“Yayıncılar ne ister?” sorusunun peşinde, yayıncılık dünyasının şifrelerini çözerek ilerleyen dizimizin yedinci bölümünde; Everest, Artemis, Alfa, Kapı, Büyülü Fener ve Mona yayınevleri ile tanınan Alfa Yayın Grubu’ndayız. Sorularımızı grup adına, Alfa Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu yanıtlıyor. Kayıttayız…
Yayın grubunuzu nasıl tanımlarsınız?
Bünyesindeki altı yayınevi ile Alfa, sektörün endüstriyel standartlarını koymaya çalışan 25 yıllık bir yayın grubu. Kendi yayınevlerimiz, dağıtımımız, matbaamız var. Yurtdışında bir yayınevi nasıl çalışıyorsa aynı şekilde faaliyet göstermeye çalışıyoruz. Burada amaç, örneğin sinema sektörüne benzetirsek; bir ara Türk sineması kötü durumdaydı, şimdi ise hem maddi anlamda karşılığını alan, hem de ödüllerini alan bir sektöre dönüştü. Yayıncılıkta o sektörleşmeden henüz bahsedemeyiz belki ama bütün işaretler olumlu yönde.
Nasıl olumlu işaretler?
80 sonrası kitabevleri art arda kapanıyordu meselâ, kitabın bir suç unsuru olduğu o dönemden 90’ların sonuna kadar kitap endüstrisinde baş aşağı bir gidiş vardı. Doksanların ortalarından itibaren her AVM’de bir kitabevi olması, insanların kitapçıya gitmeyi bir alışkanlık haline getirmesi. Nasıl ki Türkiye’nin çehresi değişiyorsa -metro var meselâ artık- insanların kitap okuma alışkanlıkları da değişti. Modern insanın boş zaman tanımı değiştikçe, bunlar potansiyel olarak bize sektörün gitmesi gereken yeri gösteren işaretler oluyor. Biz de Alfa olarak burada konumlanmaya çalışıyoruz.
Ne olduğunda, “evet artık sektörüz” diyeceksiniz?
2001 krizinden beri işini kaybeden ve yabancı dil bilen ve kitapla iyi kötü bir yakınlığı olan herkes yayınevi kurdu. Şu anda yayınevi sayısı 5 binden fazla. Ancak ortalama kitap satışlarının 1000-2000 arasında olduğunu düşünürsek çok kötü bir durum bu. Bu kadar yayınevi var ve kimse komşusunun kitabını bile almıyor noktasındayız. Dolayısıyla sorun üretim değil, hatta tersine bir sorun; fazla üretim var. AVM kitapçısı rafa koyduğu her kitabın bir karşılığı olmasını bekliyor, çünkü “şu kadar kiram var” diye düşünüyor. Ama yurtdışında gidiyorsunuz, dört katlı kitabevleri var. Her ne kadar onlar da Amazon karşısında zorlansalar da hâlen varlıklarını koruyorlar. Bizde ise birim maliyeti çok pahalı, kuyumcu açar gibi kitapçı açmak zorunda kalınıyor. Büyük kitabevlerine ihtiyacımız var. Bugün en büyük kitabevinde 20-30 binden fazla kitap yoktur herhalde. Oysa her gün 150 kitap çıkıyor, her gün!
Ve ama çıkanların çok azı görünürlüğe kavuşup okura ulaşabiliyor?
Tabii, üstelik rafa çıkan kitap üç haftada “eski kitap” tanımına giriyor. Biz sektörün içinde olduğumuz halde bir sürü kitabı kaçırabiliyoruz. Göz kırpma anında çok güzel bir kitap çıkabilir ve bizim bundan haberimiz olmayabilir. Yayıncısı da büyük hayal kırıklığı yaşar. Dolayısıyla en büyük sorunumuz, üretimin biraz daha nitelikli bir hâle gelmesi ki yayınevleri yaptıkları yatırımın karşılığını alabilsin.
Kaç kişi çalışıyor bünyenizde?
Yüzden fazla çalışanımızla yapıyoruz bu işi.
Yılda kaç yeni kitap basıyorsunuz ve ne kadarı yerli?
Ayda ortalama 50 yeni kitap basıyoruz yayın grubu olarak. Bu bile fazla gelebiliyor kitapçıya. Çünkü 8000 çeşit kitabımız var, yani bir kitapçı her kitabımızdan birer tane alsa tüm rafı dolabilir. Yerli oranını kabaca yarı yarıya götürmeye çalışıyoruz, fakat son dönemde felsefeye ve çizgiromana girmemizle bu oran yabancı lehine %60-65’e çıkmaya başladı.
80’lerin çizgiroman efsanesi Alfa Yayınları?
O biz değiliz. Onlar siyah beyaz dönemde çizgiroman basarlardı. Kapanalı çok oldu, ama sosyal medyada karışan bir durum bu maalesef.
Aydınlattığımızı umalım o halde. Dizimizin temel sorusu; herkes kitap yazmak istiyor, peki yayıncılar ne istiyor?
Kabaca şöyle bir benzetme yapabiliriz; biz doktora tezi basabiliriz -insanların kaç yıllık birikiminin bir ürünü- ama şimdi öyle ki, insanlar bitirme tezlerini getiriyor. Olabilir elbette istisnai durumlar, ama artık balayına giden dönüşte bir kitapla geliyor. Herkes gezilerini anılaştırıyor. Biz jüri değiliz elbette, insanları sınırlandırmak istemeyiz; ama bir kitaba baktığımızda, üzerinde çalışılıp çalışılmadığını anlıyoruz. Yüzde yüz ilhamla yazılmış bir kitap, bir yayıncı açısından çok makbul değil. Şiir ayrı, ancak roman ya da incelemenin üzerine mutlaka bir katma değer koymak gerekiyor. Yayınevi olarak bizim sorumluluğumuz da bu; bize ne gelirse gelsin (inceleme, tarih, gezi, roman), editörlerimizin görevi ona bir katma değer katmaktır.
Olduğu gibi basmıyorsunuz geleni?
Metni bir adım öteye götürmezsek yayınevi olmayız ki. Postacının getirdiğini matbaaya veren oluruz. Genius (2016) filminde de izledik, editörün Hemingway’lere Fitzgerald’lara nasıl fırça attığını, “Bu bölümü böyle yazma, şu karakteri şöyle geliştir” diye. Sektör dediğimiz şey o işte. Biz de böyle planlamalar yapmalı/yapabilmeliyiz yazarla. Yayıncının en büyük sıkıntısı bu. Sadece ilhamla yazanları dışlamıyorum tabii ama bu işin %95’i emek.
Neden bazı kitaplar çok satıyor da, bazı kitaplar hiç satmıyor?
Bunu bilebilsek (Gülüyor). Bu sörf yapmaya benziyor, dalgayı yakalamanız gerek. Ama hangi dalgayı nasıl yakalayacaksınız, bu tek parametreye bağlanacak bir şey değil. Kapağınız güzel olabilir ama yanlış fiyat koyarsınız, okuru iter. Meselâ.
“Metnin değeri budur” demek değil o zaman çok satıp satmamak?
Yüzde bin. Ben örneğin yayın yönetmeni olarak önce bir karar veriyorum, “Bu kitabı hangi banda oturtmalıyım?” Örneğin Batı Felsefesi Tarihi, bu kitabı 10-20 bin bandına oturtmak benim için bir başarı. Bu kararı önceden veriyorum ve her şeyi ona göre tasarlıyorum.
Hedefi önceden koyuyorsunuz?
Tabii, saldım çayıra mevlâm kayıra yapamayız ki. Ayda elli kitap basıyoruz, gereklerini yapmalıyız.
Çok satmak çok mu önemli?
Doğan Hızlan’ın dediği gibi, “Her yayıncı neticede çok satmak ister.” Matematik ve Metafizik diyelim, bu kitabı basmak bizim için gurur kaynağıdır, ama genel eğilim; üzerine bir fiyat etiketi koyduysan, satmak için bir ürün üretiyorsun demektir, kaçarı yok.
Yılda kaç tane 100 bin satan kitap çıkarıyorsunuz?
Biz yayın grubu olarak her ay bir tane 100 bin bandına oturacak kitap çıkartmak zorundayız. Bu işin lojistiği var sonuçta; bu kadar insan çalışıyor, arabalar gidip geliyor (dağıtım ağı), dolayısıyla aksi düşünülemez.
Son on yılda, zirvedeki en çok satan 3 kitabınız?
Ahmet Ümit ‘Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’, Mümin Sekman ‘Her Şey Seninle Başlar’, Ayşe Kulin ‘Handan’.
Altı yayınevinizin nitelikleri, kuruluş sebepleri neler?
Alfa ana omurga olarak kuruldu, yemek kitabından bilime, kişisel gelişimden tarihe, edebiyata çok geniş bir yelpaze. Kapı, geçmişten günümüze açılan bir kapı, divan edebiyatı da var, İskender Pala, Beşir Ayvazoğlu, Dücane Cündioğlu gibi alanında çok takip edilen yazarlar da var. Everest’te saf edebiyat yapıyoruz, edebiyat ve düşünce. Artemis, başlangıçta fantastik edebiyattı, giderek güncel ve spiritüel gelişim eklendi, genç yetişkin serileri ve Artemis Çocuk’ta yaptığımız lisanslı Warner Bros, Dream Works, Winx Club, Sarah Kay gibi okul öncesi serilerimiz var. Mona’yı yeni kurduk, orada kişisel gelişimin tüm katmanları ve yeni enerjilerin peşindeyiz. Büyülü Fener ise çocuk kitapları üzerine, okul çağı çocukları.
Okur, şu sıralar sizce en çok ne arıyor?
Şu sıralar pidenin bittiği yerdeyiz. Vampir kitapları bitti, tarih kitapları bitti, erotik kitaplar bitti, Osmanlı İslam kitapları bitti, boyama kitapları bitti. Sıfır noktasına gelmedi hiçbiri ama yeni bir ana akım oluşmuş değil şu an. Bu şöyle iyi bir şey ki külliyat yapıyoruz, boşluğu böyle kullanıyoruz. Sırf biz değil bütün büyük yayınevleri. Okur da rafta gördükçe külliyata yöneliyor.
Ayda ne kadar yeni dosya başvurusu olıyorsunuz?
Herhalde, ayda iki yüze yakın dosya geliyor.
Nasıl bir değerlendirme sisteminiz var?
En çok vakit alan bu işte. Ürüne dönüştüremediğimiz ama çok zaman alan bir konu. Önce dış editörlerimiz okuyup raporlandırıyor gelen dosyaları. Bu ilk elemeden sonra biz burada okuyup yayın kurulunda değerlendiriyoruz.
Gelen dosya yoluyla yılda kaç yeni yazar kazanıyorsunuzdur?
Ayda bir tanesini bile bassak büyük bir kazanç. Çok fazla başvuru olunca yaşın yanında kurunun da yanmaması zor çünkü. Çok hoş şeyler de geliyor ve onları yakalamak bu emeğin ödülü bizler için.
Olumsuzlara cevap dönüyor musunuz peki?
Dönmeye çalışıyoruz, standart bir mail ile. İnsanlar bir gerekçe duymak istiyorlar haklı olarak, ama onu yapamıyoruz o gerçekten çok zor.
Bugün “tamam” dediniz diyelim, ne zaman çıkar kitap?
Dağıtım, matbaa her şey bizde olduğu için bir ayda bile kitap basabiliriz. Mevsimlik programımız her zaman var, üç aylık 150 kitabımız bellidir. Ama muhteşem bir şey geldi diyelim, bu sayının üstüne rahatlıkla çıkabiliriz. Hızlı kitap çıkarmayı da severiz.
Çok satanlar ile çok satması gerekenler aynı eserler mi sizce?
Yayıncılar için polemik yapılacak, büyük anlamlar çıkarılacak bir küme değil bence bu. Sonsuz ve her şeyi kapsayan bir adalet beklenemez. Üstelik bu çok sonra da gelebilir, Sabahattin Ali de olduğu gibi. Adam öldürüldü bu ülkede ve 1 milyonu geçti Kürk Mantolu Madonna bugün. Nazım Hikmet’in şiirleri bir ara yasaktı, şimdi herkes okuyor, satıyor, bu harika bir şey. Son kertede amaç insanlara kitap alım alışkanlığı kazandırmak. Anketlerde Türkiye 220’inci sırada yanılmıyorsam şu an, bunu öne taşımak gerekiyor.
“Çok satan”, kaç satıyor demek?
Bizim için 100 bini geçmesi demek. Piyasada da psikolojik sınır budur.
Son soru; satmayan kitaplar ne oluyor, depodaki kitaplar?
Biz bu sorunu dağıtım ağımızdan dolayı bir şekilde aşabiliyoruz. Çok hızlı kampanyalar düzenleyebiliyoruz. Ama evet, bu genel bir sorun. Günde 150 kitap basılıyor ve bunun bir kısmı rafa bile çıkmadığına göre bir sürü dolu depo var demektir. Depolardaki kitapların bir şekilde piyasaya girmesi şu an her yayınevinin kâbusu bence, çünkü bunlar fiyatları öyle bir aşağı çekecek ki. Bir milyoncu gibi olacağız belki bir anda ve çok büyük sıkıntı yaşatacak bu durum bizlere.
Çok teşekkürler Mustafa Küpüşoğlu, kolay gelsin.