Defne Suman’la ressam Şirin Saka'nın 100. yaşını kutlamak üzere bir kahvaltı masası etrafında toplanan ailesinin hikâyesi üzerinden kimliklerini saklayanları, aile sırlarını ve büyük bir aşkı anlattığı romanı Kahvaltı Sofrası üzerine sohbet ettik.
Kahvaltı Sofrası dördüncü romanınız. Kitapla ilgili sorulara geçmeden önce bunun nasıl bir his olduğunu sormak isteriz.
Doğrusu her kitap aynı heyecanla doğuyor. “Kurduğum dünyada gezecek okurlar ne hissedecekler?”, “Benim aylardır (bazen yıllardır) haşır neşir olduğum karakterlerle tanıştıklarında onları sevecekler mi?”, “İç dünyam başka zihinlerde yankı bulacak mı, iz bırakacak mı?” gibi sorular her romanın sonunda aklıma üşüşüyor. Bu defa farklı olarak, stres seviyem daha düşük. Galiba kendime güvenmeye başladım. İlk üçün tedirginliğini üzerimden attım. Hikâyenin kendi yolunu ve okurunu bulacağına dair güvenim arttı. Onu fark ettim.
Kahvaltı Sofrası kitabınızda aile sırları teması karşımıza çıkıyor. Bu temayı daha önceki kitaplarınızda da görmüştük. Sizin özel olarak bu konuya ilginizin sebebini öğrenebilir miyiz?
Meraklı bir çocuktum. Esrarengiz öyküleri sever, metruk evlerin bahçelerinde dolanmanın hayalini kurardım. Tek çocuk olarak büyüdüğüm için belki de, bir kulağım daima yetişkinlerin konuşmalarındaydı. Yetişkinler seslerini alçalttılar mı benim kulaklarım dikilirdi. Bütün ailelerin sırlarının bulunduğuna o zamanlarda karar vermiş olmalıyım, çocuğa anlatılan hikâye ile hakikatin örtüşmediğinin de. Akıl hastalıkları, alkolik aile fertleri, cinayet, intihar, gayrimeşru çocuklar, sonradan ortaya çıkan kardeşler, sadece annenin bildiği esas (biyolojik) babalar... Aileler bu tür sırları sadece çocuklarından değil, birbirlerinden de saklar aslında. Şöyle demeliyim ya da “Ağız birliği etmişçesine bu konuda konuşmazlar”. Yazar olarak aile veya toplumdaki bu dinamik benim çok ilgimi çekiyor. Gerçek diye bildiğimiz şeyin basit bir yanılsama olduğunu hatırlattığı için belki de. Ortaya çıkan her sırla kimliğimizden geçmişimize kadar hikâyemizi yeniden kurabildiğimiz için de.
Sır kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz. Bir gün açığa çıkmakla malul müdür her sır sizce?
Sırlar kişiyi kendisi veya öteki ile kuracağı samimiyetten kopartacağı için zehirli şeylerdir aslında. Hakikati bulmaya çalışan kimsenin önüne dikilen engellerdir. Sırlar insanın sırtına yük gibi biner. Kişinin özgürlüğü sırlarını dökmekle başlar. Yüzleşme ve itiraf cesaret ister. Bu cesareti gösteremeyen insan o yük ile bir ömür yaşayabilir. Sonra o sır onunla mezara gider. Çocukları ve torunları o sırların izini vücutlarında ve ruhlarında taşımayı sürdürürler. Onlar bir gün merak edip deşerlerse evet, belki ortaya çıkar bir takım sırlar ama hepsi için böyle bir şart bulunduğunu düşünmüyorum. Bir çoğumuz büyükanne ve büyükbabalarımızın hikâyesini merak etmeden, gündelik hayatın akışına kaptırmış gidiyoruz kendimizi. Oysa bir ailenin üç kuşağını anlatan bir roman okurken biliyoruz ki dedenin başından geçenler muhakkak torununun kim olduğunu belirleyecektir. Kendi dünyamıza baktığımızda ise bunu göremiyoruz.
Diğer kitaplarınızdan farklı olarak bu kitabınız tek bir günde geçiyor. Bu fikir nasıl gelişti, kurgu sürecinde sizi zorlayan noktalar oldu mu?
Aslında tüm hikâye tek bir kahvaltı sofrasının etrafında geçsin istiyordum. Sabahın erken saatlerinden itibaren sofraya oturan kalkan aile fertleri ile gazeteci Burak bir yandan “şimdi”nin sahnesinde kahvaltı etsinler diğer yandan biz onların kafalarının içinde gezinelim, iç dünyalarını ve geçmişlerini tanıyalım. Ama yazarlık benim verdiğim kararlarla ilerleyen bir şey değil. Karakterleri sofraya taşımaya çalışırken her biri başka bir hikâyeye açıldı. Günün diğer saatleri de kurguya dahil oldu. Hafızalarda birikmiş pek çok başka kahvaltı sofraları vardı. Bu sayede onlara da yer verebildim. Yine de romanın merkezinde başta tasarladığım kahvaltı sofrası duruyor.
Kitabın bir diğer ilgi çekici yanı ise, dört farklı anlatıcının ağzından anlatılıyor olması. Anlatıcılara baktığımızda ise hem farklı jenerasyondan hem de kadın ve erkek farklı karakterlerin anlatıcı rolünü üstlendiğini görüyoruz. Birbirinden bu kadar farklı karakterlerin ağzından yazmak nasıl bir deneyimdi sizin için?
Evet, böyle bir şeyi ilk defa denedim. Bu tarz anlatıları ben çok severim. Orhan Pamuk’un Sessiz Evi’i veya Oya Baydar’ın Erguvan Kapısı benzer yapıya sahip romanlardır. Aynı sofrada oturan dört kişinin o anı algılayışlarındaki farklılığı ortaya dökmek zorlayıcı oldu ama yaratıcılığın sınırlarını zorladığım için beni heyecanlandırdı. Hatta bazı günler, Selin’in bölümü bitse de Sadık’ın gözünden şu sofrayı anlatsam diye sabırsızlandığım da oldu. Zaten çok sabırsız bir insanım yine de bir bölümü tamamlamadan diğerine başlamam. Karakterden bölüm çalmayı sevmem.
Büyükada’nın sizin için ne kadar önemli olduğunu artık biliyoruz. Bu kitap da sanki Büyükada’ya bir armağan gibi geldi bizlere. Siz ne söylemek istersiniz bu konuda?
Evet, ben Büyükada’da büyüdüm. Annem ve teyzem de orada büyüdüler. Organik bir bağım var adayla. Büyükada, her kitabıma sızmıştır ama ilk defa Kahvaltı Sofrası’nda başrolü kaptı. Bu açıdan, söylediğiniz de çok doğru, Büyükada’ya bir armağan bu kitap. Öte yandan romantik bir üslupla ada güzellemesi yapmak da istemedim. Bir yabancının gözünden adanın ve adalarının nasıl göründüğünü de anlatmak istedim. Bir de şu var: Büyükada’nın benim için en çarpıcı tarafı köşkleri, bahçeleri, yüksek duvarlar arkasında yaşanan eski moda hayatlarıdır. Bu yüzden de bu defa hikâyemiz dış mekânlardan çok Şirin Saka’nın evinin içinde ve bahçesinde geçiyor. Elbette çamlar, iskele, kiliseler, faytonlar ve bisikletler de fonda mevcut ama esas sahnemiz Şirin Saka’nın denize kadar inen bahçesinde bulunan iki katlı taş konağı.
Kitaplarınız her ne kadar kurgu da olsa toplumsal olayların, cinsiyet rollerinin ve kimi zaman da siyasi yapıların izlerini taşıdığı için çok gerçekçi. Bu noktada sizi besleyen şeyler neler?
Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji okudum. Daha sonra aynı bölümde yüksek lisans yaptım. Kıymetli hocalarımdan toplumun gözle görünmeyen unsurlarını “okumayı” öğrendim. Daha sonra sosyolog olarak çalışmayı seçmedim ama bu bilimin bana kattığı zenginliği de yitirmedim. Biz bireydeki toplumu okumayı, insan ilişkilerindeki toplumsal dinamikleri gözlemlemeyi öğrendik bölümde. Bu pratik yazarlık serüvenimde bana yardımcı oluyor. Beni besleyen başlıca iki şey var: Yaşam ve kendi zihnim. Yaşam derken etrafımda olup biten her şeyi kastediyorum. Siyasi, toplumsal olaylar, sanat ve kültürel etkinlikler, aşklar, öfkeler, ölüm, adaletsiz durumlar, vicdansız insanlar... Yaşam vücudumdan ve etrafımdan akıp giderken zihnimin ona verdiği tepkiyi, algılama çabasını, anlamlandırma telaşını izliyorum.
Kitabın adı Kahvaltı Sofrası, sizin kahvaltı ile aranız nasıl?
Çok kötü! Kahvaltılık hemen hemen hiçbir şeyi sevmem. Peynir, yumurta, tereyağı, şarküteri ürünleri... Hiçbiriyle aram yoktur. Bu, çocukluğumdan beri böyleydi. Okul yıllarımda annemin zoruyla sabah erken bir kuru ekmek dilimi yer, yanında ıhlamur içerdim. Öğlene kadar da bir daha bir şey yemek ihtiyacı duymazdım. Bu hâlâ böyle devam ediyor. Bir tek kahveye tutkuyla bağlıyım. Bana kahvemi verin, öğlene kadar dokunmayın olur.
Anne-kız ilişkisini ana eksenine alan bir kitap var karşımızda, kitabınızı da aynı zamanda annenize ithaf etmişsiniz. Bu açıdan anneler ve kızlarının ilişkisinin önemi nedir sizin için?
Ha, tam da annemden söz açılmışken! Romanın merkezine ana-kız ilişkisini koydum çünkü bu roman kimliğimizin bize ailemizden geçtiğini öne sürüyor. Anne, kimliğin aktarımında başrolü oynar. Bunu bilinçli bir kararla yaptığını zannetmiyorum. Aileye dair anlattıkları ve unuttuklarıyla belli başlı kalıpları ve inançları sonraki kuşaklara geçirir. Kahvaltı Sofrası’nda da genç yaşta dul kalan bir Osmanlı kadını yeniden evlenip kızını eğitim için İstanbul’a yollar. İyi niyetle belki. Ama babasını yitirmiş kız çocuğu bu hareketin iyilik tarafını görecek durumda değildir. O sadece kaybı hisseder. Sonra da o kaybın acısı etrafına bir kabuk örer. Hissetmemek için. Kendi kızı doğduğunda o kabuk onu samimi bir ilişki kurmaktan alıkoyar. Aynı kopukluk acısını kızı, alkol ile uyuşturur. Alkolizm yoluyla o da kendi kızından kopar. Böylece zincirin en başındaki kopukluk kuşaktan kuşağa aktarılır. Analarına sokulamayan yaralı kız çocukları iyileşemez. Annesi ile ilişkisini onaramayan bir kadının diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurması ise çok zordur. Ana kucağının soğukluğunu nerede ısıtacağını bilemez, sonunda kendi soğur.
Bugün olduğunuz kişiye baktığınızda annenizin bunda nasıl bir etkisi var sizce?
Ben annemin tek çocuğuyum. Hamurumun karılmasında, bugün vardığım yere gelmemde annemin çok büyük rolü vardır. Beni sanatın ve edebiyatın yüceltildiği bir evde büyüttüğü ama kibir yerine eşitliği öğrettiği için ona çok şey borçluyum. Kitabın başında Metin Altıok’un şiirinden bir alıntı var: “Anamın bıraktığı yerden sarıl bana/ Sevgiden caydığım yerde darıl bana.” Bu dizeler Kahvaltı Sofrası’nın karakterlerinin ruhundaki yırtığı tastamam dile getiriyor. Herkes anasının bıraktığı yerden ona sarılacak birini arıyor. Benim annemse beni sarmayı hiç bırakmadı. Sıkmadı ama sardı. Belki bu yüzden ben başka kucaklar aramadım, kendine yeten bir bireye evrilebildim.
Son olarak kitabın kapağına değinmek istiyoruz. Kitap kapağındaki fotoğrafın Büyükadalı ressam Tiraje Dikmen’e ait olduğunu biliyoruz. Bu seçimin sebebi neydi, sizde özel bir yeri var mıdır Tiraje Dikmen’in?
Demin de söylediğim gibi Büyükada’da büyüdüm. Dedem Macit Gökberk ile nenem Zahide Gökberk’in evinde. Nenem her akşam, sanat ve edebiyat çevresinden dostlarını misafir ederdi. Muazzam çay sofralarında Firuzan ve Meral Ataç gibi yazarları ağırlardı. Tiraje Dikmen de evimize sık sık gelirdi. Komşumuzdu. Bahçesine girmeme izin verirdi. Evin çalışanlarının kızları en iyi arkadaşlarımdı. İkisi de zehir gibi kızlardı. Tiraje Hanım onları okuttu, Boğaziçi Üniversitesi’ni beraber bitirdik. Evin bahçesi denize kadar inerdi. Önünde kendi iskelesi vardı. Bahçenin köşesini bucağını karış karış bilmeme rağmen evin içine girmemize izin yoktu. Uzaktan bakar, iç çekerdim. Bu sayede hayal gücüm gelişti. Çok sonra, üniversitede bir araştırma yaparken Tiraje Hanım ile mülakat yapmak üzere bir kış günü evin içine girdim. Bu defa muazzam çay sofrası benim için kurulmuştu. Nasıl mest olduğumu tahmin ediniz! Ne zaman adada geçen bir hikâye yazmaya kalkışsam o ev gözümde canlanır. Kahvaltı Sofrası’nı yazarken hayal gücümü serbest bıraktım, o evin bahçesinde, mutfağında, odalarında gezinsin... O ev yıllarca benim hayalimde bir hayalet gibi dolandı, şimdi okurların dünyasında da yaşasın.