Alışveriş merkezlerinden çıkmayıp gereksiz tüketimin yanlışlığından, rezidans taksidine girip doğayla iç içe olmanın gerekliliğinden, televizyon karşısından kalkmayıp okumanın faydalarından dem vurmak... Bunlar gibi nice çelişkiyle dolu yetişkinlerin çocuklara sözde örnek olması gereken dünyası. Neyse ki çocukları bizim ikiyüzlülüğümüzden koruyan edebiyat var. Neyse ki, kimi zaman biriktirerek kimi zaman eksilterek yaşamanın anlamı üzerine çocuklar okusun diye kalem oynatan yazarlar var. Bu yazarlardan biri de Burcu Aktaş. Ne mutlu çocuklara, şimdiden üç roman yazdı, birbirinden şaşırtıcı, sürükleyici ve özlenen üç hikâye anlattı: Çarpık Ev, Durmayalım Düşeriz ve İstasyonda Vals...
Çarpık Ev’de, göğü delen gökdelenlerin gölgesi altında, Müzeyyen Hanım’la torunu Peyami’nin dışlanmışlığına, karalanmışlığına rağmen, inadına günışığı gibi duran eski, kişilikli evleri ve salçalı ekmek tadındaki hayatlarını anlattırken, hayatımızda aslında neyin çarpık olduğunu sorguladı, çoktandır bir zindana dönüşmüş modern hayatın maskesini düşürdü. Durmayalım Düşeriz’de, memleketin en dik yokuşunda kurulmuş Yokuşpaşa mahallesinde küçük bir kızın kaybolmasıyla gelişen olaylar etrafında, aslında kaybedilenin bir çocuk değil, hayallerin/hayal kurma becerisi olduğunun altını çizdi. İstasyonda Vals’teyse, bir gülüşü-sesi, bir filmi-resmi, geçtiğimiz yolu ya da ettiğimiz bir cümleyi biriktirmenin kıymetini vurguladı.
Bizim gibi koca çocuklara da kendini sevdire sevdire okutan Burcu Aktaş, çocuk romancılığındaki başarısıyla Radikal Kitap editörlüğünü gölgede bıraktı. Bu üç romanı yazarken aklında neler vardı konuşmak için kapısını çaldık Aktaş’ın.
Üç çocuk romanında da, bugünün çocuk dünyasında eksik olan ya da eksikliği duyulan şeyleri öne çıkaran temalarda kalem oynattığını söylemek yanlış olmaz sanırım…
Aslında bugünün dünyasında eksikliği duyulan şeyler olduğunu söylersek daha doğru bir şey söylemiş oluruz. Birbirimize ve dünyaya yaptıklarımıza baktığımızda Çarpık Evlerin, Müzeyyen Hanımların, Yokuşpaşaların ve İstasyon Meydanlarının yanında başka birçok şeyin hızla azaldığını, hatta daha kötüsü, bunları ellerimizle yok ettiğimizi söyleyebiliriz. Ama kötülükleri olduğu kadar güzellikleri de yapan yine biziz. Nasıl ki “Çarpık Ev”’de çepeçevre kuşatıldıkları halde isyan etme cesaretine ve merak duygusuna sahip çocuklar varsa, gerçek hayatta da var. “Durmayalım Düşeriz”de hayalleriyle yaşayanlar ile hayal kurmayanlar biraraya gelebiliyorsa ve birbirlerini değiştirebiliyorsa, biz de bunu yapabiliriz, yapanlar da var. Nasıl ki “İstasyonda Vals”te özellikle fiziksel olarak hızla değişen dünyaya karşı biriktirerek direniliyorsa, biriktirince umutlu yaşamak mümkün gözüküyorsa, biz de bunu yapabiliriz.
Çarpık Ev, kentsel dönüşüm kadar duygusal bir dönüşümden/çürümeden de bahseden bir çocuk romanı diyebilir miyiz?
Hikâyenin içinde, evet, bu da var. “Çarpık Ev”i, gördüğümüz şeylerin aslında göründüğü gibi olmadığını anlatmak için yazdım. Arka kapaktaki “gerçekten bakmazsan göremezsin” cümlesi de bunu söylüyor aslında. Çoğu şeyi görmek istediğimiz gibi görüyoruz. Ama “gerçekten baktığımızda” ya da dikkatli, önyargısız diyelim baktığımızda, görünenlerin arkasında başka başka hikâyeler keşfediyoruz. “Çarpık Ev”de alt metinler olmasına özen gösterdim. Şehir hayatının bizi sıkıştırışının ve o baskı altında farklılıklara göstermeyi unuttuğumuz saygının da kitabı “Çarpık Ev”.
Durmayalım Düşeriz’i düşününce de… “Hayal kurmayı bırakırsak halimiz yaman!” gibi bir sonuç çıkarıyorum ben… Elbette romanın tek meselesi bu değil, ama önemli bir meselesi bence…
Tabii ki. Sokaklar, evler, okullar, bahçeler hayal gücünü ve hayalleri küçümseyenlerle dolu. Üstelik hayalleri olan ya da hayal gücünü konuşturan çoğu kişi küçümseniyor. Sadece çocuklar değil. Buna bir itirazım olduğu için doğdu “Durmayalım Düşeriz”. Bu roman, hayalleriyle yaşayanlar ile hayal kurmayanları biraraya getiriyor. Bu biraradalık benim çok önemsediğim bir şey.
İstasyonda Vals’te biriktirmenin önemine değiniyorsun. Senin hayattaki en büyük birikimin ne? Bir de... çocukların en büyük birikimi ne olsa güzel olur sence?
Hayal gücüm. Hayal gücümü, hayalciliğimi yitirmemek... Çocukların en büyük birikimi hayal gücü olsa ne güzel olur.
Romanlarda çok gerçekçi ve etkileyici atmosferler yaratıyorsun. Mekanların da karakterlerin gibi kanlı canlı duruyorlar karşımızda. Sonra çok etkileyici lakaplar, isimler kullanıyorsun. Herhalde bu becerinin çalışılmış bir yanı vardır. Eline kalemi alıp aklına geliveren ilk cümleyle yazmışa benzemiyorsun romanlarını...
Söylediklerin beni sevindirdi öncelikle. Her çalışmanın bir mükafatı var bak. Yazının bir mesai ve işçilik işi olduğunu düşünenlerdenim. Sözcüklerin de kaprisleri var üstelik. Sizin istediğiniz yerde değil, kendine yakıştırdığı yerde durmak isteyebiliyorlar kimi zaman. Bunu anlamak için onlarla çok vakit geçirmek lazım. Bir cümleyi, üç beş sayfayı birlikte dolaşmak lazım. Biraz romantik anlattım sanırım... Lakaplara gelince... İnsanın içini, dışını, işini, kısacası bir kişiyi bir-iki kelimeyle anlatıveriyor lakaplar. Düşünsene, sadece bir ya da iki kelime.. Ne kadar etkileyici. Oysa ki biz bazen, bir ömür kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. İşte bu lakapları bulan zihinlerden feyz almanın, aynı zeka ve kıvraklığın peşindeyim ben de.
Tektipleşmeye karşı duran bir yanı var üç romanının da.. Peki, sence edebiyat tektipleşmenin önüne geçebilir mi?
Edebiyat tektipleşmenin panzehiri bence, çünkü edebiyat dünyalar sunar. Bir değil birçok dünya gören, bilen herhangi biri için tektipleşmenin söz konusu olabileceğini sanmıyorum.
İnsan ister istemez okuduğu metinle yazarı arasında kurmacanın ötesine geçen bir bağ arıyor. O yüzden merak ediyorum; kendi çocukluğunun ne kadar taştı bu romanlara?
Yazdıklarım benim çocukluğumdan izler taşıyor elbette ama sadece kendi gerçeklerimden yola çıkarak yazdığım romanlar değil üçü de.
Son olarak… Hangisi daha zor; yazdıkların hakkında konuşmak mı, konuşturmak mı?
Aslına bakarsan ikisinin de zor olduğunu düşünüyorum.