"Gönlüm ferahlık içinde attım taşları aksime, seni dalga dalga yaydım suya. İkizimi dudağından öpebilmek için eğildim onca..." Okurla ilk kez buluşan bir öykü...
Tanrısız Uluyanlara
Cusco’dan otobüse binip Poroy’dan Aguas Calientes’e varabilmek için trene aktarma yaptığımızda henüz bileğini burkmamıştı. Kompartımanın yüksek basamağına takılıp yüz üstü kapaklandığında ona doğru koşup çenesini kolumun içiyle tutmuş fakat dizlerinin berelenmesine, sağ ayak bileğinin dönmesine mani olamamıştım. İstasyonda bulabildiğimiz çaputa benzer bezlerle dizini sarıp tuhaf kokulu kremden bolca sürmüştük kanayıp şişen yerlerine. Yaklaşık yüz kilometre süren yol boyunca acısını hissetmemek için uyumuş, ipince gerilen dudaklarını istemsizce ısırarak omzuma başını düşürmüştü. Beraber tırmanmak istediğimiz o kadim basamaklara gelmeden yaşadığımız bu aksiliğin sebebini çevirip duruyordum kafamda; belli ki tepeye tırmanamayacaktı. Onu Aguas Calientes’te bir başına bırakıp benim yalnız gitmem gerekiyordu, ya da ömrümüzün en ulaşılmaz düşü olan Machu Picchu’dan vazgeçip onunla beraber ayağı geçene kadar konaklayacak, sonra büyük ihtimalle gerisin geri Lima’ya dönecektik. Kaplumbağa hızında seyreden trenin camından bir damla ter aktı, döndüm, alnı ateşler içindeydi.
Bizi birbirimize bağlayan sırrı bundan otuz yıl önce keşfedip unutmuştuk. Çocukluğun derin sularında, ikimizin de aklında zaman zaman yanıp sönen, geldiği yere geri göndermek için çabaladığımız, hatırlayanın bir diğerine asla söylemediği sahneler bütününden ibaretti bu sır. O zamanki yamyamlığımızla hunharca muamele ettiğimiz bedenlerimizi sahici bir dostluğa kenetlemiştik. El ele tutuşturulup yollandığımız ilkokulun fişlerinden ayırıp kelimeler türetirken, ortada çiçeğin üreme organından insanınkine geçildiğinde kıkırdarken, lisede bir diğeri farkında değilken aynı oğlanı severken, aynı fakültenin farklı sınıflarında birbirimize küçük notlar yazıp ders aralarında renkli kağıtları avcumuza sıkıştırırken yüzümün yanında yüzü vardı. Yalan yere ağlamalarımın, dergilere yazdığımız mektuplara gelen aşk dolu cevapların, yepyeni bir müziğin abartılı tekrarlarının ardında eli vardı, benim için kesmeyi deli gibi istediği ama bana söyleyemediği. İzlediğimiz filmlerin, en çok da Huckleberry ile Tom Sawyer’dan etkilenip kan kardeşliğin aramızdaki tek eksik olduğunu düşündüğünü bilirdim. Cesaret edemez de değildi, yara berelerle doluydu eti, gözü karaydı, tırmanmada, atlamada, sonunda hinlik çıkacak her delikte ayak izi vardı da bir türlü teklif edememişti işte bana. Ben de yıllar boyu çıkarmadığım sesimi, bir yaştan sonra çıkarmayı gururuma mı yedirememiştim yoksa asıl korkan ben miydim, hatırımda cansız duygular vardı. Kan kardeşlikten öte bizimkisi deyip ayrı ayrı avuturduk belli ki kendimizi. Ondan önce sırrımız var.
Fakültenin ikinci senesinden sonra iyiden iyiye ayrılan derslerimizin de tesiriyle, daha az görür olmuştuk birbirimizi. Saatlerimiz, ritmimiz çoğu zaman uygunsuz düşüyordu. O döküm atölyesinin tozlu zeminine çöküp saatlerce yoğurduğu çamurun tadını ağzına çalmıştı, bronza geçmek için yiyip bitiriyordu kendini. Bazen herkes sınıftan çıktıktan sonra, kapının aralığında durup onu izliyordum. Zapt edemediği sarı saçlarının gelişigüzel toplandıkları kalemin önünden arkasından perçemlere ayrılıp gözlerine düştüğünde, onları üfleyip alnının gerisine göndermesinden hoşlanıyordum. Önlüğünden üstüne başına bulaştırdığı çamurun tırnak diplerindeki tadını düşlerken aynı havuzda gözüne kum attığım kusursuz yavrunun böyle canla başla çalışmasında tanrılara sunulan kurbanın ölmeden önceki bembeyaz güzelliği vardı. Kimi zaman mermer tozları kaşlarını, kirpiklerini kemiksi bir kavkıyla sarardı, günün son ışığı yüzünden çekilene dek onu izlerdim, Artemis mi Afrodit mi olduğuna karar veremeden. O doğmadan önce başını yasladığı rahme konup ellerimle gözümün direğine nasıl oturmasını istersem öyle, şekillendirmiştim onu. Gönlüm ferahlık istediğinde bakıp nefese doymak için parmaklarımı göz çukurlarına gömsem bunca.
Farkında olmadan sürekli ona benzeyen figürler çizdiğimi fark etmemiştim bile. Sene sonu bitirme ödevlerinde, izleğim ne olursa olsun, desenin içine ya burnunu ya dudağının kıvrımını koymuşum, natürmortlarda bile bir elmanın ya da titrek mum alevinin gölgesinde bel kıvrımını, gülünce gerilen boyun kaslarını işlemişim. Resmin içinde Rus anasından aldığı dev boyu küçürek, Trabzonlu babasından aldığı kancalı burnu kanatlara açılır, ikisinden devşirdiği mavi hareli gözleri benim ırmağımda boğulurken, saçlarına fırçanın ucuyla iliştirdiğim bir çiçekle ayırdına vardım. Ophelia’mdı benim. Ben onun peşinden elimi boyaya, yağlara, tinerlere daldırmıştım.
Aguas Calientes’te pis bir motele yerleştik, sırt çantalarımızı odaya taşıyıp ayağının altına yastıklar koydum. Sıcaktan mı acıdan mı terlediğini anlayamadım, dudaklarım sebebin ateş olduğunu söyledi. Endişelendim. Gerek olmadığını söylemesine rağmen çıktım, doktoru nasıl bulabileceğimi sordum resepsiyondaki kadına. Cusco’ya dönmekten başka çare yoktu ama istersek bize tentürdiyot ve temiz bezler verebilirdi. Odaya elimdeki nevaleyle döndüğümde yatakta doğrulmuş, iyi olduğunu ispatlamak istercesine eline haritayı almıştı.
“25 kilometre tırmanılacak,” diye mırıldandı. Yanına ilişip:
“Bu ayakla nereye?” diye sordum.
“Sabaha bir şey kalmaz,” derken öylesine emindi ki kendinden, karşı çıkamadım. Sabaha duruma karar vereceğimizi söyleyip nemlenmiş çarşaflara uzandım. Uyandığımda bıraktığım şekilde yatıyordu, ayağını sardığım bezleri çıkarınca tarak kemiğinin derisini delip fırladığını gördüğümde kopardığım çığlığa uyandı. Yaradan akan tentürdiyotla turunculaşmış sıvıya, kemiğin çevresindeki yeşermiş morluğa bakıp ayağını dizinden oynatınca can havliyle yumruğunu ağzına bastırdı, yine de inlemesi yaktı yüreğimi.
“Geri dönüyoruz,” dedim. “Bu şekilde olmaz, araba bulacağım ben.”
“Sakin ol,” derken kırık kemiğinin başına dikmişti gözlerini. “Buraya kadar geldik, ben çıkamasam da senin çıkman lazım.”
Yarayı bu kez daha dikkatlice dezenfekte edip sardım, rengi atmıştı biraz daha. İçim içimi yiyordu. Üstümdeki atleti değiştirirken araba bulacağımı yeniden söyledim. Beni yanına çağırdı. Çenemden tutup acısının dayanılmayacak bir acı olmadığını, bir gece daha bu şekilde yatabileceğini, üstüne basmadığı sürece ayağının bekleyebileceğini anlattı. O basamakları çıkmalıydım, ortak bir hayali gerçekleştirmek için, sonra dönüp gördüklerimi ona anlatabilmek için, bunca para biriktirmenin ve beklemenin boşuna olmadığını kanıtlamak için. Böyle ikna ederdi beni işte, çenemden okşaya okşaya, o koca dev anasını gözlerini perçinleyip ruhuma, he dedirtirdi olur olmadık her şeye.
Çantamı içindeki ağır eşyayı bırakıp sırtlandım. Resepsiyondaki kadını onu iki saatte bir kontrol etmesi için tembihledim. Çıktım.
İlk kim söylemişti, neden söylemişti, bir film mi izlemiştik de takmıştık aklımıza bunca bu tepeyi hatırlayamıyordum. Varsa yoksa Macchu Picchu, dilimizden düşmez, biz dillendirdikçe ulaşılması daha zor bir yer gibi görünürdü gözümüze. Antalya’daki yaz kamplarından, arkadaş gruplarıyla Ege’de çıkılan tatillere terfi ettiğimizde, hep aynı şeyi düşünürdük. “Bu yaz buraya gelmeseydik, Macchu Picchu için daha fazla para biriktirebilirdik.” Yine de güneş derimizi yaktı mı o denize kendimizi cos diye atmaktan geri duramazdık.
O ilk karma sergisiyle ismini gençlerin işlerinin kokusunu avcı gibi süren koleksiyonerlerin hafızalarına kazıdığında, ben sokağımdaki lisede resim dersleri veriyordum. Artık kapıda durup izleyemiyordum onu, özlüyor, bunu ona söyleyemiyor, haftada birkaç kez buluştuğumuz ortak noktamızdaki kahveye ondan önce gidip uzaktan gelişini görmek için bekliyordum. Ekru paltosuyla, dizlerini saran çizmeleriyle ya da şifon çiçekli elbiseleriyle kendi rüzgarını sürükleyerek bana doğru yürürken, camın ardından beni gördüğünde yüzüne dağılan gülümsemesinin şiddetini ölçüyordum. Nasıl bir gün geçirmişti? Kaygılarını beraberinde ne kadar taşımıştı? Üşümüş, yorulmuş muydu? Özlemiş miydi beni? Yoksa yılların alışkanlığıyla karşıma oturup günlerinin özetini geçmeyi kanıksadığını kendine itiraf edip beni kırmamak için aynı rutini bir çuval gibi sırtında mı taşıyordu?
Sırrımızdan sonra onu ilk kez, seyahate çıktığını sandığım akşam evine kedisine mama vermeye gittiğimde, çıplak görmüştüm. Derin bir uykudaydı, biletini de hafta sonu gezisini de belli ki başını dayadığı koyun için yakmış, benim gelişimi unutmuştu bile. Sokak kapısından girdiğimde, uzun koridorun sonundaki yatak odasına ortalanmış yatağında bana doğru V şeklinde açık bacak arasından simsiyah derinliğini gördüm. Ötesinde durdum, elimde anahtar, ayaklarıma dolanan kediyi eğilip sevemedim. Dış bükeyindeydim, kayıp gitmiş, yabansı, sıkılganlıkla itilendim. Düğüm gibi değil, bambaşka bir şey oturdu yutağıma, onu öyle görünce koşup örtmeyi istedim bacaklarını. Varlığımı belli etmeden, sessizce. Kımıldayamadım. Zaman, yarı geçirgen bir zar gibi ona daldırdığım kolumu başka bir boyuta taşımıştı da beni bütünüyle emmek için içine çekiyordu; onu en son aynı şekilde yatarken gördüğümde ne kadar küçük olduğunu durmadan tekrarlıyordu zihnim. Yüklemin, zarfın, öznenin yerini değiştirip, cümleyi eğip bükerek, sürekli aynı şeyi. Başı göğe varan kutsal kâsenin önümde yatmış hali, ufacık, pudra kokulu etiyle, dümdüz göğsünün üstünde, ellerini gözlerine tersten kapatmış başını tarak kemiklerine yaslamış, rahatsız. Elinde su bardağıyla üryan, kapının yanındaki mutfaktan çıkan adamın kasıklarına gayri ihtiyarı kilitlendiğimi fark ettiğimde uçan sözcükleri orada bırakıp kapıyı ardımdan çekmiştim. Gidip onu uyandırmış, evine giren yabancıyı anlatmıştı mutlaka, günlerce birbirimizi aramamıştık.
Sonra kırçıllı sesini duymaya hasret açmıştım telefonunu.
İnka Yolu’nu beraber dört gün sürecek bir yürüyüşle aşacaktık. Onsuz kaldığımdan otobüse atladım, göreceğimiz her yerden vazgeçtim. Tepeye çıkmak için tırmanacağım basamakların önünde durduğumda, kusursuz tepelerin, yeşilin, burnumda çağıldayan havanın muhteşemliği üzerine battaniye atılmış ateşten farksızdı benim için. Yüreğimin orta yerinde bir hayale yüklediğim her şeyin, peşinden koştuğum ulaşılmazlığın, kendimi bütünüyle bu topraklara bırakmak arzusunun çoktan, daha otobüsteyken sönüp gittiğini zihnimin içinde yankılar halinde birbiriyle vuruştuğunu duyuyordum. Onun varlığıyla tümlediğim hayatımın iskeletini görebilmek için buraya kadar gelmem gerektiğini tekrarladım kendime. Renkler, tablolar, Louvre’un bel büken koridorlarında geçirdiğimiz saatler, kavrulana dek denizin kenarında geçen günler, eteği, bluzu, ruju, alo deyişi, bana gösterişi hiç bilmediğim sokakları, sürükleyişi beni bilmediğimiz şehirlere, ağzımdan akıtışı şarapları, gözündeki hare biraz daha parlasın, saçı beline olabildiğince değsin, teni hep o pudra kokusunda, pembe, yanımda dursun. Küsüşü, barışması, saklanışı. Yarasını seveyim.
Döndüm. Nemlenen havanın içinde astronot adımlarıyla yürüdüğümü hissediyordum. Patikadan ayrılıp kendimi sarp kayalıkların arasından açılan ağaçların çatı kurduğu bir yola verdim.
Ayak kesen denizkestanem. Her yaz suyun altında. Dalıp derin kum çıkartıp sırtına sürmek için. Sonra elimde yıkamaya yer aranmaya. Tuzlu, kayalıkta. Görmeden, bilip varlığını. Yine de adımımı atıp dikenini içime aldığım. Koca yaprakları dibinden kemiren tırtılım. Her baharda, yağmur düşerken. Uzanıp tazeliği yüzüne sürebilmek için. Sonra elimin tersiyle kurulamaya kirpiklerini. Islak, sağanakta. Görmeden, sanıp seni. Yine de işaret parmağımın üstünden yürüttüğüm. Terk edilmiş evlerin duvarına yapışık salyangozum. Her yağmurdan sonra. Tutup seni içine çekilişini görmek için. Sonra elime sıvılarını salışını. Yapış yapış, karanlıkta. Görmeden, farz edip seni. Yine de ayağımın altında çıt diye ezdiğim.
Yolda ilerledikçe, görmediğim bitişte beni bir ayna karşılasın diye umuyordum. Aksimi görmeliydim artık. Neye benziyordum? Ne renkti saçım? Kaşlarımın düzeni nasıldı? Vücudum şekli nasıl uzanıyordu dikine toprağıma? Gözümün önünde sıkıp bıraktığım ellerim aslında pençelere mi benziyordu, ayaklarımın boyu bedenimi taşımak için yeterince uzun muydu? Yoksa öne doğru kapaklanıp mı yürürdüm ben? Kendimi nasıl tasvir ederdim, esmer, sarışın, kızıl? Armut, elma? Kepçe, şaşı? Neresiydi derimin esneyebileceği en son yer? Dudağımın kenarına taktığım şarkı var mıydı, onu söylerken beğenir miydim kendimi? Ağaçların dalları üzerime üzerime kapanıyordu, kollarım delik deşikti onları kırmaktan. Hınçla ilerliyordum. Bilmediğim bir benin yamacından yuvarlanmak için ayaklarım boşluk arıyordu, yatırıp kendimi ölümsüz kayalıklara, gözümden geçen son kuşlara bakıp öylece kalmak. Ağaçların bittiği yerde yuvarlak bir düzlükte kalakaldım. Aynasız, akissiz. Ciğerimi delen soluğumu toparlamaya çalışırken geçti başımın üstünden. Kırmızıydı, aheste, buhurdanlıktan üflenmiş gibi başıma. Sendeledim, en yakınımdaki ağaca tutundum. Burnumun ucuna halka şeklinde kıvrıldı, beni zorla sürüklenen boğalar gibi çekiştirdi. Başım boynumdan kopmuşçasına boşlukta, dumanı takip ettim.
Kedimdin. Kuyruğuna bağlayıp iplerimi, kendi ardından yuvarlanışını izlerdim. Kulakların dik, kıçını her gördüğünde aynı heyecan, kendine çıkan uzvunun peşinde nefes nefese. Seni apartmanın en üst katından boşluğa bıraktım. Ölmedin. Açık yaralarını sinekler bürüdü, tiksindim senden. Kokutma ortalığı diye arka bahçeye attıklarında seni, ben hiçbir şey söylemedim.
Kaplumbağamdın benim. Fanusundan çıkartıp seni ağzın ardına kadar açılıncaya değin başına bastırırdım. Ellerin ayakların oynaşta, uzattığım yeme aynı acelecilikle saldırır, soluk soluğa. Kabuğuna olanca gücümle bastırdım, kıtırdamanı duydum. Ölmedin. Kırılan yerlerinden sarı kızıl kansı sıvılar aktı, tiksindim senden, yüzgeç şeklindeki ellerinden. Annem seni çöpe attığında mutfağın servis penceresinden baktım, hiçbir şey söylemedim.
Hayvanımdın. Deneyim. Doktorun olup sana soyunup uzanmanı söylediğimde, bacaklarını koca bir V yapıp yüz üstü uzandın yatağıma. Başını ellerinin taraklarına dayadın, şakakların acıdı, yine de hastalığının heyecanıyla müdahalemi bekledin. Elimdeki, geçen ay gittiğimiz piknikten yürüttüğüm sarı plastik çatal bıçakla eğildim üstüne. Olanca gücümle soktum içine ikisini de. Ölmedin. Yaraladığım yerlerinden kanlar aktı, tiksindim senden. Sen ağlarken giydirdim seni, dehşet içindeki ana babana hiçbir şey söylemedim.
Kırmızı dumanın sonunda sırtımı kaplayan korku ve yalnızlıkla haykırdım: “Kimse var mı orada?” ana dilim benden çıkmış, kutsal topraklarda konuşulan her ses bölünmüştü, bambaşka heceler duydum. İçlerinden biri:
“Benim!” demişti sanki. Halkaya takılı iki parmağın doğrultusunda ense kökümdeki acının peşinde yürümeye devam ettim. Yüzüme çarpan dallardan ne hale geldiğimi tahayyül edemeden, topuklarım havada uçarca,
“Neden benden kaçıyorsun?” genizden, kırçıllı. Ağzımı açtım sesim farklı söylediğim aynı, ses neden benden kaçtığını sordum. Burnumdan kanlar fışkırıyordu, dayanamayıp:
“Gel,” dedim. “Birleşelim.”
“Gel,” dedi. “Birleşelim.”
Suya değen ayağımı nasıl geri çektim, nasıl kapaklanmadım akıp giden ırmağa. Gözlerimi açtığımda önce nergisi, sonra kendimi gördüm. Burnumdan sallanan halkadan damlayan kanlar suyu bulandırıyordu, parmak uçlarımla ittim uzağa damlaları. Kırmızı dumanı savdım başımdan. Sırt çantamı yanıma koyup suya eğildim.
Oradaydım. Yıllardır ilkokul sıraların üstünden resim kağıtlarına, tuvallere çizdiğim, çamura şekil verdiğim suretimin dışında durup kendimi izliyordum. Sarışın, beline dek saçları. Dokununca dağılacak pudramsı deri. Badem şeklinde hareli gözlerim varmış. Yüzümde biraz sonra tanrılara kurban edileceğini bilen bembeyaz bir ifade. Dalların daladığı kaşlarım, kirpiklerim bitkisel bir kavkıyla sarılmış, yosunlarla kaplanmıştı, Coniraya mı Cavillaca mı olduğuma karar veremeden, kendime bakıyordum. Senin tohumundan doğurduğum ne varsa, adını anı koyup çakıl taşlarına dönüştürdüm. Gönlüm ferahlık içinde attım taşları aksime, seni dalga dalga yaydım suya. İkizimi dudağından öpebilmek için eğildim onca.
Nergis dibe.
Tanrısız uluyanımdın. Sunağımda, kendime tapındığım, kaçtığım köşelerimden. Döndüğümde ateşler içinde yanan mosmor bacağının yanına yattım hemen. Soyunup. Üstünde ne varsa çıkardım, çevirdim seni, açtım bacaklarını. V. Vücudumu sana eşledim. Yaraladığım yerlerimizden irin ve kan akıyordu.
Kan kardeşimdin.
Görseller: Olja Ryzevski ve Mauricio F. Corridan
Jan Phoenix, Davis Ayer