felsefi Türkçe şiirlerim var.
Evet ona birkaç yerde rastladım. Artık felsefi şeyler yazmak istiyorum diyorsun. Ama zaten felsefi metinler de yazıyorsun.
Yazıyorum tabii. Ama gerçek felsefe yok. Gerçek felsefi şiirler yok, göreceksin sen de.
'Haller Leyla' kitabında da zaten şairlerin yaptığı türden felsefe yapıyorsun.
Tam felsefe yaptım mı hiç?
Romanda yapıyorsun ama.
Yaptım ama tam felsefi şiirler diyorum ben sana.
Peki yarı otobiyografik romanın 'Bizansiyya'da tasavvufun da izleri var, felsefi okumalarının da...
Tabii vizyonları bile anlamıyorlar.
Vizyon nedir, gündüz gözüyle görülen rüya mı?
Gündüz görülen rüya değil. Gündüz görülen film gibi görüyorsun.
Peki bu kitaptaki tasavvuf öğeler ya da mistik tecrübeler, yazacağın felsefi yazılara giriş sayılabilir mi?
Bu romanla ilgili bir şey çıkmayacak artık. Güvenebilirsiniz bana. Bu roman burada biter arkadaş gerisi yok.
Bu roman çeşitli biçimlerde okunuyormuş, ben de bunu hem arkadaşım olduğun, hem de hayran olduğum bir şair olduğun için bir şairin romanı olarak okudum...
Estağfurullah. Sen de büyük şairsin.
Sen benden büyüksün ama.
Bunu yazın mutlaka. 'Sen benden büyüksün'.
Diyorlar ki bu romanı ancak Lale Müldür yazabilirdi. Ben de katılıyorum bu görüşe.
Tabii ancak benden çıkardı böyle şeyler. Başka kimse yazamaz.
Dünyada bile yoktur böyle bir şey.
Niye?
Çünkü vizyonlarım özel. Özel vizyonlarım var.
Ne var mesela bu kitapta özel vizyonlarından?
Bana sorma. Vizyonu anlayan anlar. Anlamayanlar gelmesin yanıma.
Peki buna bir düzyazı şiir diyebilir miyiz?
Diyebiliriz ama roman daha çok. Sizin elbirliğiyle yapmaya çalıştığınız şey roman olduğunu inkâr etmek. Bütün yazarlar, romancılar, ressamlar bir roman yazmak için 15 yıl çekmiş. Gerçek roman öyle yazılır arkadaş. Roman dediğin öyle bir şeydir.
Ben pek roman sevmem doğrusu.
Sevmezsin tabii sevmezsin. Ama benimkini sevmek durumundasın.
Seninkini sevdim. Hem zaten şair arkadaşların romanlarını okumaktan başka romanlara da sıra gelmiyor. Nedir bu roman merakı şairlerde? Gençlerde, bizim kuşakta...
Roman yazıp para kazanıyoruz.
Bundan para kazanacağını mı sanıyorsun?
Tabii ki.
Ahmet Güntan, Radikal İki'deki yazısında genç şairlere 'Bırakın şiiri, romana geçin diye söylendiğini yazıyordu...
Ben değilim o. Ben direkt muhasebeye geçin diyorum.
Neyin muhasebesi?
Hayatın muhasebesi.
Çok mu paragöz oldun?
Paragözüm tabii. Kaç yıl çalıştığım şeyden 2 bin lira mı alacağım, söyle?
Romanda dediğin gibi, İstanbul'da garip şeyler olduğu için mi 15 yılda yazdın kitabı? Ne gariplikler oldu bu sırada, bahsetsene.
Ne diye bahsedeyim yahu. Ben gariplikler kraliçesi miyim?Ben normalim. Normal bir kraliçeyim.
Peki. Ahmet Güntan 'Bizansiyya' üstüne kendi kendine konuşurken Radikal İki'de, 'Bizansiyya'nın gücünü Lale Müldür'ün şairliğinden aldığını söylüyor. Bunun gerisinde ise Ahmet'e göre senin muğlak alanlarda uzun yıllar dolaşarak edindiğin bir deneyim var...
Söyleyin nedir muğlak? Belirsiz değil mi? Belirsiz alanlarda epey dolaştım yıllarca.
Nerelerde dolaştın?
Bahçelerde dolaştım.
Peki bundan sonra bir roman daha yazacak mısın? Madem şiiri bırakıyorsun...
Bir roman daha yazacağım. Konusunu araştırıyorum günlerdir. Dinlenme halindeyim. Kesinlikle televizyon izliyorum. Romanı da düşünüyorum, konusunu. Buldum gibi de bir şey.
Ben bu romanı okuyunca Ece Ayhan'ın 97'de yayımlanan 'Mor Requiem' romanını hatırladım. Çünkü yapı olarak andırıyor.
Okumadım Ece Ayhan'ın romanını.
Hayır zaten etkilendiğini düşünmedim. Ahbabımız olduğu için, o da parçalı bulutlu bir romandı. Tek romanıydı. Nedense bunun senin tek romanın olacağını düşündüm.
İstiyorsunuz yazamayayım diye. Yazacağım işte hepinizi sinir etmek için. Hep öyle düşünüyorlar tabii. Romancı olmayayım da ne olursam olayım. Onların tek derdi o.
Bence de romancı olma, ne gerek var, zaten büyük şairsin...
Şair romancıyım ben. İkisinden de üstteyim. Fransızların yaptığı gibi. Onlar da romanı benim gibi görüyorlar.
Şiirden geldin, romanı da yazdın. Bütün kodları çözdün mü gerçekten?
Çözmedim. O bildik cümlem benim. Bir hayli çözdük diyebiliriz. İnşallah.
Sana şimdi de Seyhan Erözçelik'in ilettiği bir soruyu sorayım. Diyor ki: 'Bizansiyya' İstanbul oldu ama değişen bir şey yok. Eskiden Bizantium'du, sonra Konstantinopolis oldu, Kostantiniyye oldu. Osmanlı paralarında bu ad son senelerine kadar geçer. Ama bir gazete 80'lerin sonunda adı sırf 'Kostantiniyye' diye mahkemelere düşmüştü. Bu nasıl bir şey? Biz ikiyüzlü müyüz, unutkan mıyız, yoksa hıyar mıyız?
Bugün Bizansiyya İstanbul'dur evet. İstanbul Bizansiyya'dır ya da. Gerçekleri yazmaktan daha hayret verici ne vardır? Ama o gazete için diyorsa, o yapılan ikiyüzlülük tabii, aynı zamanda da cahil halktan kaynaklanır. Esas halktan bahsetmiyorum ama. Taş yiyen kadın varmış. Böyle Anadolulara diyecek lafım yok, bizden daha ilerideler belki de. Ama bu romancıların el attıkları Anadolu hikâyesine de inanmıyorum ya da televizyonların sürekli gösterdiği Anadolu, Anadolu değildir. Yozlaşmış bir şeydir. O Anadolu değildir. O açıdan Anadolu'dan önce geliriz tabii. Biraz da cahil olan biziz orda.
İkiyüzlüyüz yani.
İkiyüzlü değiliz belki ama bir şeylerin de farkında değiliz.
Bir de yayımlanır yayımlanmaz tükenen ya da kaybolan kitabından söz edelim, 'Haller Leyla'dan, biraz da 'Haller Lale' demek mi o?
Kaybolmuş evet ama herkes de biliyor 'Haller Leyla'nın ne demek olduğunu. Artık yazmıyorum. İhtiyacım yok. O defteri kapattım. Şiir de zor gelir bundan sonra söyleyeyim sana...
Roman daha mı kolay?
Roman daha kolay. Şiir-roman zor, ama roman çok kolay.
Bana da şiir-roman zor geliyor.
İyi, bunu itiraf etmene sevindim.
Tabii canım bunu hep söylerim.
Şimdi en gizli sorunu sor bakalım.
Sen bu ülkeden gitmek mi istiyorsun?
Hafif gitmek istiyorum tabii...
Niye?
Sıktınız çünkü beni.
Şairlerden mi sıkıldın yoksa halktan mı?
Her şeyden sıkıldım.
E nereye gideceksin? Dönüp, dolaşıp yine buraya geleceksin.
Öyle ama belki de kocamla yeniden evleneceğim.
O evlendi ama değil mi?
Evlenmedi. Bıraktı da kızı. Beni bekliyor yani.
Gelmiyor mu Türkiye'ye?
Gelecek bu Paskalya'da...
Bazen gençlerden sıkıldığını söylüyorsun, bazen de seni bir tek onların anladığını söylüyorsun...
İyi gençler var. Uygur var mesela şiirde. Yapı Kredi kitaplarının unuttuğu bir şairdir mesela o. Gerçek bir şairi unutmuştur. Bir aşk şiirleri var müthiş. Donat vardı, Adnan vardı... Gitti onlar, bıraktılar şiiri.
Peki yeniler arasında böyle ilgini çeken yok mu?
Takip etmiyorum.
Onlar seni takip ediyorlar ama.
Edecekler tabi. Ben onların ustasıyım. Çok muyuz acaba?
Ne bileyim 9-10 tane vardır...
O kadar yok. Gerçek şiirden bahsediyoruz biz.
Peki yazmasan matematikçi olur muydun?
Saçma sorular.
Matematikçi olmak istiyordun ama, öyle değil mi?
Hâlâ da olmak istiyorum. Vazgeçtim beyin kanamamdan sonra, hem artık nerede matematik öğrenecek kafa bende? O yüzden felsefeye döktüm işi.
Bence şiiri matematik niyetine, romanı da felsefe niyetine yazdın.
Evet.
Böyle küçük kurnazlıkların da vardır.
Yaptım tabii. Şiirimde felsefe yoktur ne demek, kim iddia edebilir bunu?
Hayır var felsefe, ama daha çok romana uygun gördüm bunu... Lale, 15 yılda romanı yazdın, şiirlerinle de ödül kazandın. Şiirinle bir de Nobel kazanmanı dilerim...
Nobel'i isterim ben. Parası bol olan ödülü isterim. Altın Portakal'da para yok. Onu söyleyeyim.
Hiçbirinde yok ki doğru dürüst...
Yok tabii. Nobel'e adayım ama.
Lale, romanla şiirin arasına kurulmuş bir mahya gibi...
Tabii. Sen şimdi dök bakalım kıskançlığını.
Hayır seni şiir yazmaya teşvik ediyorum. İmge arkadaşlığı yapıyorum sana!
Ben her kitabımdan sonra bir daha yazmayacağım derim. Onu unutmuşsun röportajlarda yakalamayı...
Doğru.
Bana soru soruyorlar gizlerimi elde etmek için. Roman yazdım daha hâlâ soru soruyorlar. Ne yapayım ben daha bu adamlara yahu, kendilerine gelmeleri için.
O zaman söyleşilere gelme.
Söyleşilere geliyorum. Düzgün soru soran olabilir diye. Sen soramadın. Romanın içinden bir şey sorabilen var mı? İyi bir sorunuz yoksa boşuna gelmeyin. Güzel bir söyleşi oldu, birebir.
O zaman romanı bir daha okuyayım da, daha güzel sorularla geleyim! 'Ultrazon'da Ultrason' için bu son kitabın diyorsun.
Son kitabım tabii. Yeni kitabım daima yenidir benim. Yeni bir şey bulmadan çıkmam ben ortaya bildiğin gibi. O anlamda son şiirler. Her seferinde kaç defa yineleyeceğim ben bunu. Artık bir kitap çıkardığım zaman onun son olduğunu düşünmeme alışmalısınız. Bütün gerçek şairler de öyle düşünüyor zaten. Bunu ancak Lale Müldür yazabilir diyen çok. Ama niye yazmışım ondan bahseden yok.
Niye yazmışsın?
Onu ben açıklamayacağım. Onu ben romanımda açıkladım. Sizler konuşun artık o konuda.
Biraz Burak konuşsun o konuda.
Konuşsun bakalım. Ne diyorsun haksız mıyım, haklıyım tabii...
Burak Fidan (Lale Müldür'ün asistanı): Bu romanı anlayabilmek için bütün şiirlerine baştan aşağı bakmak gerekiyor. Şiirindeki bilinmeyen kavramlar kodlanmış bir şekilde romanın içine dahil oldu.
L.M: Doğru evet.
H.E: Yani bir tek bu kitabı okuyarak Lale hakkında bilgi sahibi olunamıyor...
B.F: Yani evet. Bir de bir kırılma noktası var ve o kırılma noktasından sonra böyle bir roman 15 yıldan beri yazılıyor yani. Kitabın ilk 30 sayfasında kırılma noktasının nerede olduğu ortaya çıkıyor. O vizyonun neden görüldüğü tek cümlede tam olarak anlaşılabiliyor. Ama bu nedir söyleyemem Lale Müldür sözlüğünde yazacağım onu.
H.E: Bu konuyu açtın mı Lale'ye?
L.M: Açmadı, ne var, ne bulmaya çalışıyorsun şimdi?
H.E: Sen buna izin verecek misin?
L.M: Veriyorum tabii. Ne diye izin vermeyecekmişim? Her şeyi, her istediğini açıklayabilir.
B.F: Şöyle bir cümlede yatıyor her şey 'Ben bir peygambere âşık olduğum için her şey çığ gibi başıma düştü.' Yani bunu düşündükten sonra romanı okuyup anlamak gerekiyor.
L.M: Hadi güzel bir şey söyle.
H.E: Lale'yi peygamberler seviyor.
L.M: Büyük konuşmayalım. İnşallah diyelim.