Çek romancı, yazar ve düşünür Michal Ajvaz’ın modern bir Avrupalı gezginin isimsiz bir adada başından geçenleri anlatan romanı Altın Çağ, okura içerisinde bulunduğumuz dünyada sıra dışı başka evrenlerin de olabileceğini hatırlatıyor.
İlk kez 2001 yılında Çekçe olarak yayımlanan, Türkçede ise geçtiğimiz aylarda Çınar Yayınları'nın 200’üncü kitabı olarak yayımlanan Altın Çağ, okuyucuya yakın dönem bir büyülü gerçekçilik romanı vadediyor. Derrida hakkındaki incelemeleri ve Borges üzerine kaleme aldığı kitabıyla da tanınan Michal Ajvaz, dünya edebiyatını yakından takip eden ve dönemini iyi analiz eden bir yazar. Georges Perec, Jorge Luis Borges, Italo Calvino gibi yazarların edebî çizgilerini yakından takip eden Ajvaz, Altın Çağ ile de bu paralelliği devam ettiriyor.
Altın Çağ’dan bahsederken üzerinde durabileceğimiz ilk konu günümüz için daha da önemli bir anlam ifade eden yaşamların izolasyonudur. Zira roman, ana hatlarıyla ana karadan uzak bir adada geçer. “Atlantik Okyanusu’nun yengeç dönencesine denk gelen noktasında, Yeşil Burun ile Kanarya Adaları arasında”[1] bulunan bu ada, herkesten ve her şeyden uzakta sakin bir yaşam süren insanların yaşadığı bir yerdir. Bu adanın en önemli özelliği olaraksa aslında bunca uzaklığına rağmen insanlar tarafından bilinen ancak buna rağmen kendi dünyasına terk edilen bir yer oluşudur. Zira Avrupalılar tarafından keşfedilen ve kolonizasyon sürecinde misyonerlerin de uğradığı bir yer olan bu ada, her ne olursa olsun kendi kimliğini koruyarak gününe dek varlığını sürdürmeyi başarıyor. Kendi içerisinde iki farklı dünyanın söz konusu olduğu, bu dünyalarda da iki farklı yaşam kültürünün hüküm sürdüğü ada, okuyucuya aslında içinde bulunduğumuz hayatın kendi sınırları içinde bile ne denli farklı kimliklere sahip olabileceğini hatırlatıyor. Öyle ki ada halkı her ne olursa olsun kendi kimliklerini terk etmiyor, yaşadıkları toprakların ötesine gitmiyor, hiçbir aidiyet, sahiplenme, değer ve kutsalı benimsemiyor. Bu da aslında insanlığın en eski çağlardan günümüze kadar işleyerek oluşturduğu değerler sistemine vurulmuş büyük bir darbe olarak ön plana çıkıyor. Dolayısıyla kendi izolasyonu içerisinde kimliğini koruyabilmeyi başarmış bu ada ve onun kadim halkı, bize başka bir dünya hayali sunarken aynı zamanda mevcut değer yargılarımızı da gözden geçirmemiz konusunda uyarılarda bulunuyor.
Altın Çağ’ın eklemlendiği yazar ve metinler de düşünüldüğünde onu ilginç kılan yanlarından biri, mevcut dünyamıza paralel başka bir (alternatif) dünya ve (yeni) dünya anlayışı öne sürmesidir. Öyle ki okur için bu adada maddi olarak ulaşılabilecek, ziyaret edilebilecek, görülebilecek çeşitli yapılar söz konusudur. Bunlar, alabildiğine maddi unsurlardır ve genel ziyaretçiler için özel bir anlam/değer ifade etmezler. Ancak tam da bu noktada, her şeyi sıradan olduğu bu yerde Ajvaz, okur için yeni bir dünyanın kapılarını açar. Tıpkı Jonathan Swift’in Gulliver’in Gezileri’nde, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’sunda, Austin Tappan Wright’ın Islandia’sında, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’inde olduğu gibi. Bu ada, kendi içinde farklı bir dünyaya daha sahiptir ve onun derinlerine inmek gereklidir. Bu yeni dünya, içinde halihazırda bulunduğumuz dünyanın içerisindedir. Ancak ona giden yol, bir geçit gerektirir ve bu geçit herkes için görünür değildir. Bunun için uzun bir seyahat ve bu seyahate bağlı olarak farklı bir anlayış gereklidir. Bu sözgelimi hayal gücü de olabilir, çocukluğun masumiyeti de, yolculuğun kendi hazzı da. Metne göre değişebilen bu unsur, Altın Çağ’da daha kapsamlı ve aslında tüm bu unsurları içeren bir hâl alır. Öyle ki nihayetinde bu isimsiz ada, içerisinde yaşayanlar için saklı bir cennete dönüşür ve bu cennet, kapıları herkese açık olmasına rağmen herkesi içine kabul etmez. Zira turistik gezilere dahi açık olan bu ada, herkesin ilgisini çekmez. Onu anlamak için onu keşfetmek, onda saklı olan şeylerin ayırdına varmak gerek. Bu da herkesin kolaylıkla yapabileceği bir şey değildir ve görünen o ki, öyle olamayacaktır da.
Genel olarak kimliği belirsiz anlatıcının serüvenini anlatan Altın Çağ, ona paralel olarak birçok farklı hikâyeyi de içerisinde barındırır. Sözgelimi anlatıcı uzun bir yolculuk sonrasında adaya varır, bu “ikinci yolculuk”tur; onu keşfeder, anlamaya çalışır, yerlilerle ilişkiye girer, onları tanıma fırsatı bulur ve nihayetinde onların yaşantısına tanıklık eder. Bu süreçte çeşitli dostluklar/ilişkiler kurar. Bir de adadan bir kız arkadaşı olur: Karael. Onunla bu süreci daha yakından tanır. Genel olarak bu serüvenin notlarını içeren roman, bir ansiklopedik roman olarak da değerlendirilebilir. Zira kitap içinde anlatıcının dikkatini çeken birçok unsur dile getirilir. Aslında yazar burada yeni bir dünya kurmaya ve bu yeni dünyaya bir biçim vermeye girişir. Bunun için de çeşitli metotlara ihtiyaç duyar. Bu noktada her bir unsur anlatıcı tarafından başka bir olay ve karakter bağlamında gün yüzüne çıkarılırken aynı zamanda geniş bir tarihi skala da oluşur. Roman, burada ansiklopedik bir yapıya bürünür ve bu yeni dünyanın tüm uzantılarını detaylı bir şekilde ele alır. Bu noktada kitabın ansiklopedik yanını güçlendiren bir başka unsursa romanın temel olarak kitap içinde kitap örgüsüyle meydana getirilmesi olur. Zira Altın Çağ, kendi içinde başka kitapları da barındırır. Adalılar için önemli bir yeri olan Kitap, bunlardan en önemlisi ve en güçlüsüdür. Bu alt metinler kitabın felsefi yönünü güçlendirirken anlatıcıya/yazara istediği konuyu rahatlıkla ele almasını sağlamak adına yeni olanaklar da tanır.
Tüm insanlık belirli değerler sistemi üzerinden hareket eder ve tüm yasaların kökeninde de bu vardır. Evlilik hukukundan mirasa, iş ilişkilerinden devlet yapılanmasına kadar her şey işte bu örgüsel değerler sistemi üzerinden hareket eder. Platon’un Devlet’i de, Thomas Hobbes’un Leviathan’ı da bu değerler sistemi üzerinden hareket eder ve geçmişten günümüze sistemlerin nasıl oluştuğunu, bir anlamda da nasıl oluşması gerektiğini açıklar. Michal Ajvaz’ın Altın Çağ’ı da işte tam bu noktada devreye giren metinlerden. Bir roman olmasına rağmen Altın Çağ, bugüne kadar tartışılan tüm bu sistemleri farklı bir eksende masaya yatırıyor. Metnin kökeninde insanlığın bugüne kadar ilmek ilmek işleyerek meydana getirdiği bu sistem yer alıyor. Bu noktada felsefi bir boyut kazanan roman, bize yeni bir dünya modeli öneriyor, en azından bunu gösteriyor.
İlk olarak ada halkının yaşantısına baktığımızda onların herhangi bir yasa veya etik bir kurala bağlıymış gibi hareket etmediğini görebiliriz. Sözgelimi adada Yukarı ve Aşağı Kent olmak üzere iki yerleşim yeri var. İnsanlar ağırlıklı olarak Yukarı’da yaşıyor ve Aşağı Kent ziyaretçilerin veya orada yaşamak isteyenlerin inisiyatifine bırakılıyor. Herkes dilediği gibi gidip istediği evde yaşama hakkına sahip. Kimsenin ne iş yaptığı bilinmiyor. Öyle ki ada, ada halkı tarafından “seçilen” bir kral tarafından yönetiliyor. Ancak kral seçimi de tamamen rastlantılar sonucu gerçekleştiriliyor. Sözgelimi adalılardan birisi, birinin kral olabileceğini söylüyor ve bu dilden dile yayılarak seçimlerin sonucunu belirliyor. Aslına bakılırsa kimin kral olacağının bir önemi de yok, zira kral da bir unvandan ibaret. Her şey adalılar nasıl isterse öyle gerçekleşmeye meyyal, ama zaten adalıların istediği herhangi bir şey de yok. Başka bir örnekte mesela adada evlilik hukuku diye bir şey yok. Herhangi “evli” bir kadının bir süre ortadan kaybolması, daha sonra hiçbir şey yokmuş gibi evine dönüp hayatına devam etmesi de olağan. Bu adalılar için çok olağan bir durum. Burada her şey “partner”lik ilişkisi üzerinden ilerliyor. Biz tüm bunları adayı ziyaret eden anlatıcıdan öğrenirken onun kız arkadaşı Karael ile olan ilişkisinin de bu eksende devam ettiğini öğreniyoruz. Bu da aslında ada halkının yaşamıyla dışarıdan bir göz olarak anlatıcının hayatının nasıl kesiştiğini, bir anlamda birbirlerini bütünlediklerini gösteriyor. Dolayısıyla ikisinin de benzer bir kadere sahip olduğu söylenebilir. Öyle ki anlatıcının adanın bir parçası hâline geldiğinden ve bu kimliği üzerine aldığından bile söz edebiliriz.
Birçok felsefi düşünceyi yeniden tartışmaya açan Altın Çağ’ın mimariyle de yakından ve ilginç bir örtüşmesi var. Buna aslında şehir yapılanması kapsamında yaklaşmak ve konuya başka bir boyut eklemek de mümkün. İlk olarak iki şehirden oluşan adadaki Aşağı Kent’in oldukça turistik bir şekilde meydana getirildiği ve buranın onlar için terk edildiğini söyleyebiliriz. Bu noktada ilgi çekici hiçbir şey yoktur. Ancak metindeki asıl hikâye Yukarı Kent’tedir. Yukarı Kent, bir nehir yatağına kurulmuş ve şehir tamamen doğa ile uyumlu bir şekilde inşa edilmiştir. Öyle ki evlerin temeli ve sırt kısmı kayalıklara dayanmış, ön yüzü ise nehir sularının evlerin üstünden akması sağlanarak doğal ve saydam duvarlarla meydana getirilmiştir. Böylelikle ortaya çıkan görüntüde saydam duvarlarla, suyla, birbirlerinden ayrılmış evlerden oluşan bir şehrin göründüğü söylenebilir. Bu duruma çok şaşıranlardan birisi olan anlatıcının durumu Karael’e sorduğunda aldığı cevapsa yine bir o kadar derindir: “Bu evlere bakanların dışarıdan gördüğü içerideki insanlar değil, onların yansımalarıdır.” Bu yansıma, onlar için bir anlam ifade etmez zira gölge, aslın bir uzantısıdır sadece, kendisi değil. Yine bu şehrin bir başka tamamlayıcı unsuru olarak diğer doğa unsurları, adanın bitki örtüsü, coğrafi değerleri de bu algıyı devam ettirir ve bize, oldukça doğal değerler üzerine kurulmuş sıra dışı bir şehir izlenimi verir. Tıpkı adalıların yaşamı gibi, her şey doğal ve herhangi bir kural ile sistemden uzaktır. Yine Ajvaz’ın tüm sorunları felsefi bir boyuta taşıması gibi tüm bu unsurlar da onun zihin dünyasının birer parçasına dönüşür.
Her roman kendi içerisinde çeşitli konuları yeniden tartışmaya açar. Michal Ajvaz’ın Altın Çağ’ı ise insan hayatını ve dünyamızı derinden etkileyen tüm değerleri ele alış biçimimizi yeniden gündeme getiren özel bir eser. Borges’ten Marquez’e kadar birçok yazarın sesini duyabildiğimiz roman, büyük bir coşkuyla kendisini kucaklayacak ve bu tartışmalara ortak olacak okurunu bekliyor.
“Bana öyle geliyor ki tam da durulacak bir nokta burası. Tuhaf denizlerdeki bu isimsiz ada, kendine veda eden bir insanın uykusuz gecelerini hak ediyor şüphesiz, adadaki yaşamın motifleri üzerine kendi yorumlarının şarkısını söylediği bir kitap yazmasını da elbette. Fakat hak ettiği başka bir şey varsa o da üzerine çok uzun düşünülmemesi, vakti geldiğinde unutulmanın kollarına bırakılması, topraklarında doğan görüntülerin enkazlara saçılması ve hakkındaki düşüncelerin, yeni düşünceler ve yeni yolculuklar eşliğinde anonim bir müziğe dönüşmesidir.”[2] Ve bu müzik, metnin okuruyla yeniden canlanır ve yükselir.
[1] Michal Ajvaz, Altın Çağ, Çınar Yayınları, İstanbul 2020, syf.: 13.
[2] A.g.e. syf.: 390
*Yazı içeriğinde kullanılan görsel çalışmalar Maggie Chiang'in "Wistful Dreams, Porcelain Memories" serisinden alınmıştır.