Alper deyince, Afili Filintalar diye bir grup var değil mi, sen de orada yazıyorsun. -Blog var. Bir dergi, internet dergisi… Alper Canıgüz var, Murat Menteş var, sen varsın.
Eskiden işte Emrah Serbes’in falan orada yazıları var, çok değerli. Şimdi en hareketli zamanlarını yaşamıyor gerçi site de. Bundan 3-4 yıl önce orada bir yazar grubu, birbirlerini besleyerek… Ender görülen şeyler ya bunlar Türkiye’de. O yüzden ben de şimdi, gerçi ben yeniyim bir şey söylemeye hakkım yok.
Yeni misin?
Oranın en yenisi benim. Ama takip ettim yıllarca orayı.
Sonra, “Küçüğe Bir Dondurma”… 2009. Bir yabancı olarak baba…Sen babanla ilgili yazmıştın. Mühendisti değil mi baban?
Evet. Mühendisti. Küçüğe Bir Dondurma, bir baba-oğul ilişkisi üzerineydi. Çünkü, babalarla oğulların şöyle bir şanssızlıkları var; birbirlerini çok geç keşfediyorlar bizim kültürümüzde. Bir gün bir şey fark ettim. Hayatınızda bir yabancının varlığını fark ediyorsunuz. Keşfediyorsunuz yani… Hayatımdaki bu yabancı da kim, diyorsun ve onun baban olduğu ortaya çıkıyor. Baban bir yabancıya dönüşüyor birdenbire. Çünkü, onun senin baban olması dışındaki özelliklerini fark etmeye başlıyorsun. Çünkü, adam bir yabancı. Bu çok travmatik bir şeydir erkek çocuk için. Gerçi kızlarla anneler de benzer şeyleri yaşıyor ama kadınlar duygularını ifade edebilme konusunda daha cesur ve iyiler, yetkinler. Bir şekilde aşabiliyorlar onlar çoğunlukla. Baba ile oğul çoğunlukla aşamıyor ve aşamadan da ölüyor baba çoğunlukla zaten. Bir de öyle bir şey oluyor. Ve bu ölen adam kimdi acaba, diye düşünürken buluyorsun kendini. Hayalleri neydi acaba?
Baban senin genç ölmüştü değil mi?
Genç denecek bir yaşta öldü. Ellilerinde öldü. Genç, evet. Ama bu kişisel bir şey ama tabii genelleştirilebilecek şeyler üzerine yazmak lazım genellikle. Pek çok Türkiye erkeği için geçerli olan bir şey. Batıda da aynı şey geçerli. Babalar ve oğullar birbirlerini yabancı olarak tanıyorlar ve o şekilde de ölüyorlar çoğu zaman. Şansları varsa hayat bazı fırsatlar sunuyor birbirlerini anlamaları için. Ama her zaman o şans olmuyor.
“Selanik’te Sonbahar”, altıncı romanın, 2011’de çıkmış. Ben hep niyetlendim, bir türlü okuyamadım. Hep aklımda Atatürk’le ilgili, Mustafa Kemal’le ilgili diye kalmış. Ama sonra şöyle bir baktım, içinde Jim Morrison, Jimi Hendrix, Janis Joplin gibi…
Çok çılgın bir kitap aslında, çok çılgın bir kitaptır.
Sonra hemen okumaya karar verdim.
Ama Türkiye’deki siyasetin ortasına düştüğü için çok az kişi değerlendirdi. Mesela Profesör Gürsel Aytaç, Selanik’te Sonbahar hakkında bir yazı yazmıştır.
Bu kitapta çok çılgın anlatım özellikleri ve çok değişik roman fikirleri var, bunlar nasıl bugüne kadar kimse tarafından fark edilmemiş, hayret, diye Gösteri’de bir yazı yazmıştı. Çünkü bu işte bağlamsızlık dedik ya demin, yine o bağlamsızlık fırtınasına yakalandı bu kitap da. Şöyle şeyler söylüyordum ben röportajlarımda ama tahmin etmem lazımdı. Henüz pişmemişim o zaman demek ki tam olarak. Bu kitapta diyorum ki bir ulusal kültür sentezi yapmak istedim, dedim ben. Ulusal kültür diye bir şey var, bu önemli bir şey. İhtiyacımız var. Böyle bir sentez yapılması lazım falan. Atilla İlhan’dan doksanlı yıllarda duyduğum şeyleri, kendimce harmanlayıp bir kavram üretmeye çalıştım yani. Cümlenin içinde ulusal kelimesi geçiyor ya, sen ulusalcısın, darbecisin, bu da darbecilerin kitabı diye kampanya başlatıldı. Selanik var. Selanik geçiyor. Taraf gazetesi kampanya başlattı kitap hakkında. Darbecilerin romanı yazılmış, falan diye. Ondan sonra öyle olunca, bir takım aşırı ulusalcı arkadaşlar, kitaba sahip çıkıyoruz evet bu kitap doğruları savunuyor, oldu ama iki taraf da kitabı okumamış aslında. Birden kelalaka savunanlar ve kelalaka saldıranların arasında kaldı kitap ve Gürsel Aytaç gibi bir avuç insan okuyabildi en sonunda. Ama kitabın esprisi güzeldir. Herkesin düşündüğü bir şey vardır ya, ya Atatürk olmasaydı? Benim hikayemde de Atatürk suikaste uğruyor…
Sonra yazdılar ya, olmasaydın ne olurdu, diye...'Olmasaydın da olurdu' diye ilan verdiler!
Osmanlı’nın 2010’lu yıllardaki hali, başkent İstanbul ve bir tane pop yıldızı var Osmanlı’nın. Ve şöyle bir ironisi vardı kitabın, 2010 İstanbul Osmanlı’nın başkenti ama her şey aynı şu andakiyle. Birebir aynı yerde geçiyor. Her şey aynı. Gene Latin alfabesine geçilmiş, gene sokakta sarıklı ve mini etekli insanlar yürüyorlar beraber. Gene saçmasapan bir kolaj var şehrin içerisinde, neresi olduğu belli değil. Bugünkünden hiçbir farkı yok. Eee o zaman Cumhuriyet niye ilan edildi? Asıl sorduğum soru oydu benim kitabın genelinde. Bir kişi lütfedip onu anlama çabasına girmedi. Gürsel hoca ve 1-2 kişi dışında. Bir tane de tabii pop yıldızı var. 2010 yılında geçen bir şey olduğu için. Osmanlı’nın en meşhur pop yıldızı Atilla diye birisi var. Tarkan gibi biri bu. Anlatıyorum, çünkü bu içimde çok ukte kalmış bir kitaptır. İşte bu yıldız uyuşturucu ve çılgın bir hayat yaşıyor. Yozlaşmış bir hayatı var ama dünyaca da meşhur bir taraftan. Çok parası var. Vazgeçemiyor bu hayattan falan. Sonunda sevdiği kızı uyuşturucu yüzünden kaybedip, ağır bir depresyona sürükleniyor ve kendisini öldürmeyi düşünürken babası ona Selanikli büyük dedesinin günlüğünü getiriyor. Bunun Selanikli büyük dedesi Mustafa Kemal adında, bugün kimsenin hatırlamadığı bir Osmanlı paşasıymış. 1919 yılında Anadolu’da mücadele başlatmak için Samsun’a gitmek istemiş...
Bu adam mı?
O adam. O unutulmuş olan paşa. Fakat yola çıkmadan bir gün önce suikaste uğramış ve vücudu sakat kaldığı için kimse de kendisine sahip çıkmamış ondan sonra. Hayata küsüp, Selanik’teki babasından kalma pembe eve gidip, hayatının geri kalanını orada günlük tutarak geçirmiş. Günlüğe yazdığı fikirler de bildiğimiz fikirler aslında. Pembe evde yaşamış. Fakat o zaman Selanik de Alman işgalinde. 1940’larda hala ben yaşadığını varsaymışım. Neyse uzatmayayım, bizim pop yıldızı büyük dedesinin günlüğünü okuyor ve çok etkileniyor. Bir aydınlanma yaşıyor ve Allahım bu ülke nereye doğru gidiyor, bir şeyler yapmak lazım duygusuna kapılıp, konserlerinde o günlükteki fikirleri dillendirmeye başlıyor. Ve böylece tehlikeli bir adam haline geliyor. Çünkü çok hayranı var. Diyorlar ki, uluslararası bir plak şirketi var bunun işlerini yapan, biz bu adamı öldürelim diyorlar. Çünkü 27 yaşında zaten, efsane olacak yaşta tam. ‘’Biz bunu öldürelim, hem kurtulmuş oluruz, hem efsane yaparız, çok plak falan satarız.’’ Bizimki de buna uyanıyor ve kaçmaya başlıyor. Bu hikaye aslında değil mi? Bence eğlenceli.
Bence de. Mesela bu çok ilgimi çekti.
Bence sen bunu severdin ve seninle bunun üzerine tartışmak isterdim ama dediğim gibi o anda hiçbirimizde belki roman okuyacak hal yoktu.
Ben okuyayım sonra Eskişehir’de konuşuruz.
Tamam. Öyle şey bir döneme denk geldi ki çünkü. Tam işte Ergenekon tutuklamaları var, bir taraftan Balyoz…
Millet korkmuştur almaya.
Selanik kelimesi bile garip geliyordu insanlara.
“Tuna yazıyor diye Kelebek okuyan arkadaşlarım vardı!”
Sonra “Gönül Meselesi”… Bunu okudum. 2012’de Kırmızı Kedi’den çıkan hoş bir kitaptı. Hem de tam dönemin ruhunu yansıtan bir kitap.
Evet, ben seviyorum Gönül Meselesi’ni. Çok naïf bir kitaptır. Git Kendini Çok Sevdirmeden’in bir yerde devamı olsun diye yazılmış bir kitaptır. Ben Hürriyet’te bir yazı yazdım. O zamanlar Hürriyet’in Kelebek ekinde yazı yazdırıyorlardı bana. Ben de suistimal ediyordum. Aklıma ne geliyorsa yazıyordum, nasılsa bir gün kovarlar diye.
O yüzden de bir gün kovdular değil mi sonunda?
Yani kibarca şey yaptılar. Ben orada yapacağımı yaptım ama o güne kadar.
Biliyorum, okuyordum. Senin yüzünden Kelebek okuyordum.
Bunu söyleyen çok arkadaşım vardı.
Tabii ya, sana söyledim.
Senin yüzünden Seda Sayan’ın hayatı hakkında bilgilendik, falan diye. Neyse.
Ben şöyle bir tartışma açmıştım, o zaman bunun olmadığını düşünün. Dedim ki, Türkiye’deki kadınların yüzde ellisinin başı kapalı.
Daha Çok.
Daha çok da olabilir. Fakat televizyonda bu kadar dizi var. Hiçbirinde esas kızın başı kapalı değil.
Reklamlarda…
Reklamlarda da evet. Neden, diye bir soru sordum. Çok masum bir soru olduğunu zannediyordum ama ortalık birbirine girdi bu konudan sonra. -Başörtülü masum kızları lekelemeye çalışan bir adam olduğumu iddia ederek saldıranlar vardı.
Öyle mi?
Tabii canım. Bir kısım böyle saldırdı. Bir kısım da şey diye saldırdı, hah başörtüsü her yere girmişti, bir dizilere girmemişti, senin yüzünden oraya da girecek, diye saldıran bir güruh da oldu. Ve her zamanki gibi bizimkilerin kaderi herkesten dayak yemek aynı anda. Aynı anda iki taraftan da dayak yiyen adam olmakta üstüme yoktur benim. Böyle bir karambol oldu. Biri de şey dedi fakat, mantıklı tepkiler de yok değildi içinde. Tuna bey, sizin de o kadar romanınız var, onların içinde de yok hiç başörtülü bir kız, diyen bir okur oldu. Zaman içinde bu laf benim zihnimde yer etti ve evet, haklı aslında. Biz sonuçta romancıyız. Ve bu toplumun romancısıysak neden yok, olması gerekir, en azından denemeye değer diye düşünüp, başörtülü, Gönül adında, yirmilerinde, Saraybosna göçmeni bir kız hayal ettim. Bunun için de…
Yine de şey ama, şehirli müslüman.
Şehirli, evet. Saraybosna göçmeni. Pek çok İslamcı arkadaş edindim bu kitabı yazarken. Çünkü onlardan şey almak zorundayım.
Danışmanlık, feyz almak…
Servis aldım yani.. Onlar da ilk defa kendilerinden olmayan bir yazarın başörtülü bir karakteri yazmış olmasının verdiği heyecanla çok yardımcı oldular. Ben kitabı yazdım. Kitap çıktı. Ben dedim işte bunları söylüyorum. Tuna Kiremitçi hidayete mi eriyor, tepkileri buydu. Gene bağlamsızlık. İslamcılara göz kırpıyor, yarın AKP’li olursa şaşırmayın, diye makale yazıyor adam. Ama romandan bahsetmiyor hiç. Romanı okumamış zaten.
Sen de bunun üzerine Aydınlık’ta yazmaya başladın…
Aydınlık’ta gençlere destek vermek için yazdım.
Hayır, öyle değilim demek için…
Tabii tabii, ancak o temizler. Velhasılı kelam, bu bağlam özürlülüğünden Türkiye’nin, Alper Canıgüz’ün süper deyimiyle, çok çektik. En çok bundan çektik. Ve bu, insanda hal de bırakmıyor bir yerden sonra. Yeni bir laf edeceğim de ne olacak, yeni bir roman yazacağım da ne olacak, tartışacağız da ne olacak? Nasıl olsa o da havaya gidecek. Allahtan işte arkadaşlar birbirlerini destekleyerek, cesaretlendirerek yola devam ediyoruz.
“Cihangirli arkadaşlar Sultanbeyli'den ev alıyor!”
Sonra, üzerine konuştuğumuz “Sonun Geldi Sevgilim”, sanki senin bir dönem roman anlayışının sonunun geldiğini ima eden bir adı da var diye düşünüyorum.
Bir geçiş romanı o.
Bir geçiş romanı, evet. Sanki öyle de bir imalı isim koymuşsun gibi. Bir medya eleştirisi...
Medya eleştirisi olsun istedim aslında.
İstedin, evet. Televizyonlar, paparaziler, şunlar bunlar var. Bir taraftan da bir mafia hikayesi var.
İlüzyonlarla gerçekler üzerine bir şey olsun istedim.
Devrimci bir kadın var, Gülbahar. Ve onun ekibi var çay bahçesinde. Kanında virus taşıyan bir eşcinsel var. Kardeşleri çatışan, kendisi pişmanlıktan yararlanmış bir gerilla var.
Varoş kabul edilen bir yerde geçiyor hikaye. Düne kadar varoş kabul edlirken, kentsel dönüşüme uğramış… O yapı beni çok ilgilendirmişti. Benim arkadaşlarım vardı liseden. Bir çok arkadaşımız mesela Cihangir’de oturan bir sürü arkadaşımız, sırf ev sahibi olabilmek için kredi alıp, borç harç birleştirip, Sultanbeyli’de bir sitede ev aldılar mesela. Ya da Sarıgazi’de bir ev aldılar. Oralar da bir taraftan gelişiyor tabii. Büyük rantlar oluşmuş orada. Bloglar dikilmiş üst üste. Tabii oralar daha gelişmiş. Bir taraftan eski Cihangirli, Beşiktaşlı, Etilerli olan birtakım insanlar oraya gitmeye başlıyor. Fakat oranın varoşken yaşayan nüfusu da orada yaşamaya devam ediyor.
Sen kentsel dönüşümü erken fark etmişsin. Sen de aldın mı bir şeyler oralardan?
Çünkü arkadaşım oturuyordu orada, gidip gelirken… Bunu yaşayan bir arkadaşım vardı. Arkadaşım şeyde yaşıyordu, site daha bitmemiş, inşaat var sitede. Tamamlanmış dört-beş daireden birini buna vermişler. O oturuyor orada. Pencereyi açtığı zaman çukur var. Ne bu? Yüzme havuzu olacak. İşte orada birtakım molozlar var. Bu ne? Bu fitness kulüp olacak falan ama bir inşaatın içindesin. Ama broşürlerde bir dünya cenneti gösteriliyor sana.
Tabii sonra bakıyorsun, burası neresi olacak? Burası Toki olacak. Tokiye diyorlar ya, Türkiye değil. Cennet gibi bir yer olacak.
Bir taraftan ama o şey de sürüyor, fukaralık. Etraftaki varoş halkının fukaralığı da sürüyor. Ve bu iki tip insan karşılaşmak zorunda kalıyor orada. Yani birbirini görmezden gelerek yaşama sınırının sonuna gelmiş oluyorlar. Artık birbirlerini görmezden gelemezler. Ve bundan da durumlar doğuyor tabii. Bunu ben değerlendirmek istedim aslında. Bizim adamımız da çok beyaz bir hayat yaşarken; meşhur bir karısı var, medyanın içerisinde, tanınmış simalarla kokteyllere katılıyor, hahhahha falan böyle bir hayatta. Ve birden hayatı alt üst oluyor ve kendisini Sultanbeyli’de böyle bir evin içerisinde buluyor. Son parasıyla bunu almış. Oradaki insanlarla karşılaşmak zorunda kalıyor ve yeni bir hayat başlıyor kendisi için. Başta çok korkuyor. Ne yapacağını bilemiyor. Sonra fakat o insanlarla başka derdi var. Arkadaşımın çok sevdiğim bir lafı vardır; ‘’Depresyonda mısın? Başkalarıyla uğraş, geçer.’’ diye. Bizim adam da depresyonunu aşmak için hayatında ilk defa kendi bencilliğinden vazgeçme şansı yakalıyor.
Belki roman yazma gerekçesi de bu olabilir, sürekli olarak.
Olabilir, doğru.
Başkalarıyla uğraşmak, başka karakterler yaratmak… Son kitap da, “Uçan Halının Ayrodinamik Sorunları”, Tuna Kiremitçi… İkisinden biri yanlışmış hissi veren bir durum. Ya isim yanlış, Tuna’nın ismi ya da başlık yanlışmış gibi. Değil mi? Sanki böyle romantik, ironik hisli bir arkadaşımızın…
Gücünü o çelişkiden alıyor. Bunu nasılsa değiştiririz diye koydum ben. Sonra hep beraber çok sevdik yayınevinde. Gönlümüz el vermedi. Çünkü hiçbir şey yerini tutmuyor.
Kim buldu bu ismi?
Ben.
Aferin!
Bu kitabın fikri de 7-8 sene önce gelmişti. Ama yazamıyordum. Cesaret edemiyordum yazmaya. Konusu bence çok üzerinde tartışılması gerektiğini düşündüğüm bir şey.
Zaten şimdiden çok sevilmiş. Hakan Günday’la Ahmet Mümtaz Taylan okuyup görüş bile belirtmişler...
Beklediğimden daha coşkulu karşıladılar, sağolsunlar. İkisi de fazlasıyla açık sözlü arkadaşlarımdır. O yüzden onlara okuttum. Batılıların hoşuna gidecek oryantalist bir roman yazmaya çalışan bir yazarın hikayesi aslında.
Aşk romanlarının unutulmaz yazarı…
Aşk romanlarının unutulmaz yazarı… Bugüne kadar 18 aşk romanı yazmış. Bugün varya mesela, her kitabı 250 bin falan satan yazarlar var. Çoğunun adını bilmiyorum ama kitapçıya girdiğin zaman, birinci baskı 250 bin yazıyor. Bu da öyle bir yazarımız. Fakat bir gün diyor ki, ben niye bir Orhan Pamuk gibi dünyaca meşhur olamıyorum, diye bir şeye kapılıyor. Sonra araştırıyor. ‘’Neden benim de Elif Şafak gibi Amerika’da kitabım basılmasın?’’ Diyorlar ki etme, eyleme. O senin yolun değil. Sen aşk romanları yazarısın. Bırak onu onlar yapsınlar. Sen niye, falan…Hayır, ben de yapacağım, ben de Konya’ya gidip Mevlana romanı yazacağım, falan deyip Konya’ya gidiyor. Başka şehirleri de dolaşıyor Anadolu’da. Fakat gittiği yerlerde umduğu hikayeleri bulmuyor, umduğundan daha ilginç hikayeler buluyor.
Kars’a da gidiyor değil mi?
Kars’a da gidiyor, Hatay’a da gidiyor…
Orhan Pamuk’un, Elif Şafak’ın yolculuğunu mu izliyor, Kars, Kar…
Kar romanını okuyor. Kars’ta geçiyor. Ben de Kars’a gidip ben de yazacağım roman, diyor.
Senin ‘Git Kendini Çok Sevdirmeden’ini okuyup Eskişehir’e de gidiyor mu?
Yok gitmiyor. Beni adamdan saymıyor!
Koysaydın keşke, ne güzel olurdu. Oldu mu Tunacım senin kendine, kentine, Eskişehir’e şu kitapta yer vermemek?
Amerika’da basılmış olması lazım kitabının. Öyle bir şey var.
Öyle mi? Senin yok mu Amerika’da?
Benim yok.
Ama çok dile çevrildi. Kaç dile çevrildin?
12 dile çevrildi şu ana kadar. İngilizceye çevrilmedim, hayır. Fransızcaya, Almancaya, İspanyolcaya çevrildim. Çinceye falan. Arapçaya da çevrildim.
Onlar daha iyi boşver.
İngilizceye çevrilmedim. Bu şey konusunu, Türkiye’deki bütün sanatçılar için önemli bir konu olduğunu düşünüyorum ben bunun, sadece yazarlar için değil. Ressamlar için, müzisyenler için, sinemacılar için de öyle. Diyorlar ki bize, dünyaya seslenmek istiyorsan bizim kurallarımıza göre oynayacaksın kardeşim. Bunu batı diyor bize. Biz felsefe yapabiliriz, biz aklımıza ne gelirse yazabiliriz, ama sen dünyaya seslenmek istiyorsan bizim istediğimizi yazacaksın. Uçan halıları yazacaksın. Aksi takdirde seni okumayız. Çünkü bizim senin yapacağın felsefeye ihtiyacımız yok. Bizde var o. Sen bize birtakım folklorik hikayeler anlat, o zaman belki seni adam yerine koyarız. Bu resimde de böyle, tiyatroda da böyle, müzikte de böyle. Bütün sanatların aslında başının belası. Orhan Pamuk’un da başındaki bir bela, hiç adını bilmediğimiz şu anda ilk kitabını yazmakta olan 20 yaşındaki kimbilir hangi yazarın başındaki bela. Dolayısıyla da böyle bir bağlam yaratmak istedim, üzerinde belki bir şeyler tartışılır diye. Dolayısıyla da bu kitap edebiyat fakültelerinde, sanat okullarında, konservatuarlarda, güzel sanatlar faüultelerinde, hatta siyaset eğitimi veren okullarda bile okunup, tartışılmalıdır.
Arkasına yazsaydın keşke. Ulusal medya çalışması olduğunu yazmışsınız ama keşke nerede okunacağını da mesela…
Bu bir temenni. İnşallah olur. Gene de emin olamıyor işte insan. Türkiye’nin bağlamsızlığından ötürü…
“Beni sinemacı yapamadılar!”
İki tane de deneme kitabın var. Daha doğrusu onlar köşe yazılarının toplamı.
Bir de çocuk kitabın var; “Güneşi Kıskandıran Kız”.
Teşekkür ederim Haydar, doğru.
Tebrik ederiz, hepsi için. Eline sağlık. Çok teşekkür ederiz. Ben kitaplarıyla ilgili , daha doğrusu romanlarıyla ilgili konuştum. Şimdi sinema var, müzik var, diğer kitapları var. Başka neyin var?
Sinemacıyım diyemem. Beni sinemacı yapamadılar. Ben 8 sene okudum sinema okulunda.
Bir film çektin; “Adını Sen Koy”.
Bir kuzuyu 8 sene bir sinema okuluna bağlasan, sonunda sinemacı olmayı başarır. Ben başaramadım.
Kısa metrajda mı daha iyiydin acaba? Bari kısa metraja devam etseydin.
Kısa metrajı çok severim.
Mesela bazıları öyküde çok iyidir, romana geçerler olmaz. Sen de öyle mi acaba…
Kısa metrajı çok severim ama sinemacılar yüzünden edebiyatçı oldum. Sinema okumasam roman yazamazdım.
Benim sorularım bu kadar Tuna’ya. Çok teşekkür ederim söyleşi için.
Eyvallah, ben de davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim.
Sorularınız varsa buyrun. Sormak istediğiniz, merak ettiğiniz her şeyi sorabilirsiniz. Kitaplarıyla ilgili, sinemayla ilgili…
Her şeyi söyledim fakat. Soracak bir şey de bırakmadık ki kimseye.
(İzleyici):-Ben bir şeyi merak ettim. İlham nasıl geliyor. Herhangi bir konuda yazmaya karar verme süreci nasıl oluşuyor.
Hanfendi, valla açık söyleyeyeyim ilham bana hiç gelmedi. Bir kere bile gelmedi şu ana kadar.
Şiir yazarken de mi?
Şiir yazarken bile gelmedi, hayır. İtiraf edeyim. Şöyle oluyor genellikle; yazmaya başlamanın en iyi yolu, bir an önce yazmaya başlamak. Şimdi yazmaya başladığınız zaman bir odaklanma oluyor ya zaten. Odaklanıyorsunuz. İkindi ya da üçüncü sayfaya geldiğiniz zaman düşünceleriniz bir form kazanmaya başlıyor. Ve o zaman normalde kuramayacağınız kadar ilginç cümleler kurabildiğinizi fark ediyorsunuz ve bunun sevinciyle daha çok yazıyorsunuz. Aslında ilham dediğimiz galiba bundan ibaret.
Onu kast ediyordum. İlham dediğim zaten…
O hep oluyor. Ama hani denize doğru bakarken aklıma şahane bir roman konusu falan gelmiyor hiç. Çalışmaya başlamam lazım düşünebilmek için.
Zaten Melih Cevdet Anday’ın öyle bir sözüvardır ya; ‘’Şair, denize arkasını dönerek oturan adamdır.’’ diye.
Çok güzel söylemiş.
“Müzisyen olduğum için aldılar yayınevine!”
Değil mi? Tam böyle ilham verici olarak…
Mesela Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları şöyle aklıma geldi, bir yazar arkadaşımla bundan 7-8 sene önce falan havaalanında karşılaştık, bir yerlerden dönüyoruz ve o da daha önce yurtdışında bir festivale katılmış. Bir yerlerde, batıda bir edebiyat festivaline katılmış. Orada bütün yazarları takdim ediyorlar. Kadın bir yazar bu arkadaşım. Mesela Amerika’dan bilmem kim gelecek ve bize şunu yapacak, Rusya’dan bilem kim gelecek şunu yapacak. Şimdi de Türkiye’den bir arkadaşımız gelecek ve uçan halısının üstüne binip, nargilesini tüttürerek dansöz dansları eşliğinde oryantal ezgilerle bize devenin sırtında getirdiği bilmemneyi sunacak demiş. Bizim arkadaş dehşete düşmüş. Ablacım sen beni bitirdin yani, demiş. Şu anda benim romanımı da bitirdin, beni de bitirdin, benim ailemi de bitirdiğim, anlattığım hikayeyi de bitirdin, o hikayeye ilham verenleri de bitirdin. Benim konuşacak hiçbir şeyim yok artık. Bu insanlara hiçbir şey anlatamam. Çünkü sen beni Kapalıçarşı mamulüne çevirdin. Bu hep oluyor.
Benim de başıma gelmişti.
Gelmez mi? Mutlaka gelmiştir.
Bambaşka bir kültürden gelen şair Haydar Ergülen, bize hiç benzemiyor. Ben, bu ne, dedim ya. O da Orta Avrupa’da Slovakya yani, öyle çok şey düşünme.
Evet, çok ilginç. Bu da şuna yol açıyor tabii bütün sanatlarda, aramızda sanatçı vardır mutlaka ortama bakılırsa olması lazım, şuna yol açıyor; dünyaya sesimi duyurmak istiyorum, o zaman oyunu kurallarına göre oynayacağım arkadaş, düşüncesi uyanıyor sanatçıda. O zaman da oryantalizm doğuyor işte. Yani, normalde yapmayacağın resimler yapmaya başlıyorsun batılılar sevsin diye, normalde anlatmayacağın hikayeler anlatıyorsun batılılar okusun diye, normalde çalmayacağın nağmeler çalıyorsun batılılar dinlesin diye. Kendi kendine oryantalistleşiyorsun. Ve bazıları bunu çok iyi yaparak çok başarılı oluyorlar. Ama olayın genelinde üzücü bir durum var aslında. Böyle bir adamın hikayesi olsa nasıl olur, diye düşündüm ben de orada. Ama o zaman tecrübem yetmiyordu. Bilgim de yetmiyordu böyle bir hikayeye soyunmaya, cesaret edemedim. Yıllar sonra böyle bir fikrim var deyince bence bunu yazmalısın, dedi arkadaşlarım. Ben de o zaman yazmayı denedim. Sonra fark ettim ki vakti gelmiş zaten. Artık yazabiliyormuşum.
Bence senin için önemli bir ilham kaynadğı da April Yayıncılık, ben sana söyleyeyim. Orada kaldığın sürede…
İlham verici bir yer ama gerçekten. Orkestrası olan başka bir yayınevi yoktur herhalde.
Ne orkestrası?
Bayağı bildiğin orkestrası var.
Sen de orada mı çalıyorsun şimdi?
Bana daha çaldırmadılar, çünkü benden daha iyi müzisyen hepsi. Eralp’i gördüm mesela yayınevinden bir arkadaş, bu kim falan ilk geldiğinde tanışıyoruz. Yayınevinin bateristi dedi. Yayınevimizin gitarcısı var falan.
Enstrüman çalmasını bilmeyeni yayınevine almıyorlar yani!
Doğru yere gelmişim dedim.
Doğru sen müzisyen olduğun için seni de almışlar oraya. Yoksa almazlardı seni de oraya.
Herhalde ondan dolayı aldılar!
(İzleyici):-Nasıl çalışmayı seviyorsunuz? Bir kafede, kalabalıkta...
Ben daktiloyla yazmaya başlamış son kuşağım aslında.
Tabii reklam yazarlığıyla değil mi? Reklam yazarlığı da yaptın.
Tabii, evde dedemden kalma bir daktilo vardı. Ve ben ilk romanımı, Git Kendini Çok Sevdirmeden’i daktiloyla yazdım. 99 yılında hala daktilo kullanıyordum. Çünkü, bilgisayar alacak para yoktu. İlk taslağını baştan sona kadar daktiloyla yazmışımdır. Hatta deprem oldu ben onu yazarken. 99 depremi oldu. Daktilom masadan düştü falan yani. Çünkü, kötü zeminli bir evde oturuyordum. Ama daktiloyla yazan herhalde son kişi bendim. Sonra yayınevine göndermeden önce, o zaman çalıştığım reklam ajansının bilgisayarında sabahları erken gidip temize çekiyordum.
Ben de reklam ajansındaki sekreterlere yazdırıyordum. Allahtan şiir yazdığım için kızlar yazıyordu, yoksa roman falan… Bilmiyordum çünkü. 5-6 yıl önce öğrendim, yazıyorum şimdi.
Öğrendik mecburen. Yani biraz gerilla tipi yetiştim ben biraz. Mesela bilgisayarın mı yok? Dokuzda gidiliyorsa iş yerine, reklam ajansına, ben 7.30'da gidip, 9'a kadar yazdıklarımı temize çekiyordum. Gizli gizli. Bir de reklam ajansları aslında çok faşist yerlerdir.
Evet, iyice öyle oldular, tamamen.
Çalışanların iş dışında şeylerle uğraşmalarından hoşlanmaz patronlar.
Tabii, tabii. Hiç hoşlanmazlar.
Bu burada benden maaş alıyor ama orada roman yazıp beni kekliyor galiba diye despotça hareketler falan yaparlar. O yüzden bir gerilla faaliyeti sürdürerek ben o romanı yazdım ajansta gizlice. Kaçış tüneli gibi bir şeydi benim için. Sonra da işte çocuğum olunca sabahları yazmaya başladım. Bulgaristan’a gittim. Oradaki hayat tarzına göre başka bir şekilde oldu. Esnek olmayı öğrendim aslında hayatta. Bu kitabı gece yazdım mesela. Uçan halıları daha çok gece yazdım. Ondan öncekini gündüz yazmıştım. Döneme göre değişiyor.
Şimdi iş yapmıyorsun değil mi reklam yazarlığı falan gibi.
Serbest reklamcılık yapıyorum zaman zaman, proje bazında. Benden istedikleri zaman, ben de o dönem işsizsem ve ekonomik durum sinyal veriyorsa, yapabiliyorum, evet.
Hala aranıyorsun yani reklam yazarı olarak.
Beraber çalışmaya başladığım arkadaşlarım şimdi kreatif direktör oldular, genel müdür oldular, bilmem ne oldular. Bazen şey yapıyorum, benim bu aralar durum ciddi beni düşünün uygun projeler falan olduğu zaman, diyorum. Sağolsunlar onlar da destek veriyor. İlk gazeteden kovulduğum zaman mesela reklamcılık yaptım.
Tekrar döndün değil mi o zaman, hatırlıyorum.
Arada uzun bir işsiz kaldığım dönem olmuştu. Dedim altın bilezik var, yapayım.
“Türkiye bir insan olsa. Nihat Doğan olurdu!”
Nihat Doğan’la ilgili bir yazı yazmıştın. Neredeydi o, Vatan’da mıydı? Cumhuriyet’te mi, bir yerde yazmıştın.
O kadar çok yazdım ki… Nihat Doğan’ı yazmadım çok da o kadar çok şey yazdım ki…
Küçük bir yazıydı, hatırlıyorum. Not da aldım. Türkiye’nin ikizi mi, ne diyorsun.
Türkiye’nin ruh ikizi Nihat Doğan. Türkiye bir insan olsa Nihat Doğan olurdu. O zaman mantıklı gelmişti bana bayağı. O naiflik, o kurnazlık, o karışık zihin. Haksız olmayı istediğim şeylerden biri bu da. Bazen haklı olmak zorunda kalıyoruz.
(İzleyici):-Politika düşündünüz mü hiç?
Politika düşündüm ve günümü gördüm. Siyaset yazdığım için başıma gelmeyen kalmadı zaten.
Yoo ben meclise girmekten, fiilen politikaya atılmaktan bahsediyorum.
Meclis gençleşsin diyorlar ya, Eskişehir milletvekili Tuna Kiremitçi.
Teşekkür ederim. Şaka bir yana, siyaset konusunda ikircikli bir tavrım var. Çünkü, inanmıyorum siyasete ve anlamıyorum da. Halbuki yirmili yaşlarımda siyasetten çok iyi anladığımdan emindim. Çok iyi biliyordum siyaseti. Her şeyi çözmüştüm. Hatta otuzların bile önemli bir kısmını öyle götürdüm. Her şeyi biliyordum yani, çözdüm olayı. Siyasi çevrelere girdim, çıktım hayatımda. Ve otuzlu yaşlarımda siyaseti çözdüğüme karar verdim. Fakat sonra tabii Matrix’i gördüm. Ondan sonra da kırmızı hapı aldım ve Matrix’i gördüm. Sonra da hiçbir şey bilmediğimi anladım. Bilmeme imkan da olmadığını anladım. Çünkü, buzdağının ancak ucunu görmemize bizim izin veriyorlar. Ve aslında aşağıda nelerin döndüğü hakkında hiçbir fikrimiz olmuyor. Bütün manipülasyonlar, bütün ilüzyonlar bizden gizli bir şekilde yapılıyor. Zaten siyaset, halktan bilgiyi saklamak için icat edilmiş bir sistem. Neden şimdi Türkiye’de kamplaşmalar var? Neden en nefret dolu gazeteler en çok satılıyorlar?
Kamplaşma yok ki kutuplaşma var!
Kutuplaşma var, özür dilerim. Neden karşı tarafa hakaret eden köşe yazarları, en çok okunan köşe yazarları oluyorlar bütün kesimlerde? Çünkü siyaset böyle ekmek yiyor. Kamplaşma olacak ki, siyaset ekmek yesin. Çünkü birden bir empati, barış, huzur ortamı gelirse siyasetçi aç kalır. Dolayısıyla bu körükleniyor devamlı. Her an bir iç savaş çıkacakmış gibi bir hava yaratılıyor ama iç savaş çıkmıyor bir türlü gibi bıçaksırtında, delirmeye doğru bizi götüren bir şey kurgulanıyor. Ve ben bunun bir parçası olmak istemiyorum aslında. Bir de şey var, sanatla siyaset bence uzlaşamazlar. Eski zamanlarda tersini düşünürdüm gençken ama… Çünkü siyaset insanları korkutmak için var. Bak gelecekler, sana bunu bunu yapacaklar, bak Allahtan ben varım yanında, siyasetçi bunu söyler. Onlar gelecek, seni kıtır kıtır kesecek ben olmasam. Gel beni destekle, oyunu bana ver. Öbür taraftaki de aynı şeyi yapıyor. Onlar gelecek, bilmem ne yapacak, oyunu bana ver, diye... Bu böyle sürüp gidiyor. Ama sanat, insanın içindeki korkuyu almak için var. Bizim korkularımızı gidermek için. Korku filmleri bile o yüzden var yani. Korku filmi bile bir katarsis yaratıyor insanda değil mi? Böyle bir korkularınla yüzleşirsin falan. Biri bizi korkutarak var oluyor, diğeri bizden korkularımızı alarak var oluyor. Dolayısıyla da beraber var olamazlar yani.
“20 yıl sonra hala hayatta olmak yeterince büyük bir başarı olur!”
(İzleyici):- Benim edebiyatın dışında öğrenmek istediğim bir şey var. 2000’li yıllardan sonra bu bağlamsızlık ortamında Türkiye nereye gidiyor, diye herkes bir şekilde kendine sormuştur. Bu bağlamda artık öyle duygulara kapılıyor ki insan, gidesi geliyor ülkeden. Ülkeyi sevmemeye, insanları sevmemeye başlıyor. Ben kendim böyle düşünüyorum. Nazım Hikmet de otobiyografisinde şöyle der, üç yaşında paşa torunuydum, sonra vatansever oldum. O vatan sevgisini hiç kaybetmemiş. Bu bağlamda sizin üretimlerinizde bu kavga sizi nasıl etkiliyor, üretimlerinize nasıl yansıyor?
Bu kavga şöyle yansıyor beyfendi aslında, Nazım Hikmet’in kuşağıyla bizim aramızdaki fark; Nazım Hikmet, Türkiye diye bir şeyin hala mümkün olduğuna inanan bir kuşaktandı, ben şu anda o kadar emin değilim Türkiye’nin mümkünatından. Ve o kadar çıldırmış bir dünyayla karşı karşıyayız ki, 21. yüzyıl dünyasında, o kadar çıldırmış bir siyaset ortamıyla karşı karşıyayız ki, mizah, bana her geçen gün daha da kıymetli geliyor bu yüzden. Nasıl yansıyor diye sordunuz ya, böyle yansıyor. Daha mizahi şeyler, daha kara mizahi şeyler ama…
Belki Gezi’den sonra öyle oldu.
Yoo, Gezi’den önce de vardı.
Vardı ama iyice arttırdı.
Gezi güzel bir ispatı oldu aslında. Mizah nedir? En çıkışsız hissettiğiniz zamandaki çıkştır mizah. Dolayısıyla da çok çıkışsız hissediyorsan kendini hayatında ya da ülkende, o zaman mizah kıymetli hale geliyor. Şu anda daha mizahi şeyler yazmak isteyişimin nedeni de bu. Yolda Üç Kişi’de falan da vardır mizahi ve ironik boyutlar. Ama şimdi hep öyle yazmak istiyorum. Kara mizah olsun istiyorum. Benim yaşadıklarım, benim yazdıklarımı böyle şekillendirdi üslup olarak.
Yani Nazım Hikmet’in dediği doğru.
Onların payına onu yaşamak düşmüş, bizim payımıza bunu yaşamak düşmüş.
20 yıl sonra nerede olmak istersiniz?
Hayatta.
Hayatta olacağınızı varsayıyoruz. Allah izin verirse.
Ben o kadar varsayamıyorum şahsen. Hala hayatta olursam bana yaşamboyu başarı ödülü verin. Eğer gördüklerimiz, göreceklerimizin teminatıysa 20 yıl sonra hala hayatta olmak yeterince bir başarı olacaktır. Onun dışında bir kurgu yapamıyorum yani.
Belki mizah yazarsınız.
Olabilir. Şu anda da yazıyorum mizah zaten. Bu kitap mizah.
20 sene sonra, 40 sene sonra Tuna’nın hayatta olması dileğiyle ve söyleşi yapmak dileğiyle…
20 yıl sonra tekrar burada…
Aynı yerde…