Cihangir için pek iyi günlerden geçmiyoruz. Mahallenin simitçisi doğalgaz patlaması sonucu düşen betonların altında kalarak öldü. Tophane sakinleri, kaçıncı keredir, pek sakin duramayarak soluğu bizim mahallede alıyor.
Ama Cihangir bundan biraz daha fazlası.
Yirmi yıldır yaşadığım semt Cihangir. Sanki hepsi dün gibi. Dıştan döküntü, içten bir mücevher, daireleri yüksek tavanlı, eski bir Rum evi olan apartmanın önüne park ettiğimiz arabanın camının patlatılışı; teybin ve arabada unuttuğumuz çantanın soyuluşu. Daha ben Jilet Sinan'ı yazmamışım. Daha İstanbul'un sokak çocukları, otopark mafyası, kapkaççılarıyla tecrübeler kazanmamışım. Evin cumbasının ahşap pencereleri rüzgarı içeri üfürüyor sonbaharda. Aslına sadık kalmak istesek de olmuyor, apar topar değiştiriyoruz çerçeveleri. Pimapen denen ucube giriyor böylece hayatımıza. Sonra sonra anlıyorum ki aslına sadık kalmak zor burada. İstanbul demek değişim demek, dönüşüm demek. Hem de çok hızlı değişim.
Aradan geçen yirmi yılda neler değişti? Ben Cihangir'i niye sevdim, niye kopamadım kedilerin, travestilerin, şairlerin, entellektüellerin, peş peşe açılan cafelerin semtinden? Resimler ekleniyor birbirine Cihangir'i düşünürken. Resimler ve insan manzaraları.
Bakkaldaki pijamalı arkadaş
Belki on yıl önce, belki daha fazla. Sabah mahmur gözlerle bakkala girmişim. Bakkalda hayli uzun boylu, yapılı bir arkadaş. Sandviç yaptırıyor kendine. Benim ekmek almam kadar onun ekmek arası salam-kaşar siparişi de olağan. Olağan olmayan vatandaşın pijamaları ve kolundaki serum torbası. Yüzündeki şişkinlik ameliyatın cinsini az çok ele veriyor. Eski Taksim İlk Yardım Hastanesi'nden bakkala bir koşu karnını doyurmak için çıkan ve bu anektodun konusu olan arkadaş da dönüşüm geçiriyor. Cihangir'in translarından. O zamanlar semtin asal konukları onlar. Sonra kiralar yükseldikçe, Cihangir elitleştikçe kayboluyorlar ortadan.
Cihangir Parkı
Daha önce çitlembik ağaçları varmış, kesilmiş. Bundan elli altmış yıl önce. Son kırk yılda büyüyenleri de parkı yıkıp yeniden yaparken belediye kesti. Protestolar, parkın etrafındaki mezarlık görüntülü yüksek duvarları indirmeye yaradı en fazla. Ağaçlar gitti, çocuklarımızı büyüttüğümüz çimen kokulu park gitti. Beton bir heyula geldi yerine. Kullanmaz olduk parkı. Ta ki şehri derinden sarsan Gezi eylemleri sonrasında parklara hayat getiren forumlara kadar. İşte bu forumlar sırasında olağanüstü bir gün, örgütlü örgütsüz eşcinsel arkadaşlar kendi deneyimlerini paylaşacaklar bizimle. Olağanüstü olan onların anlatacakları değil. Parkı Tophanelilerin basması. Sebep: Forumlar sırasında parkta alkol içilmesi. Şişelerin yok edilmeyip ertesi gün parka gelecek annelerin ve çocukların alanını kirletmesi. Şikayetleri haksız değildi. Ortam yumuşasın diye, buyrun konuşalım, dendi. Başı kapalı bir anne, iki üç bıçkın Tophane delikanlısı söz aldı. Anladık ki, parkın gece sakinleriymiş onlar. Dışlanmaktan mağdurlarmış. Söz verdik, olmayacak bundan sonra, park en nihayetinde annelerin ve çocuklarındır, dedik. Cihangir, şanslıysanız, eviniz üst katlardaysa sadece pencereden deniz manzarasıyla çarpıştığınız bir semt değildir. Tophane'yle de çarpışırsınız burada. Tophane'nin muhafazakarlığıyla, satırlarıyla, bir gün ansızın Cihangir barlarının önünde kurşun saydıran külhanbeyi kültürüyle. Dışlanmışlığıyla.
Esnaf kültürü
Cihangir benim için, Kasaba ve Yalanlar'ı yazarken seyrettiğim, balkonlarda çiçeklerini sulayan kadınlar, ev sakinlerinin durumuna göre, kirli ve gri renkte ya da sakız gibi bembeyaz perdelerdir. Çekirdek aileleri haber veren. Sokakta tavla oynayan mahalle esnafıdır. Oyun kızıştı mı tavlaya vuran taş sesleri. Küçücük bir berber dükkânıdır. Sabahları erkenden açılan kepenkler. Esnaf kültürü. Hâlâ yaşayan. Köşedeki Malatyalı bakkal. Seçimlerde heyecanla hangi partiye oy vereceğimi benimle tartışan. Az ileride kaybolan bir kasap dükkânı. Bu satırları yazarken hatırladığım. Onun beyaz önlüğü, bazen birkaç kan damlası sıçrayan. Yoksa benim hayalimde mi var o damlalar? Kasabın adını hatırlamıyorum. Ama dükkanın duvarına astığı yemyeşil bir dağ manzarası hatırımda. Konuşmuştuk, yazları gidiyordu o dağa, soluk almaya.
Orhan Kemal Müzesi
Gel zaman git zaman bir ahbap daha ediniyorum semtte. Işık Öğütçü. Babası edebiyatımızın çok bilinen isimlerinden. Orhan Kemal. Akarsu Caddesi üzerindeki Orhan Kemal Müzesi'ni kurmuş yazarın oğullarından Işık Öğütçü. Radikal 2 için kaleme aldığım bir yazı sırasında tanıştım onunla ve zamanla "Cihangir'in yüzleri"nden biri oldu benim için.
Markete giderken, kahveye inerken, semt turu atarken rastladığım simalar. Onlardan biri de '"aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin" 'ya da "küsecek kadar sevmeli insan birini" diyen şair Haydar Ergülen. Sıraselviler'de çıkar yoluma, dalgın adımlarla karşıdan karşıya geçerken, markette kasa kuyruğunda. Gözlükleri, uzun sakalı ve aydınlık gülümsemesiyle hatırlarım onu. Yazar Mine Söğüt'ün kara sürmeli gözleriyle selamlaşırdım eskilerde. Şair ve yazar Murathan Mungan'la. Biri Bodrum'a taşındı, öteki İstanbul'un uzak bir semtine. Şimdilerde Radikal gazetesinin kurucu isimlerinden Tuğrul Eryılmaz kesiyor ara sıra yolumu. Bir zamanlar köşe yazılarını severek okuduğum Yıldırım Türker'i görüyorum uzaktan. Saatler ve Geyikler'i benim için bir başyapıt olan şair Lale Müldür'ü. Ve adlarını bilmediğim boy boy dizi oyuncularını. Dizi demişken yaşadığım sokağı mekan tutmuşlardı geçen yaz. Hem de aynı anda iki dizi seti birden. Görülmeye değerdi doğrusu. Baktım olmayacak sonunda ben de oyunculuğa soyundum bir sabah. İstanbul sıcağı cinnet derecelerindeydi. Aynı öfkeli ve yüksek perdeden atılan tiradı sabah on sularında on kez tekrarlayan oyuncunun tiz sesine dayanamayıp balkona çıktım. Karşı balkonda diğer setin oyuncularıyla göz göze geldim. Mahalle sakinlerine bu azabı kimin reva gördüğünü, çekim sırasında sesi mümkünse bir perde aşağı çekmelerini söyledim avaz avaz.
Almanya'dan tanıdığım, Fatih Akın'ınYaşamın Kıyısında filmi ile adını duyuran ve bir ara soluğu Cihangir'de alan arkadaşım Nursel Köse'nin de adını anmalıyım bu arada.
Manzara Deyince
Eskiden Cihangir'e karşıdan bakıp binaların birbirinin manzarasını kapatacak biçimde dizildiği mimarisini eleştirirmiş İstanbullular. O devirler bitti. Manzara hakkı hiçbir semtte gözetilmiyor artık. Yine de Boğaz'ın en müstesna manzaralarından biri Cihangir Caddesi'ndeki apartmanların üst katından seyredilendir. Salah Birsel'i anarak söylersek Boğaziçi şıngır mıngırdır buradan bakınca. Kadın yazarlarımızdan Şebnem İşigüzel'in eşiyle paylaştığı deniz manzaralı dairede, çocuklarımızı büyütürken, bu eşsiz manzaradan kotamı epeyce doldurduğumu söyleyebilirim. İstanbul'a bakıyorduk, ama taşra yanımızdaydı. O Yalova'yı anlatıyordu, ben doğduğum Kırıkkale'yi.
İstanbul ve Cihangir böyle değişik bir kolajdır işte. Bir yanda son model jipleriyle Cihangir'in dar sokaklarında üstümüze üstümüze gelenler, öte yanda son model çöp toplayan adamlar, bir yanda beyaz Türkler bir yanda yoksul, alt sınıf Türkler, bir yanda Boğaziçi, öte yanda İstanbul'da yaşayıp denizi bilmeyenler.
Yazıyı bitirirken, Cihangir'in klasiklerinden Savoy Pastahanesi yakınlarında tanık olduğum benzersiz bir manzarayı hatırlıyorum: Öğle vaktiydi sanırım. İşe yarar kağıt, teneke kutu, şişe bulmak için çöp konteynerini eşeleyen vatandaş, muhtemelen Cihangir'de yaşayan, ünlü ya da ünsüz bir ressamın nü çizimlerine rastlamıştı çöpte. Büyük boy çizim defterine karalanmış siyah-beyaz nü kadınları tek tek inceliyor, beğendiğini bir kenara ayırıyordu. O resimlerin akıbetini bilmiyorum ama sahne bence eşsizdi. Cihangir'i anlatıyordu. İstanbul'u anlatıyordu. Bizi anlatıyordu.
Cihangir'in, İstanbul'un, "bizim" hikâyelerimizin zenginliğini anlatıyordu.
Ne diyorduk? Evet, bir sabah ansızın kaldırımlara dikilen billboardlara, Akarsu Caddesi'ne bize sorulmadan konan beton babalara, Taksim İlkyardım'ın süren inşaatına, artan gürültüye, bazen sabrın taşmasına rağmen Cihangir de İstanbul da candır.