İnsan binlerce yıldır hikâye anlatır. Peki insan niçin bunca zamandır anlatır, amacı nedir? İsmail Gezgin bu sorunun cevabını Homo Narrans: İnsan Niçin Anlatır? adlı çalışmasında veriyor. İnsanın bu binlerce yıldır hikâye anlatma çabasının izini, mitler ve masallar eşliğinde sürüyor.
“İnsan niçin anlatır?”, sorusu üzerine düşünmeye başlamadan önce kitabın kapak resmine takılıp kaldım. Hieronymus Bosch’un The Temptation of St. Anthony adlı tablosunun detaylarından bir bölüm olan “Detail of a Couple Riding a Fish”in kitap kapağı olarak belirlenmesi tesadüf değildir diye düşündüm. Kitabın isminin Homo Narrans oluşu, kitabın ana konu olarak anlatmak istediği şeyin bir soru olarak kapak üzerinden sorulması, kitabın içeriği ve içindekiler kısmındaki başlıkları inceleyince kitap kapağı için Dünyevi Zevkler Bahçesi’nin ressamı Hieronymus Bosch’tan bir tablo seçilmesi elbette tesadüf olamazdı. Üstelik Hieronymus Bosch, Jeroen Anthoniszoon Van Aken tarafından kullanılan bir mahlas isim. Peki bizler kimlerin, hangi Homo Sapiens’lerin, hangi Homo Sapiens Sapiens’lerin ve hangi Homo Narrans’ların mahlası olarak hayatın devamını sağlıyoruz? Homo Narrans kim? Veya ne? Biçimi ve formu nasıl, tarifi mümkün mü veya onu tanımamız için nasıl bir tarife ihtiyaç duyuyor? Veya daha önemli bir soru olarak; tüm yaşamış ve yaşayan türler içerisinde ve evrim süreçlerinin sonunda, insan nedir?
Anlatılmış olanın tekrar anlatılacağı değil, anlatılanın anlamaya çalışılacağı bir yazı olacak bu. Ezberlediğimiz yerden anlamlandıramayacağımız içeriğiyle Homo Narrans - İnsan Niçin Anlatır? bizi bilmediğimiz gerçeklerin cevaplarına götürecek soruların tezahürü değil, insanın oluşu ve insan formuna bürünürken geçirdiği evrelerin oluşum anlatılarına mitler, masallar ve arkeolojik kazılarla günümüz dünyasına kadar fiziki olarak da gelebilen hikâyeleri ile katkı sağlayacak nitelikte bir kitap olarak karşımızda. İsmail Gezgin uzmanı olduğu arkeoloji bilimini kapsayıcı şekilde yeni bir kitapla karşımıza çıkarken insanın anlatma isteğinin kaynağına inmenin onu anlayabilmek adına mitler, masallar ve hikâyenin arkeolojisinin iyi bilinmesinin öneminden geçtiğini her bir bölüm ve her bir alt başlık içeriği ile merakımızı cezbedici şekilde bizimle paylaşıyor. Çünkü insan her günün sonunda en çok “kendini” merak eden bir varlık olarak yaşamına devam ediyor.
Çok fazla soru soracağımız, kitabın ilk sayfaları itibariyle önce yüzeyden gidip sonrasında detaylı arkeolojik kazılara girişeceğimiz, bilginin ve bildiklerimizin asıl kaynağına ineceğimiz, köklerinin nerelere uzandığını ve her defasında bizi nasıl da çepeçevre sardığını bil(e)mediğimiz, anlatma isteğimizin nelerden kaynaklandığını bize anlatan bir kitap ile karşı karşıyayız. Öyle ki; sonunun ölüm olduğunu bildiği bir yaşamda ölümsüzlüğü bulmak ve ölümsüz olmak adına anlatan insanın mağaradan çıkıp (yaşam ağacından ayrılmak da diyebiliriz bu duruma) kendinin ifadesi olan dili, sözü ve yazıyı keşfiyle mitler, masallar, hikâyeler anlatmaya/aktarmaya başlaması, sorular sorup; (Bunlardan biri “İnsan niçin anlatır?”) yanıtları yine kendisinin vereceği bir hayatı kurgularken, böyle bir düzeni ne derece problemsiz kılabileceği gerçekleriyle bizi yüzleştirmesi açısından da Homo Narrans - İnsan Niçin Anlatır? niteliği tartışma götürmez şekilde literatürdeki yerini kaynak kitap olarak alıyor.
Bir Bakmışız Varız, Bir Bakmışız Yokuz
Altı ana bölümden oluşan Homo Narrans - İnsan Niçin Anlatır? ilk iki bölüm itibariyle -Evren Kuran Mitler, Kültür Kuran Mitler-ana konunun taşıyıcı kolonları olarak bizleri karşılıyor. Bu bölümlerin alt başlıklarına baktığımızda yerküredeki varlığımıza nasıl şekil verdiğimizi ve nasıl dönüşümlerden geçtiğimizi okuyacağımızı düşünüyoruz elbet. Fakat kendimizi anlatma derdinin derinlikleri ve bu derinliklere bakmak isterken dengemizi kaybedip düştüğümüz kuyular tahminimizden daha derin konulara gebe bırakıldığımızı anlamamızı sağlıyor. Açılışı, "Bir Varmış Bir Yokmuş" tesellemesinin uzun girişi ile yapıyoruz.
Birçok masalın başlangıç cümlesi olan bu girişi“teselleme” olarak nitelemem tek başına düşündürücü, nükteli,kısa öyküleri bize aktarıyor oluşundan mütevelli insanın yeryüzündeki diğer varlıklardan farklı olarak her şeyi bilme yetisine sahip niteliğiyle “bir varmış bir yokmuş” oluş evresinden kaçamamasından kaynaklanıyor. Çünkü İsmail Gezgin’in varlığıyla yokluğuyla tadını çıkarmamızı istediği bu hikâyenin tamamı bizim hikâyemiz. Üstelik tadının çıkarılması istenilen bu oluş hikayesi “Logos sorunu”olarak aktarılan; bilme ve kavrama, mantıklı açıklama, kendini inşa ve ikna etme ihtiyacına binaen insanın çaresi olmayan bir hastalığıdır teşhisi ile tez elden yıkılıveriyor. Bununla da yetinilmeyip; “Bir masal gibi olmakla birlikte, uzun yıllar dünyayı işgal ve tahrip eden büyük sürüngenlere/dinozorlara karşı doğanın bir dizi işbirliği ile ortaya çıkardığı, binlerce memeli canlı akış formu içinde en son eklemlenenler arasında olan insan, öyle ehemmiyetli bir yere de sahip değil.” diyerek tadını çıkarmamız istenilen fakat, gerekli gereksiz her ayrıntıyı anlatma mücadelesi içerisine girdiğimiz bu hikâyenin yaşamın kendi formu içinde nasıl da önem arz etmediğinin altı itinayla çiziliyor. Kitabın bu ilk bilgileri bundan sonra anlatılacaklar için önemli bir referans oluşturuyor.
İsmail Gezgin, bu bilgilere rağmen insanın yaşamdan bağımsız ve farksız olmadığını, dışardan dâhil olmayıp, içine fırlatılmadığını, içine içinden dâhil olduğu sarmalda insan için ilk söylenecek olanın doğanın genetik yollarla aktardığı tüm bilgilere sahip şekilde yaşamın içinde var olduğunu, yani; bildiği her şey bildikleriydi tespitine dikkatimizi çekiyor. Ve hemen ardından son birkaç yüzyıl içerisinde bildiklerinin bilmediklerine dönüşmesiyle geriye dönülmez şekilde form değiştiren insan varlığını, süreç içerisinde hızlı bir şekilde ürettiği alet endüstrisi ve dil yüzünden, parçası olduğu doğayı terk ederek yaşam içerisindeki konumunu ve kimliğini yitirmiş, kendini hiçbir yere sığdıramaz hâle gelmiştir, deniyor.
Aslına bakılırsa çok uzun süre yaşamda kalan türlerin ve dinozorların bile yaşamın öznesi olarak hayatlarına devam edemediklerini bilmemize rağmen hakikate değil, olmak istediğimiz şeye yönelmemiz, yani “insanın arzusunun imkânsıza” olduğugerçeğine hizmet etme tercihimiz, nafile anlam arayışımızdaki trajedileri ayan beyan gösteriyor. Konunun ana detayı yaşam ağacından ayrılarak insan olmak isteyen varlığımızın, cennetten kovularak başlatılan hikâyesinin, asla sonsuz özne olamayacağıgerçeğini biliyor olmasında gizli. Mitlerin, masalların, hikâyelerin arkeolojik yapılarda sürdüğümüz izlerin imkânsızın yarattığı arzularımızda gizi/gizliliği koruyarak hiç açık vermeksizin milyon yıldır bize anlatılıyor oluşu bir varmış bir yokmuş illüzyonunun varlığını sürdürmesinde etkili olabilir mi? İsmail Gezgin bildiğimiz onca mite, masala, arkeolojik iz sürmelere rağmen bildiğimiz ama bilmezden gelmeye devam etmek istediğimiz gizleri anlatıyor olabilir mi?
Bütünlenemeyen Bir Varlık Olarak İnsanın Eksikliği
Homo Sapiens’ten başlayarak Homo Sapiens Sapiens’e el verir şekilde soruyu soran, yanıtı veren, benzer öyküleri üretmeye, anlatıp, aktaran döngüden sonra Homo Narrans döngüyü devam ettiren tür olarak karşımıza çıkıyor.
Sonsuzluğu kavrayabilen ve bunu anlatma yetisi ile donatılan, aklı olan, konuşabilen insanın; engellenen, önüne taş koyulan, olması gereken bu, denilip dayatılan normların baskısıyla yerküreye düştüğü andan itibaren yaşamını inşa etmeye çalışma ve bunu anlatma çabası İsmail Gezgin’in Platon’unŞölen adlı eserinde konuşturduğu Aristophanes’in aşkın kaynağını anlatırken aktardığı muhteşem bir mitik öyküyle açıklık kazanıyor. Homo Sapiens’ten itibaren insan için kurgulanan, Homo Narrans’ın devamını sağladığı düzen döngüsünün aynen bu mitik öyküde anlatıldığı gibi olduğunu anlıyoruz.
Mitolojik çağlarda erkek ve dişi olarak ikiye ayrılmayan cinste her iki cinsiyeti de bünyesinde barındıran androgynosisimli üçüncü bir cinsiyet vardı. Sırt sırta verdikleri bedenleri ile yuvarlak bir biçim alıyor dört kolları ve bacaklarıyla yuvarlanıyorlardı. Sırt sırta durdukları için ayrı yönlere bakan yüzleri vardı. Erkeklerin güneşten kadınların yeryüzünden gelmesinden sebep oluşan bu üçlü bedene androgynos isimli üçüncü cinsiyet aydan gelerek katkı sağlıyor, bu sayede hem güneş hem de dünyayla ilişki içinde olabiliyordu. Bedensel bütünlükleri sayesinde kimseye ihtiyaç duymadıkları için göğe tırmanıp tanrılara kafa tutmaya karar verdiklerinde, Zeus diğer tanrılara bu durumu ivedilikle aktaracaktı elbet. Tanrıların sundukları çözüm önerilerinin yeterli gelmeyeceğine karar verilince Zeus’un “insanları kuvvetten düşürecek”çözüm önerisi uygulamaya konulacaktı. Bütünlükleri içinde güçlü olan bu türü Zeus ortadan ikiye bölecekti. Böylece sayıları çoğalmasına rağmen bütünlüklerini dolayısıyla güçlerini kaybeden insanlar artık tanrılara kafa tutamayacak hâle gelecekti. Bununla da yetinmeyip Apollon’nun yardımıyla arkaya bakan başlarını önlerine çevirecekti. Tek istediği işledikleri günahların izlerini birbirlerinin yüzünde görmelerini sağlayıp, tanrılarca belirlenen yasalara uymalarını istemesiydi. Zeus başarmıştı. Bir de bu mitik öykünün cinsel ayrılmalar ve birbirini yeniden bulmalar noktasında cinsiyet rollerinin nasıl belirlediği, “normal olan”tanımıyla bize dayatılan öğretilerin insanların bir daha asla bir bütüne ulaşamayacak şekilde kurallar ve öğretilerle nasıl paramparça edilerek kabul ettirildiği yerleri var ki, buraları mutlaka atlamadan okumanızı öneririm.
Bitmeyen Arayış Bitmeyecek Olan Çare
Gökle kesilen göbek bağından sonra yeryüzü ile olan savaşı bitmeyen insanın yaşam ve ölüm döngüsünde (bir varmış bir yokmuş) imkânsıza olan arzusuna karşılık yasa koyan tanrıların ağırlaştırılmış müebbet hapsi yerküre tamamen yok olana değin devam edip gidecek. Cennetten kovulduktan sonra yeryüzüne düşen insanı uzun bir süre kendi hâline bırakıp terk eden tanrıların tekrar ortaya çıkıp yasalar koymaya başlamasına kadar aynı dili konuşan, istediklerini söylemekte özgür, dilediğini yapmakta özgür olan insan yasalarla beraber kaybettiği diğer yarısı ile tekrar bütünlenme arzusunun oyalayıcı etkisi ile yaşamın içinde anlatmaya devam edecek. Gelinen noktada Homo Narrans’ın bundan başka çaresi yok.
Evet, İsmail Gezgin’in, insan niçin anlatır sorusuna ancak bu şekilde yanıtlayabilirim: Anlatmaktan başka çaremiz yok.İçinde bulunduğumuz yüzyıl, gelmiş olduğumuz nokta itibariyle anlatmak dışında elimizden bir şey gelmiyor artık. Aslında hep böyle değil miymiş?! Anlatılan öykülere baksanıza! Homo Sapiens’ten, Homo Sapiens Sapiens’e ve Homo Narrans olarak geldiğimiz noktanın tüm kurguları nasıl da planlı bir şekilde yerli yerine oturuyor, öyle değil mi? Mitleri, masalları, arkeolojik kazılarla günümüze kadar gelen hikâyeleri bu yüzden okumaya devam etmeli; “İnsan niçin anlatır?” sorusunun kaynağını iyi özümsemeliyiz. Tanrılar insanların bütünlüğünü bozabilir fakat Homo Narrans’ın bir tek özelliğini; dil ile, söz yoluyla, yazıyla anlatabilme kabiliyetini elinden alamayacağı kesin.
İsmail Gezgin’e tüm mitler, masallar ve hikâyelerin arkeolojilerindeki detaylar için, insanın yaşam içerisinde tutunma çabasına yeni öğrenme alanları açtığı için, bir akademisyen ve mesleğine gönül vermiş biri olarak bilgilerini aktarmadaki sonsuz cömertliği için teşekkür ederim.
Tasarımda kullanılan eserler:
Hieronymus Bosch - The Temptation of St. Anthony
Franz Xaver Winterhalter- The Storyteller
John William Waterhouse - The Decameron