Kütüphanelerimizde yer alan pek çok klasik eseri dilimize çeviren usta çevirmen ve yazar Celâl Üster’le çevirmenlik konusu ve çevirilerini yaptığı James Joyce’un torunu için yazdığı Kedi ile Şeytan ve Kopenhag’ın Kedileri metinleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bir eser oluşturulurken yazarının düşünce ve duygu dünyasından etkilendiği kadar yazıldığı dönemin siyasi, kültürel ve sosyal durumlarından da etkilenir. Bu durumda bir kitabı başka bir dile çevirirken dilinin, edebiyatının ve kültürünün özgün yapısının korunması gerekir. Bu konuda çeviri yapacak kişinin o dili konuşuyor, yazabiliyor olması elbette yeterli olmayacaktır. Siz deneyimli bir çevirmen olarak, bir çevirmenin sorumlulukları nelerdir, anlatabilir misiniz? Çevirmen ne gibi bir bilgi ve yetenek düzeyinde olmalıdır?
Bir söylenceyle başlayayım söze isterseniz: Binlerce yıl önce Babilliler “başı göğe değen” bir kule yapmaya kalkışmışlar. Gel gör ki, Tanrı, kim bilir belki de hiçbir insanoğlunun kendi katına erişmesine razı gelmediğinden, kulenin yapımını durdurmaya karar vermiş. Bunun için de, kule yapımında çalışan işçilerin dillerini öyle bir karıştırmış ki, sonunda birbirlerini anlayamaz olmuşlar.
Gerçi bu dil karışıklığına, dillerin zenginliğini, her dilin apayrı güzellikteki sözcüklerini, deyimlerini, söyleyişlerini borçluyuz. Ama o günlerden bugünlere, farklı dillerde konuşan, yazan insanların birbirlerini anlayabilmelerini, okuyabilmelerini de dilmaçlara, mütercimlere, tercümanlara, çevirmenlere borçluyuz.
Sizin sorunuza gelirsek, burada edebiyat çevirisinden, roman, öykü, şiir çevirisinden söz ediyorsak, çeviri uğraşı her şeyden önce sağlam, derin bir dil duyarlığını gerektirir diye düşünüyorum.
Dil, yalnızca konuşma ve yazmanın değil, düşünmenin de aracı değil mi? Dilsiz dediğimiz konuşma engelli insanlar bile gerçekte dilsiz değiller, onlar da dille yazıyor, dille düşünüyorlar.
Bambaşka bir yapısı olan bir dilde düşünen, çok farklı olanaklar barındıran bir dilde yazan, apayrı bir toplum, dönem ve ortamda yetişmiş, yaşamış bir yazarı kendi dilinize çevirdiğinizi düşünürsek, iki dilde de bilgili, donanımlı, birikimli, duyarlı olmanız gerekmez mi?
Yalnızca çevirdiğiniz yazarı değil, o yazarın dilinde yaratılmış edebiyatı, dahası kendi diliniz ve edebiyatınızı da iyi bilmeniz, kuşkusuz, o yapıtı daha iyi çevirmenizi sağlayacaktır.
Dilinizin sınırları, bir bakıma, dünyanızın, düşüncenizin ve düş gücünüzün de sınırlarıdır. Dile ne denli egemenseniz, o ölçüde iyi çeviri yaparsınız.
Bana sorarsanız, çeviri insanî anlamda kutsal bir uğraş. Uzak çağları, uygarlıkları, kültürleri, farklı duygulanımları, değişik düşünme ve yaratma iklimlerini birbirine yakınlaştıran, insanları birbirine yanaştıran, insanlığı hısım akraba kılan bir uğraş.
Çevirmen çevirdiği kitabın ikinci yazarı oluyor bir bakıma. Bazen bir çevirinin aslından daha iyi olduğu bile söylendiği olur. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Çevirmenin kendisinden bir şey katmandan çeviri yapması mümkün mü?
Her şeyden önce, özgün metin ile çeviri metnin iki özgün metin olduğu söylenebilir. Bir romanı, bir öyküyü, bir şiiri çevirirken, kendi dilimizde yeni bir edebî metin oluşturuyoruz. Evet, iki farklı yaratıdan söz edilebilir. Ama yine de, birincisi olmadan ikincisinin, aslı olmadan çevirisinin olamayacağını unutmadan. Önünde sonunda, başka bir yazarın kaleme aldığı bir metni kendi dilinize aktarıyorsunuz.
Belki, Can Yücel gibi, “Çeviri denen uğraş başka bir dilde yeniden yaratmak, yeniden patlatmaktır” diyebilirsiniz. Türkçe ustası Can Yücel ayrıksı bir örnek, gerçi bu sözlerinde doğruluk payı da var. Ama ben, daha çok, çevirmenin çevirdiği yazarın kılığına bürünmesi, çevirdiği her yazarla birlikte bukalemun gibi renk değiştirebilmesi, onun üslubunu elden geldiğince korumaya özen göstermesi gerektiği kanısındayım. Çevirmen, mitologyadaki Proteus’a da benzetilebilir, hani dilediği biçime bürünebilen o yaşlı kâhine.
Başka bir deyişle, Borges’le Borges, H. G. Wells’le H. G. Wells, Joyce’la Joyce, Orwell’le Orwell olmalıdır.
Çevirmen, yazarın metnini kendi dilinde oluşturabilmek için, kuşkusuz, belirli bir özgürlüğü, serbestliği de kullanabilmelidir; yoksa kötü bir çeviri çıkar ortaya.
Sözün özü, çevirmen, hem yazarı silip atmadan, hem de kendisi “yazarlığa” kalkışmadan, “sadakat” ile “ihanet” arasında ustaca bir denge kurmalıdır.
Eskiye nazaran şu an bir kitabın pek çok farklı yayınevinden çıktığını görüyoruz. Her biri farklı bir çeviriyle okuyucuya sunuluyor. Biz okuyucular bir çevirinin ”iyi” bir çeviri olduğunu, nasıl bilebiliriz? Mesela gerçek bir “Hemingway” okuması yaptığımızı nasıl anlayacağız?
Evet, bir kitap farklı yayınevlerince farklı çevirilerle yayımlanabiliyor. Özellikle de klasik diyebileceğimiz yapıtlar. Bunda elbette o yapıtların telif haklarının sona ermiş olmasının da büyük payı var. Okurun, bir kitabevine gittiği ya da internetten araştırdığı zaman, Dostoyevski’nin, Dickens’ın, ne bileyim, Kafka’nın yapıtlarının birkaç ayrı çevirisiyle karşılaşınca seçmekte zorlanması doğal.
Ülkemizde yayımlanan romanların, öykülerin, şiirlerin, denemelerin çoğu çeviri kitaplar olmasına karşın, çeviri üstüne yeterince düşünülmediği, çevirilerin yeterince tartışılmadığı kanısındayım. Bence, üniversitelerin ilgili bölümleri, edebiyat dergileri ve kitap ekleri çeviri eleştirisi ve tartışmalarına çok daha fazla yer vermeli.
Böyle bir eleştiri ve tartışma ortamı ne denli sağlıklı bir biçimde oluşturulursa, okurun çeviri seçimi de o ölçüde kolaylaşacaktır sanırım.
Gel gör ki, burada okurların nitelikli çeviri beklentisi ve bilincinin gelişmesine de gereksinim var bence.
İlk soruda çevirmenin genel sorumluluklarından bahsettik. Sizin çevirdiğiniz yazarlara ve kitaplarına bakınca dünya edebiyatını dilimize kazandıran önemli isimlerden biri olduğunuz çok net görülebiliyor. Peki siz bir eseri Türkçeye çevirmeye nasıl karar veriyorsunuz? Karar verdikten sonra nasıl bir yol izliyorsunuz, nedir çeviride “Celal Üster Kuralları”?
Eskiden, örneğin 1960’lı, 1970’li yıllarda yayınevlerinin kitap seçiminde çevirmenlerin çok daha fazla payı vardı. İnternetin olmadığı yıllarda dünya edebiyatını yabancı dergiler ve gazetelerden izleyen, yurt dışına gittiklerinde kitabevlerinin rafları arasında gezinen çevirmenler, yayınevi yöneticilerine pek çok öneri getirirlerdi. Zamanla, yayınevlerinin gelişmesi, çok daha profesyonelleşmesiyle, bu araştırmayı yayınevi yönetmenleri, giderek editörler kendileri daha çok yapar oldular.
Ben de, o yıllarda, çoğunlukla kendi seçtiğim ve yayınevine kabul ettirdiğim kitapları çevirme olanağı buldum. Örnekse, Juan Rulfo’nun Kızgın Ova’sı, George Thomson’ın Tarihöncesi Ege’si… Şimdilerde de benim önerdiğim kitaplar oluyor, ama genellikle yayınevi öneriyor bir kitabı bana, ben de kafama yatarsa çeviriyorum.
Bir kitabı çevirmeye karar verdikten sonra, elbette belirli bir hazırlık yapıyorum. Daha önce okumuş bile olsam, ister istemez yeniden okuyorum o metni; ama tabii ki çevirmen gözüyle bir okuma oluyor bu. Tam elli yıldır çeviri yapmama karşın, hâlâ sık sık sözlüklere, ansiklopedilere başvururum. Bence, pek çok uğraşta olduğu gibi, çeviride de kuşku ve merak onsuz edilemez ögelerdir. Bir sözcüğün karşılığını bilsem bile yazarın deyişine daha uygun düşecek seçenekler ararım. Kimi sözcük ya da deyimlere sözlüklerden bakıp not alırım. Bazı cümleleri şöyle çeviririm, böyle derim diye kafamda kurup bir kenara yazdığım olur. Kimi zaman, diyelim o romanın geçtiği dönemle ilgili bilgi edinmem gerekir. Bütün bunlar, o metnin içine girmemi, metinle içli dışlı olmamı, metne egemen olmamı sağlar.
Sözün kısası, çeviri süresince, o yazarla, o metinle “yatıp kalkarım…”
Diyeceğim, “Celal Üster kuralları” diye bir şey yok! Bunlar, çevirmenine göre değişse de, her çevirmenin az çok yapması gereken şeyler.
Bir kitap için bir başka önemli parametre de editördür. Çeviri kitabın editörlüğü konusu sanıyorum biraz hassas bir konu. Sizin çevirilerinizde bu süreç nasıl ilerliyor?
Hiç değilse nitelikli yayınevlerinde nitelikli editörler var şimdi. Tabii ki, editör, elindeki çeviriyi vezir de eder, rezil de! Bazıları ille de bir şey yapayım derken yapılmış işi bozarlar. Ama bazıları da sizin hatalarınızı yakalar, sizi kurtarırlar. Neyse ki, benim editörlerimle aram iyidir.
Son dönemde, İş Kültür Yayınları’nın Modern Klasikler dizisine yaptığım çevirilerde o dizinin editörü Gamze Varım’la çalışıyorum. Çok titiz olduğu için talihliyim. Onun saptadığı cümleler, sözcükler üstünde birlikte çalışıyoruz, sonunda ortak bir karara varıyoruz.
Sizin kendinizi yakın hissettiğiniz edebiyat hangisi peki? Nedenleriyle açıklamanızı istesem.
Lise yıllarında on dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatına sardırmıştım. Özellikle de Dostoyevski’ye. Budala’daki Prens Mışkin’le handiyse özdeşleştirmiştim kendimi. O sıralar bir sınıf arkadaşımla birlikte kendimizi Dostoyevski’ye o kadar kaptırmıştık ki, sonunda bir gün okulda okutulan derslerin gereksiz olduğuna, oturup Dostoyevski’nin yapıtlarının tümünü okumanın çok daha iyi olacağına karar vermiş, tabii o yıl yedişer dersten sınıfta kalmıştık!
Sonradan, yeni kitaplardan çok, Karamazov Kardeşleri, Budala’yı, Suç ve Ceza’yı hep yeniden okumayı yeğledim. Her okuyuşumda, insan ruhunun derinliklerinde, afallatıcı dolambaçlarında yeni şaşkınlıklara uğradım, yeni şeyler keşfettim.
Bir dönem, yetmişlerin sonları ve seksenlerde Latin Amerika edebiyatının tiryakisi oldum. Asturias’ın, Marquez’in. Onların bitmez tükenmez imgeleminde, düşsel âleminde, hayatın gerçeklerinin daha derinden ayırdına vardığımı sezinledim. Yaşar Kemal’le aynı soydan geldiklerini fark ettim.
Sonra Ferit Edgü, Kafka ve tabii Borges. Aslında insanın hangi dönemlerde hangi yazarlara takıldığına bakarak, o insanın ruhsal haritasını çıkarmak mümkün.
Şimdilerde Robert Louis Stevenson, H. G. Wells okuyorum ve çeviriyorum. Bir zamanlar İngiliz Erkek Lisesi, Robert Academy ve Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuduğum düşünülürse, bir bakıma “aslıma rücu ediyorum” belki de!
20. yüzyıl edebiyatının en etkileyici yazarlarından biri James Joyce. Onun tartışmalı dilinden söz edelim isterim. Yazarın pek çok eserini dilimize kazandırmış biri olarak nedir onu bu kadar zor ve anlaşılmaz kılan?
Ben, Joyce’un yalnızca iki “çocuk kitabı”nı çevirdim Türkçeye. Bir de, kısa bir süre önce yayımlanmış olan “İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları” adlı derlemem için, Dublinliler adlı kitabındaki “Araby” öyküsünü çevirmiştim.
Ama Joyce’un Dublinliler ve Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi yıllar önce Murat Belge tarafından dilimize kazandırıldı. Daha sonra Fuat Sevimay da Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi adıyla çevirdi o kitabı. Ulysses, önce Nevzat Erkmen, daha sonra Armağan Ekici tarafından çevrildi. Geçen aylarda da, Finnegans Wake, Fuat Sevimay tarafından Finnegan Uyanması, Umur Çelikyay tarafından da Finnegan’ın Vahı adıyla Türkçeleştirildi.
Kuşkusuz, özellikle Ulysses ve Finnegans Wake çevirileri, yapıtların kendi yapılarından doğan karmaşıklık yüzünden tartışmaya açık da olsa, görüldüğü gibi Joyce’un belli başlı dört kitabı Türkçeye çevrilmiş bulunuyor. Sizin deyiminizle “zor ve anlaşılmaz” bir yazarın başlıca yapıtlarının dilimize kazandırılmış olmasını, Türkçede çeviri uğraşı verenlerin bir zaferi olarak görüyorum.
Eh, Joyce yirminci yüzyıl edebiyatını umulmadık bir doruğa ulaştırıp geleceğin edebiyatının kapılarını ardına kadar açan bu yapıtlara bu kadar emek verip göz nuru döktüyse, az önce adını andığım çevirmenler de onun bu kitaplarını belki yıllarca uğraşa didine Türkçeye kazandırdılarsa, o zaman aynı sabır, emek ve okuma uğraşını okuyucudan da beklemek gerekir diye düşünemez miyiz?
Nitekim, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni on yılda, Finnegans Wake’i on yedi yılda yazmış olan Joyce da, “Kitaplarımı anlamak isteyenler, onların üstüne benim harcadığım kadar zaman harcasınlar,” dememiş midir?
Joyce karşısındaki “korku”muzu biraz olsun hafifletmek için, karmaşıklık ve zorluğun pek çok nitelikli yazar için geçerli olduğunu düşünebiliriz. Özellikle de en yalın görünen yazarlar için. Örneğin, simgeleri, metaforları bir yana bırakırsak, Kafka da, Borges de ilk bakışta çok yalın yazarlardır. Ama gerek Kafka’yı, gerek Borges’i okumaya ya da çevirmeye kalkanlar, ancak o yalın satırların, söz dizimlerinin ardındaki karabasanları havsalalarına sığdırabildikleri, bu yazarların düş güçlerinin yelken açtığı derin sulara açılmayı göze alabildikleri ölçüde işin sırrına varabilirler.
Diyeceğim, aynı şey, belki biraz daha karmaşık bir biçimde, Joyce için de geçerlidir. Yoksa, sorun “anlaşılmazlık” değildir. Daha doğrusu, bir sanat yapıtından tek beklediğimiz “anlaşılır” olması mıdır? Ya da yalnızca “anlamak” için mi okuruz bir kitabı, seyrederiz bir resmi ya da heykeli?
Bence, ilkin anlamayı bir yana bırakalım, Joyce’un dil ustalıklarının, aklı aşan bilinç akışının nehrine bırakalım kendimizi. O zaman anlamaya da başladığımızı göreceğiz belki de.
Yazarın yaşamı boyunca kaleme aldığı iki çocuk kitabı, Kedi ile Şeytan (İletişim Yayınları) ve Kopenhag’ın Kedileri (hep kitap) sayenizde dilimize de kazandırıldı. İkisi de Joyce’un torunu için kaleme aldığı eserler. Dil ve anlatım tarzı açısından James Joyce’un çocuk kitabı yazarlığı hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Şimdi, efendim, her şeyden önce James Joyce’un bunları birer çocuk kitabı olarak yazmadığını vurgulamalıyım. Bunlar, Joyce’un 1936 yılının ağustos ve eylül aylarında dört yaşındaki torunu Stephen’a yazmış olduğu mektuplar. Stephen o sıralar okuma biliyor muydu? Bilmiyorum. Olasıdır ki, annesi ya da babası okumuştur ona.
Joyce bu mektupları yazdığında, Stephen, Menthon-St-Bernard’daki Villa des Roses’da kalıyordu. İlk mektubu yazdığı 10 Ağustos 1936’da Joyce Fransa’nın kuzeybatısında Normandiya kıyısındaki Villers-sur-Mer kasabasındaydı. Mektupta, yörenin Fransız folklorundan bir masala, İrlandalılığından gelen nüktedanlığını da katarak yer vermişti. Masalı, ilk başlarda, olanca yalınlığıyla anlatmasına karşın, sonlara doğru o kendine özgü sözcük oyunlarının önüne geçemediği görülür. Dahası, dolaylı olarak kendine de alaycı göndermelerde bulunmaktan kaçınamaz.
Joyce’un, uzun yıllar sonra elinizdeki Kedi ile Şeytan adlı kitaba dönüşen mektubunun sonundaki açıklamalarından, kendini kötü bir Fransızca konuşan Şeytan’a benzettiğine, kendini alaya alarak Şeytan’la kendisi arasında yakınlıklar kurduğuna tanık oluruz. Nitekim, ünlü çocuk kitapları illüstratörü Gerald Rose da, kitabı resimlerken, Şeytan’ı açıkça Joyce’a benzetmiş.
Joyce, Beaugency kedisi ve şeytanını anlattığı bu mektubunda, Stephen’a birkaç gün önce “içi şeker dolu küçük bir kedi” gönderdiğinden söz eder. Yazarın başyapıtlarından Ulysses’in Homeros esinli bir roman olduğunu düşünürsek, Joyce’un yetişkin okurlarını hemen gülümsetecek bir “Troya kedisi”dir bu. “Troya atı”ndan esinlenilmiş bir “Troya kedisi”…
Elinizdeki ikinci kitap, Kopenhag’ın Kedileri de, Joyce’un Stephen’a 5 Eylül 1936’da yazdığı bir mektuptaki öyküden oluşturulmuş. Resimlemek de Amerikalı illüstratör Casey Sorrow’a düşmüş.
Bu mektubu yazdığı sıralar Danimarka’daydı Joyce. Parasal durumu hiç de iç açıcı değildi. Paris’ten kaçıp Kopenhag’a sığınmıştı belki de. Dancayı meramını anlatabilecek kadar biliyordu. Hem Vikinglerin soyundan gelen öteki bütün Dublinliler gibi damarlarında sağlam Danimarkalı kanı dolaştığını söylemek hoşuna gidiyordu, hem de Hamlet’in anayurdundayken Ulysses’in Danca basılmasını hızlandırmayı geçiriyordu aklından. Ulysses’in İngiltere’deki ilk basımının, Bodley Head basımının provalarını da Kopenhag’da okumaya başladığı söylenir. Bütün bunlardan anlaşılabileceği gibi, Danimarka günlerinin Joyce’un yaşamında özel bir yeri vardı.
Kopenhag’ın Kedileri’nde anlattığı öyküye gelince, posta kutularının çok hoşuna gittiği belliydi. Finnegans Wake’in inatçı postacısı Shaun’u akılana sokan da, Danimarka’nın o kırmızı ceketli postacılarıydı belki de. Kaldı ki, o sıralar yazmakta olduğu Finnegans Wake’te birçok Danca sözcüğe yer verecekti.
Çocuklar akıllarıyla dalga geçilmesinden hiç hoşlanmayan ve sevmedikleri şeyleri acımasızca karşısındakine söyleyen bir karaktere sahiptir. James Joyce, kaleme aldığı bu iki kitapla bir çocuğa neler anlatıyor?
Bana kalırsa, Joyce, bu iki mektubunda, çok sevdiği torunu Stephen’a bir masal ve bir öykü anlatıyor. Belli ki, torununu eğlendirmek istemiş, ona kendi kaleminden çıkmış bir masal ile bir öykü armağan etmiş.
Kopenhag’ın Kedileri, Kopenhaglıların yaşam tarzına, davranış biçimlerine, Kopenhag toplumuna dair ipuçları sunuyor. James Joyce neden, Kopenhag’da var olmayan kediler üzerinden bütün bu ayrıntıları veriyor ve kedilerin bütün bunlara çare olacağına kanaat getiriyor?
Gerçi, Joyce, Stephen’a, “Heyhat! Sana bir Kopenhag kedisi gönderemiyorum, çünkü Kopenhag’da hiç kedi yok,” diyor, ama Kopenhag kentinde gerçekten hiç kedi yok mu, yoksa bu Joyce’un bir “oyun”u mu, doğrusu bilmiyoruz.
Tek bildiğimiz, her iki mektubun da “kediler” üstüne kurulmuş olması. Ama Ulysses romanının, Leopold Bloom’un ortaya çıktığı ilk bölümünde, aç bir kedi ile Bloom arasındaki konuşma bile, Joyce’un kedilerle arasının iyi olduğunu akla getiriyor. Torunuyla iki kedi öyküsü paylaşan dede Joyce var karşımızda.
Çocuk kitabı çevirmenin herhangi bir kitap çevirmekten farkı var mıdır? Zira hitap edilen kitle çocuklar olunca tek kaygı edebi aktarım olmayabilir. Başta konuştuğumuz kültür ve dil konularından ötürü ayrı bir hassasiyet gerekir mi? Bu soruyu bu iki kitap özelinde de soracak olursak, çevirinin sizi uğraştıran noktaları oldu mu?
Çevirmen gözüyle baktığımda, Orwell’in 1984’ünü çevirmekle Roald Dahl’ın Çarli’nin Çikolata Fabrikası’nı, hatta Joyce’un torununa mektuplarından doğan bu iki kitabı çevirmek arasında temel bir fark göremiyorum ben. Neden derseniz? Sonuçta, hepsinde de, bir yazarın kaleme aldığı edebî metinleri çeviriyorsunuz da ondan.
Gelgelelim, çocuk kitapları, yetişkinlerin kaleminden çıksalar da, ya çocukların okuyabileceği biçimlerde ya da elden geldiğince çocuk gözüyle yazılmaya çalışıldıkları için, yetişkin kitaplarından farklı sayılabilecek bakışlar, üsluplar taşıyorlar. Kaldı ki, bugün artık çocukların farklı yaş grupları için kitaplar hazırlanıyor. O yüzden, çevirmenin, çocuk kitabındaki yalınlığı, sözcük ekonomisini, çocuksuluğu yakalaması ve kendi diline aktarabilmesi gerekiyor.
Yine de, “çocuk edebiyatı” ile “yetişkin edebiyatı” arasında zaman zaman yalnızca kılcal bir ayrım olduğunu da unutmamalı. Örneğin, Robert Louis Stevenson’ın Define Adası adlı romanının, Mark Twain’in Huckleberry Finn ve Tom Sawyer adlı kitaplarının, hatta Orwell’in Hayvan Çiftliği adlı yapıtının, çocuk edebiyatı sınıflamasına mı, yoksa yetişkin edebiyatı kategorisine mi girdiği çok tartışılmıştır.
Zaman zaman hayata çocukların büyük gözüyle, büyüklerin de çocuk gözüyle bakabileceğini aklımızdan çıkarmamalı, çocuksuluğumuzu hiç yitirmemeliyiz.
Dublinliler, Ulysses, Finnegans Wake gibi 20.yüzyıl başyapıtlarını kaleme almış dahi bir yazarın çocuklar için yazdığı iki metni siz nasıl yorumluyorsunuz?
Kedi ile Şeytan ve Kopenhag’ın Kedileri’nin ikiz kardeşler olduğunu söyleyebiliriz. Benim vurgulamak istediğim, Joyce gibi dünya edebiyatının akışını değiştirmiş bir yazarın torununa mektuplarından oluşturulmuş bu iki kitabı yalnızca birer çocuk kitabı olarak görmenin çok yanlış olacağı.
Çünkü satır aralarında da olsa alışılmış düzene kafa tutan, kışkırtıcı sözler içeren bu iki kitap, dünya edebiyatının belki de çevrilmesi en zor kitaplarını kaleme almış bir yazarın düşünce yapısının, hatta üslubunun küçük ipuçlarını taşıyan birer miras değerinde. Yalnızca Stephen ve ailesine değil, aynı zamanda tüm Joyce okurlarına kalmış değerli bir miras.
O yüzden, Dublinliler’i, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni, Ulysses’i, Finnegans Wake’i okuyan, okumaya çalışan yetişkinlerin arada şöyle bir soluklanıp bu iki küçük kitaba göz gezdirdiklerinde beklenmedik keyifler alabileceğini umuyorum…