Hayat, belki de en çok kendisine başkaldıranları ölümsüzleştirir. Kimseye dokunmadan, kimseyi kırmadan, hayata karşı hata yapmadan ama yine de hayatın ona koyduğu sistemsel kurallara içindeki tanrısal tutkuyla başkaldıranları… İşte modern dansın devrimcisi Isadora Duncan, onlardandı.
Henüz 6 yaşında, “Siz hiç parmak ucunda yürüyen insan gördünüz mü?” diyerek klasik balenin bütün sistemsel çalışmalarını reddetmiş, insan ruhu, zihni ve bedeninin yaşam ve evrenle arasındaki ayrılmaz bağdan aldığı ilhamla, doğal dansı yaşama geçirmeye başlamıştı Isadora. Maurice Lewer’in kaleme aldığı Isadora isimli kitap, AFA Yayıncılık’tan 1998 yılında çıkmış. Bir dansçı olarak kitabı elime ilk aldığım anda üzerinde ilk dikkatimi çeken şey, kapakta Isadora Duncan’ın hayat felsefesini belirten cümleydi: “Sınır Tanımamacasına Yaşamak”. Gerçekten de, sınır tanımamacasına yaşamış bir kadın var karşımızda. Hayatı, aşkı, cinselliği, devrimi bile sınır tanımamacasına yaşayan bir kadın.
“Sanatımın simgelediği bir şey varsa, o da kadın özgürlüğüdür. Ve bu özgürlüğün meşru hale gelmesidir. Kadınlar kendilerini yeni kıtadaki Püritanizmin entrikalarından ve dar kalıplarından kurtarmalıdır. Bugün birçok Amerikalı kadının yaptığı gibi o tahrik edici giysiler içinde kasılmaktansa, tümüyle çıplak dans etmeyi yeğlerim. Çıplaklık gerçek olandır. Gerçek güzelliktir. Sanattır. Ve bunun için de asla ve asla bayağı olamaz. Benim bedenim sanatımın tapınağıdır.” diyen Isadora, dişi güzelliğinin çekiciliğine ve masumiyetinin zerafetine inat, gençliğinin en güzel yıllarında kutsal bakire gözüyle bakılmış, tanrıça olarak nitelendirilmiştir.
27 Mayıs 1877’de İrlandalı bir ailenin kızı olarak Amerika’da dünyaya gelen Isadora, hayatının ilk gençlik çağlarını yoksulluk içinde geçirse de, mutlaka yaşamını sürdürecek bir yol bulmuştur. Tüm yaşamı boyunca yaratmaya çalıştığı dans akımını en çok Rusya’nın anladığını hisseden Isadora, neredeyse tüm turnelerini bir başına gerçekleştirmiş ve çıktığı turnelerle Paris, Almanya, Avusturya, Macaristan, Yunanistan ve Rusya gibi pek çok ülke başta olmak üzere, Avrupa ve Amerika’da çok büyük üne kavuşmuştur. Henüz on yaşındayken hiç ders almadan, içinden geldiği gibi dans eden bu kız, zaman geçtikçe soylu ailelerin salonlarında tanınmaya başlamış ve ardından hayallerinin peşinden giderek bir marka haline gelmiştir.
Sıklıkla üzerinde şeffafa yakın birkaç parça ile ve çıplak ayakla dans eden Isadora, içindeki sanatçı karmaşasını hayatı boyunca yaşadığı çeşitli aşklarla dengelemeye çalışsa da, sevgilileri arasında yalnızca Gordon Craig, Paris Singer ve Walter Rummel tarihe geçmiştir. Evlilik kurumunu hayatı boyunca ve yaşadığı tüm aşklara rağmen reddetmiş bu kadın, kendisine evlenme teklif eden ve hayatının son yıllarında yolunun tekrar kesiştiği Paris Singer’a bile “Benim yaşamım özgürlüktür” diyerek hayır demiş, yalnızca ünlü Rus Şair Sergey Essenin ile, 3 Mayıs 1922’de kendisini Rusya’dan çıkartabilmek için evlenmiştir. Bu evlilik dışarıdan göründüğü gibi güllük gülistanlık olmamıştır. Bu evlilikte, içinde iki sanatçı ruhun yaşadığı travmalar, kimi zaman şiddeti içeren bir tutku, alkol, bitmek bilmeyen kavgalar, birbirinden ilham alma ama tüm bunlara rağmen biten bir aşk ve sonunda “Ölmek hiçbir şeye yaramayacak, ama yaşamak neye yarayacak ki?” diyerek intihar eden bir şair vardır. Zaten Isadora kadar tutkulu bir kadının hemen hemen tüm aşkları da böyle inişli çıkışlıdır. Sıradan, tek düze, toplumun kabul ettiği bir aşk anlayışı, yalnızca Isadora’nın dansında değil, hayat ve aşk anlayışında da yer almamıştır.
Isadora, evlilik kurumuna karşı olmasına rağmen, cinselliği ve kadın kimliğini keşfettiği andan itibaren, Gordon Craig ve Paris Singer’dan birer çocuk dünyaya getirmiştir. Hayat, aşkı, tutkuyu, beden güzelliğini ve ilhamı esirgemediği bu kadından, toplumun alışılagelmiş aile düzenini ve iki çocukla geçen mutlu bir ömrü esirgemiştir oysa. Gordon Craig’den olan kızı Deidre ve Paris Singer’dan olan oğlu Patrick, Fransa’da bulundukları dönemde yanlarında dadılarıyla beraber annelerinin yanından dönerken, motoru bozulan arabadan inen şoförün el frenini çekmeyi unutması sonucu Seine Nehri’ne uçarak ölmüştür. Bu hikayede belki de en ironik olan, Isadora’nın yıllar sonra kısa süre aşk yaşadığı bir doktorun, bu kaza esnasında kızına suni teneffüs yapan doktor olduğunu öğrenmesidir.
Hayat sanatçı ruhları, tutkularıyla olduğu kadar travmalarıyla da sınar galiba. Bu yüzdendir her tutkulu sanatçının hayatında acının da mutluluk kadar zengin olması... Tutkuyla acılarının üzerinden gelmeyi öğretir belki de hayat onlara. İşte bu trajik olaydan sonra, Isadora alkolle tanışmış ve hayatı bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde değişmeye başlamıştır.
Evren, ismine onu ölümsüzleştirecek kadar büyük bir imza attıklarına pek de normal bir yaşam sunmuyor sanırım. Isadora, son nefesini, deniz kenarında bir balıkçıda karşısına çıkan genç bir hayranının Bugatti marka arabasında vermiştir. Üstelik arkadaşı Mary Desti’ye bu genç adamla ilgili şu akıl almaz cümleleri neden söylediğini bilmese de, söylemesini takip eden saatler içinde:
“Ah Mary! Tanrı aşkına, bu delikanlıyı görmemin ne kadar önemli olduğunu anlamıyor musunuz? Ve bunun bir ölüm kalım meselesi olduğunu? Nedenini sormayın bana, çünkü ben de çok iyi bilemiyorum.”
Ama hayat biliyordu. Kader ya da Tanrı, adına ne derseniz diyin, işte o, olacakları biliyordu. Isadora, hayatının ikinci evresi denilebilen, çocuklarının kaybını takiben başladığı ve alkolle taçlanmış yaşamının evresinde kendinden yaşça küçük gençlere ilgi duymuş, adeta içindeki yaşam tutkusunu ya da yaşam kavgasını onlarla gençleştirmiş, ölümsüzleştirmeye çabalamıştı. İşte şimdi de, bir restoranda karşısına çıkan, Bugatti marka araba satan bir delikanlının kendisini çıkardığı bir gezide, boynuna her zaman taktığı, kendisi için özel olarak getirilmiş şalın arabanın tekerine takılması sonucunda, tek bir hamlede, boynunun kırılmasıyla vefat etmiştir.
Kimbilir, çok büyük tutkuların bedelleri de çok büyük oluyordu belki de… Ondan geriye, sınır tanımacasına yaşayan bir isim, bir dans ekolü, hakkında yazılmış kitaplar, çekilmiş filmler ve onun ekolünü yaşatmaya çalışan dansçılar kalmıştır hayata… Tüm bunlar ve daha fazlası, zaman zaman şaşkınlıkla, zaman zaman gülümseyerek okuyacağınız, okurken zaman zaman insan ruhunun içindeki şizofrenik yanları sorgulayacağınız Maurice Lewer’in Isadora isimli kitabında…