2002 yılının Haziran’ı. Göz alabildiğine Kuzey’deyiz. İsveç’teyiz. Başkentten, Stockholm’den dünyaya bakıyoruz. Her şey olması gerektiği gibi diye düşünüyoruz.
Geceyle buluşamıyoruz bir türlü. Islanıyoruz, üşüyoruz. “Hus”lar, “Gatan”lar geçiyoruz; dar sokaklar bizi bırakmıyor. Tedirgin olacağımıza, sonsuz bir güvenlik duygusuyla iç içeyiz. Bir pub sandalyesinde belki de bu dünyadan kendi isteğiyle ayrılmış birinin yerine geçici olarak bakıyoruz.
Göğün laciverdinin aksine, evlerin sarısı bizi yalnız bırakmıyor. Renk skalasının tam ortasında, gök ile yerin arasında, Tanrısal olanla gündelik olanın terkisinde yaşamı düşünüyoruz. İyi ki arada teknelerle taçlandırılmış liman ve bir plasenta gibi bizi kucaklayan deniz var. Annelerimizi unutmuş, sanki bu dünyaya bir başına gelmiş gibi bir duyguyla doluyoruz. Var oluşumuz özümüzü bir kez daha tekmeliyor. Sanki bir daha eve hiç dönmeyecekmişiz gibi hissediyoruz kendimizi.
TRT adına sanat yönetmeni ve fotoğrafçı olarak görevli gittiğim “Güzergâh Edebiyat” belgeselinin Demir Özlü bölümü çekimi için Stockholm’deyiz. Sokakları dolaşıyoruz; bizim Prens Adaları’na benzeyen adalara gidiyoruz. Daha az insan, daha çok özgürlük alanı. Ne at pisliği kokuyor, ne dümbelekler eşliğinde göbek atanlar var. İstanbul’unkiyle Stockholm’un yazı, birbirleriyle sonsuzda bile asla kesişmiyor.
Demir Özlü bir yandan bize kendi özel tarihini anlatıyor, bir yandan da bu coğrafyanın geçmişini. Çekimin bir kısmını İlhan Koman’ın Leonardo heykelinin dibinde yapıyoruz. Ardından Koman’ın suda demirli teknesinin hayaline bakıyoruz hep birlikte. Su başında durmuşuz; bir Nâzım Hikmet şiirindeyiz sanki hepimiz, bir kedi eksik. Sanki biz film yapmıyoruz da, birileri bizi filme çekiyor gibi. Yönetmenimiz, yazarımız, kameraman arkadaşlar hepimiz sanki haritalarda koordinatları işaretlenmemiş bir dünyanın içindeyiz.
Şehrin sokak aralarında gezinirken, birden Demir Özlü elini kaldırıyor, bir binanın üst katını göstererek “Tuncel Kurtiz de burada otururdu” diyor ve başlıyor anılarını anlatmaya… Ve sanki o an ben Tuncel Kurtiz’i pencereden bakarken görüyorum.
…………………………………………..
2013 yılının Eylül’ü. Metronun, İTÜ Maslak istasyonundayım ve
belediye haberlerini sessizce veren tek-taraflı ekranda, ana arterlerin trafik yoğunluğu bilgilerinden hemen sonra doğrucu Davut Tuncel Kurtiz’in ölüm haberini, benim bir kez bile izlemediğim Ezel dizisindeki adını anarak “Ekranların Ramiz Dayısı artık yok” başlığıyla görüyorum.
Ben Ezel’i bilmem; Ramiz Dayı kimdir bende karşılığı yoktur. Ama bildiklerim vardır. Sürgünlüğünü bilirim Kurtiz’in İsveç’te, Almanya’da, Fransa’da geçirdiği yıllarını. Yılmaz Güney’in sonuna kadar yanında olduğunu. Özgürlük, insanlık ve onurlu bir yaşam için hepimizin adına mücadele eden bir devrimci olduğunu.
Ben; Sürü’yü, Umut’u ve Duvar’ı bilirim.
Tunç Okan’ın Otobüsü’nde, Erden Kıral’ın Kanal’ında onu bilirim.
Hasanlar’ın hiçbirinin gül olmadığı günümüzde, senaryosunu yazdığı, yönettiği, bir de oynadığı Gül Hasan’ı bilirim.
Yine senaryosunu yazdığı, Orhan Kemal’e yeniden can verdiği, Bereketli Topraklar Üzerinde filmi hafızamdan çıkmaz. Gidememiş olsam da yurt içinde ve yurt dışında oynadığı oyunları; yolunun sonunda hep Bedreddin’e çıktığını bilirim.
Tıpkı eskiden olduğu gibi en sevdiğim Nâzım Hikmet şiiriyle Kurtiz’in sesini eşleyip, kendimi Stockholm’un kararmayan göğü ile çarşaflı Arap turistlerle dümbelekli gençlerin uyum içinde Adalar’a gittiği vapurda düşlüyorum. İşte bu karmaşanın içinden başarıyla sıyrılan Tuncel Kurtiz’i, yani bu çelik kanatlı kuşu lacivert gökte T.K. 77 sefer sayılı uçuşuyla sonsuzluğa uğurluyorum.
Kaza diye bir şey yoktur. Her şey olması gerektiği gibidir. Ölüm bir simülasyondur; ya da evrenin bize zamanı geldiğinde biçtiği rol, belki de bir süre verilen sessiz kalma ödülüdür. Tuncel Kurtiz, keskin hatlarla ve net yaşadı kendisine verilen süreyi. Tek olmaktansa, bir bütünün parçası olmayı yeğledi. Stockholm’deki penceresinden baktığı göğe, 2013 Eylül’ünde de aynı şekilde bakıyor. Belki bundan sonra ben de inadımı kırıp, bir b/ölüm de olsa Ezel’i seyrederim.
Bulutlar yüklü, yağmur geliyor galiba.
Geçiyor önümüzden bir Eylül daha.
Sahi, sanatçıların öldüğü görülmüş müdür?
Anısına saygıyla.
Fotoğraflar için Emre Mollaoğlu’na (Kırk Haramiler) çok teşekkür ederiz.