İstanbul beni dağladı, delik deşik etti, tek memesinden emzirdi, zehrini şırıngaladı içime, beni büktü, kırdı, canlı canlı yaktı, pıhtılaştırdı, uçurdu, itti, geri çekti; yarım yüzyıl boyunca içinden geçerken içsesi kıldı.
Saygılı yosma, Paris; bacakları aralık, Roma; deli saraylı, Venedik; sıkı aracı, ermiş Petersburg; görünmez alevlerin kızı, Londra — Avrupa’nın bütün kızları arasında tek bir hünsa: İstanbul; kraliçe kent, kral kent, düşük kent, yarılmış, bin bir yaprak, uğultuların ve derin sessizliklerin kenti. Çok renkli (eksik gökkuşağı: Beyaz’ı silinmiş), çok dilli (yatay Babil), kaynaklarından yoksun kılınmış kent, tabakaları arasında sıkışıp kalmış kent, geniş güldestesinde haçlı seferleri, fetih girişimleri, depremler ve yangınlar, düşekalkmalar buluşmuş kâbus kenti, anka kent, ölüm sanatı kenti, bir birçok gülün ömrüne sığabilmiş kent.
İstanbul beni dağladı, delik deşik etti, tek memesinden emzirdi, zehrini şırıngaladı içime, beni büktü, kırdı, canlı canlı yaktı, pıhtılaştırdı, uçurdu, itti, geri çekti — yarım yüzyıl boyunca içinden geçerken içsesi kıldı. Kuşluk vakti, öğlen, gecenin dibi, dinledim onu, nefesi nefesime karıştı, emdim ve kustum onu. Damarları gövdemde yol almayı sürdürdü. Düşümde düşlerini gördüm. Uç noktalarında, kuytu derinliklerinde, kıyılarını kateden ve onu kemiren, istilâ etmeye hazır dev su kütlesine karıştım. Sonsuza ayarlı bir valsın girdabındaydı İstanbul: Ben, siz, hepimiz zamanlarının, hareketlerinin, arızalı nabzının kurbanlarıydık. Karman çorman belleğinin: Her bir ögesi sınırsız bir çöle ait kum yazısının harfleriydi ve Tarih, tarihi, imparatorlardan sultanlardan toplumun aforoz ettiklerine, varsıl ailelerden berduşlara, şairlerinden şehitlerine, orta malı dilinden kayış diline, katlanmış haritasından özel kokusuna, öfkeli kabarışlarına, vecde gelişlerine uzanan bir tasnifsiz yığındı: Günbatımında, Körler Rıhtımında durduğumuzda, cehennemin yalımlarına göre tarifini bulan özel ışığı karşısında dilsiz, kilitlenirdik.
Yeni binyıla girdiğimiz günlerdeydi, son Bizans sarayının rastlantı sonucu bulunan kalıntılarında kazı hazırlıkları başlatılmış, ama alan meraklılara kapalı tutulmuştu. Gömüleyazmış bir sarayın alacakaranlık koridorlarında dolaşma fikri öylesine hayâl gücümü tırmalıyordu ki, koşulları zorlayarak aşağıya inmemi sağlayacak izni koparabildim yetkililerden, bir şairin bölgeyi ziyaretinde uzun boylu sakınca görmemişlerdi: “Bırakalım rüyâ âlemine dalsın”. Öyle de oldu: Ayasofya’nın gölgesinden başlayarak denize dek inen kesite yayılan yeraltı dünyasına, beş yüzyıldır hava girmemiş ortama daldığımda, bir yarı kör, taş imparatorluğunun dehlizlerinde ilerledim, önümde sanki bir başka çağın penceresi açılmıştı: Orada, kadınların yüzüne yayılan korku gölgelerini, muhafızların elleriyle silâhlarını yokladıklarını gördüm; birkaç soylu ürkerek selâmladı beni; uşaklar yol gösterdiler: Gitgide daralan geçitler boyu yürüyedurayım, yanından süzüldüğüm odalardan taşan fısıltıları, yakarıları, ilençleri duydum; sonra, önümdeki loş yolun ucundaki ışık usul usul büyümeye başladı, kendimi Marmara’ya açılan geniş bir pencerenin önünde buldum: Her şeyden habersiz, her şeye kayıtsız deniz.
İstanbul, duvarörgülü, içine kapalı, parmaklıklar arkası şehir. Bin taş, bin kiremit, bin bir uykusuz gece, bin bir nöbet gecesi. Defalarca kuşatılmış, talana uğramış, av kılınmış şehir. Karayel geçmişinde tortu haline gelmiş her gürültüyü yerinden oynatıp harekete geçiriyor: Kulak kesilip dinliyorum, duvarların ötesinden top sesleri, ok ıslıkları, denizin yüzeyini yaran savaş teknelerinden Arapların, Latinlerin, yeniçerilerin çığlıkları sökün ediyor. Sonra, sert bir sessizlik çöküyor şehre.
Işık ve ses arası her sabah kıpırdıyor İstanbul. Hemşerilerine dipsiz kum kitabının sayfalarına çağrı gönderiyor. İyi ama, tam nerede her şeyin başlangıç noktası? Bölümler, sayfalar durmadan yer değiştiriyor, cümleler biribirine giriyor, sökülmüş bir labirent-duvarın dağılmış tozları gibi kelimeler. Sözdizimi mantıklarının hiçbirine uymayan, ayak uydurmayan bir söz keşmekeşi. Gene de dinlemeyi sürdürüyorum: Deniz ve toprak adamlarının, emekçilerin, çocukların, haytaların ve berduşların, yaşlıların ve hamile kadınların mırıldanmalarını, çığrışmalarını, suskularında kafamın merkezinde yetkin bir gömü taşı olarak, tıpkı bir şeamet tellâlı, taşıyorum. Vaktim şehre gözcülük yapmakla geçiyor, gece gündüz onun hizmetindeyim. Onlarca pencerenin karşısına geçip baktım çeyrek yüzyıl boyunca, en ufak kıpırtısına dikkat kesildim, uzanıp dokundum ona.
Yedi tepesinin birinin arkasından çıkagelmezden önce güneş, İstanbul ışığını almaya başlar. Adım adım sokaklarda, ağaçların arasında, surlar boyu ilerler. Mevsime göre değişir sabahın renk yelpazesi; Boğazın her iki kıyısında, adalarda, içeri çekilmiş mahallelerde keyfekeder yoğalır ışık; minareler bazan hamle yapar, bazan ricat eder gölgelerinde. İşçiler, temizliğe giden kadınlar, ilkokul çocukları yollara düşmüştür bile. Rıhtım uyanır. Kapalıçarşı’nın ana kapıları açılır. Anadolu’dan gelen ilk otobüslerden kaygılı yolcular iner. Kıraathanelerin müdavimleri damlar, sessiz, gazetelerine dalarlar.
Asya yakasının karşısında, Bebek balıkçıları güneşin doğuşunu izlerler: Birdenbire gece sonu dinlenmeye çekilmiş deviler ve sesler canlanıp çoğalırlar. İstanbul, tınıların şehri, patırtı-şehir, yüksek oktav şehir. Ağızlar, çeneler, gagalar, motorlar, kapısı penceresi, karman çorman, “ses ve öfke”. Bütün dilleri kendinde eriten tek, yekpâre bir dil, hem dönüştürür onları, hem başkalaşır içlerinde, her sabah, yeniden. Şüphesiz her kent yeryüzünde hemşerileriyle, konuklarıyla bu sonsuz söyleşi hattını kurar; ama İstanbul kuralları çiğner, iletişim damarlarını tersyüz eder: Sınır-şehir, kaos-şehir, çoksesli şehir, durma homurdanarak, elini kolunu oynatarak, sesini yükselterek, neredeyse azarlayarak gazap saçar.
Gecenin çarkı durup da gününki dönmeye koyulduğunda İstanbul aldığı verileri yeniden saçar. Bu gelgit düzeni belli bir dizgeye sahip Batı kentleriyle ortaklık taşımaz: İstanbul’un dışarıdan görülebilen hayhuyu Boğaz sularınınkini andırır: Hiçbir bilinçli tekrar, yapısal özellik devreye girmez, yalnızca kesik kesik bir sürekliliğin devriâlemine tanık olunur. Şehrin iç işleyişine gelince, en doğrusu tekinsiz, çünkü hayâl ürünü bir hayvanı anıştırdığını söylemektir: İstanbul aynı o firarî, tutarsız, avcılarının peşinden koştuğu hülyalı tekboynuzludur!
Bundandır, şehrin gündüz akışını kavramak ve kuşatmak pek güç olur: Bugün Dün’den ayrılmıştır, Yarın’ıysa kimse öngöremez. Uzaktan bakıldığında, zamanın akışında uzun boylu bir değişim göze çarpmayabilir; yakına girildiğinde, işi başından aşkın şehirliyle serseri mayın dolaşan İstanbullunun hiçbir ölçüye sığmadığını anlar: Ne saat kuleleri güneş saatları, ne kronometre ya da quartz kol saatı bize kılavuzluk yapabilir: Bir tek an, biricik hakikatinde, bir o kadar da sonsuza teğet haliyle, belli bir zaman kavramına doğru bizi çekebilir.
Hesaplanamazlığın, ele avuca gelmezliğin, belirsizliğin gündelik yaşamı hâkimiyetine alması boşuna mı? Kaza, belâsını yanında taşısa da hoş gelmiştir burada: İstanbul, cani-şehir, müntehir-şehir, ağıt-şehir. Andante’den aniden moderato’ya, sonra presto’larına geçişleri. Hep doloroso, acılı kalarak. Kimi zaman in furore, tıkabasa öfkeli. Pek seyrek molto doce, yumuşacık.
Ya haftası, ayları, mevsimleri? Hep aynı kendinden emin olamama tavrı, sokaklarında ve caddelerinde; hep aynısı suyunda, tepesinde; evlerine, binalarına, camilerine de sıçrayan. Her an bir öncekinden kopar, bir sonrakinde yitip gider. Saatlı Takvimler boşyere kestane fırtınasını, keşişlemeyi, doğa tezahürlerini içerir: Bu yıl işte geç açacaktır güller, kar inatçı çıkacaktır. İstanbul zaten cıva damlaları gibi hareket eder: Göçmen kuşları tedirginliğe sevkeder, ağaç yapraklarını yakar, çiçeklerini döver. Delifişek-şehir.
Tarih tarih oladursun, Zaman’ın bir bölümü içinde ağırlaşır. Oradaki şahıslar, oluşturdukları dramatik kadronun hayaletleridir. Dönek Julianos, Haliç kıyısında bir çınarın gölgesine sığınır, Lutetia geçirdiği son kışı, Cluny hamamındaki son gecesini, yakında gidip yerleşeceği Antakya sarayını, görüşeceği dostu feylesof Libanios’la arasında geçecek konuşmaları düşünür. İkonakırıcılar iktidarı ele geçirmek üzereyken, keşişlerden biri Kapadokya’ya, Yitik Atlar diyarına yolcu çıkmaya hazırlanır. Kışlık Saray’da Anna Alexiade’ının son satırlarını yazar. Fatih, gecenin karanlığında bir başına Yedikule zindanına, sabah “giderile!” buyruğunu vereceği mimarı Sinan-ı Âtik’in kestirdiği ellerini gözüyle görmeye gider. Yüzyıl sonra, Saru Abdurrahman seher vakti Topkapu’nun avlusuna elleri arkadan bağlı, dili ağzında mühürlü, çıkarılmıştır. İşte Alemdar Paşa, elindeki çırayı barut fıçına tutuyor. Hepsi ve daha nicesi suriçinin sokaklarında karşılaşıyorlar. İstanbul onları korur, mahfuz tutar.
Öğlen gelir, müminler cami kapılarına yönelir. Genç kadınlar, çalıştıkları işyerlerinden yemek molası için çıkar, şık kafeteryaların masalarında buluşurlar. Erler kıraathanelere çöreklenmeden önce ganyan bayiine uğrar. Kediler, masaları kollar. Satıcıların çığrışmaları konuşmaları deler geçer. İstanbul küçüklü büyüklü hareketler, duruşlar, edâlı bakışlar şehri. Kördüğüm olmuş iletişim hatları belirir içinde. İşaretler, imceler, iyi anlaşılmalar ve yanlış anlaşılmalar, dokunuş ve darbe biribirine karışır. Sık sık, kelimeler anlam zeminine basar basmaz kayarlar. Yersiz kullanılmış sıfat, tutarsız fiil, öznesi bulanık nesne yan yana dizilir. İfade ne araçtır bu şehirde, ne mantığını taşır: Aynı anda kilidi ve çilingiri, ağızdan kaçan ve susulan, umut ve gamdır. Her söz tersinden anlaşılmaya aday, kurulduğu an her cümle çözülmeye hazırdır: Örümcek-sözlük, İstanbul; kırkayak-özsözlük; kırlangıç-kip. Bir defa daha Proust’un lâfı girer araya: “Bütün iyi kitaplar bir tür yabancı dilde yazılmışlardır”.
Gün akar gider. İnsanlar bir korunur, bir çarpışırlar. Sorunların bazıları çözülür, bazıları sarkar, hiçbir şey tamamlanamaz. Burada beklemek, yeniden başlamak öğrenilir, hayat sekteler içinden yürür, gündelik güzergâh hep yılansıdır. Buna karşılık, düzensizlik yasalarını dayatır: İstisnalardan kurallar üretilir, insan kazanın bir tür kesintili gidişatın sigortasına dönüştüğünü fark eder: İstanbul’un benzersiz, kendine özgü bir ısrarı vardır.
Akşam inerken karınca yuvaları aniden boşalır, bütün damarlarda taşkınlık baş gösterir, meydanlara izdiham egemen olur, çıkışlar tıkanır. Handiyse savaş ilân edilmiştir. Kalabalık müfrezelere dağılarak yer değiştirmektedir. Her köşe bucakta itiş kakış hüküm sürer. Otobüslere, minibüslere, oradan istasyona gara, suya doğru vapura motora hücum sirenleri çalarak, hep birlikte, yekpâre bir girdabın ortasına düşülür.
Bu çıldırış çabuk bitmez. İş günleri boyunca şehir akıntıya teslim, kendi içinden fışkıranla kendisine diklenir, irili ufaklı berelenir, geç vakit yaralarını sarar. Gece bastırır, kalabalık dağılmış, eve dönüş çilesi bitmiştir: Milyonlarca hemşeri masa etrafında, ekran karşısındadır: Çoğu İstanbullu gerçeğin tortusunu gerçekötesinin bünyesinde eritme çabasını böyle verir.
Duvarların ötesinde şanlı öteki gecesi yürürlüğe girer İstanbul’un: Yabancı konuklarından Moby Dick yazarının ortasına dalmaktansa odasına kapanmayı yeğlediği, Paul Morand’ın keyifle katıldığı, Nerval’in sakınarak gizlendiği Gece. Uyurgezerler şehri İstanbul; Melankolya’nın kızı; yedi temel günahın sapkın, ölümcül şehri İstanbul. Alacakaranlıkta göğsünü bağrını açan, bacaklarını aralayan, dipsiz gırtlaklı şehir. Uçlarından sonsuz bir vals başlar. Kapılar gıcırdar, perdeler çekilir, ışıklar sindirilir. Biri, Suç ve Ceza’nın sayfalarını kateder. Öteki, sokaklara onu yaşamaya çıkar. Gece yarısı kanlı bir şölen patlak verir ücralarda.
Pek az kentte tekinsiz mekânın buncasına rastlanır: Barlar, gece kulüpleri, bin türlü şehvet evi, kumar, dans, duman, alkol, kokain, et, arzu, bozgun, yıkım. Boğazı sarhoş gemiler kaplar. Korsanlar adaları ateşe verir, limanı işgal ederler, Marmara’nın dibinde nicedir gergin bekleyen, yarığın dibinden Büyük Kıyamet harekete geçer, İstanbul hızla cehenneminin yedinci katına inmeye koyulur, cinleri zincirlerinden boşanır, gecenin kapıları birdenbire kapanır: Her şeye gün doğarken yeniden başlanacaktır.