Hayat uzun bir koridor ve arada bekleme salonları var. Bazen rüzgâr alsın istiyoruz, görümlük olarak yüzümüzü veriyoruz rüzgâra, bundan bir ‘rüzgâr tutulması’ oluyor, sonra hep hep o rüzgârla gidiyoruz. Diyorlar ki:- Hiç arkadaşın yok görünürde, ama hiç yalnız değilsin! Görmüyorlar durduğun yeri ve orada çoktandır sözleştiğin rüzgârla buluşmuş olduğunu ve onunla koyu bir söyleşi tutturmuş olduğunu. Sormuyorlar, soru işaretleri çok kıymetliymiş gibi onlarca harcamak istemiyorlar. Bazen soruları bırakıp işaretlerini tuttukları da oluyor. Bazen hiçbir şey olmuyor. Bazen de ‘ne kadar yalnız göründüğünü’ söylüyorlar senin. Yine görmüyorlar o rüzgârın yol gibi seninle olduğunu, sende olduğunu. Böylece senin rüzgârla yoldaş olduğunu ve yolun rüzgârla uzadığını, estiğini, durduğunu, uyuduğunu, şımardığını, sevindiğini, konuştuğunu, sustuğunu, mırıldandığını, darlandığını, hallendiğini, yorulduğunu, ayaklandığını, kanatlandığını, kızdığını, köpürdüğünü, yatıştığını, küstüğünü, barıştığını, açıldığını, karıştığını…ve hiççççç yarışmadığını!
Sen yolsun, bazen kimsenin gitmediği, gelmediği, durmadığı, geçmediği, senin rüzgârdan başka kimsen yok aslında. Yok aslında. Yol da aslında rüzgâr. Sen aslında rüzgârı sayılırsın kendinin, sen yolsun çünkü. Bazen böyle uzun uzun kendini beklersin, bazen böyle yorgun yorgun zamanı bekletirsin. Birazdan gideceksin, yolun edebiyatı olmaz çünkü, yol şiirindir, yolun şiiri vardır, yol şiir içindir. Hatta senin için şöyle bir kaç dize bile söyleyebilirim yolluk olarak: “Rüzgâr yolda durdu / ve senden önce/kimsesizliğin geçsin dedi / o geçmeden ne sen ne ben / dolduramayız içimizi…” Tekrar fotoğrafa baktım, şiirin bu dizesinin niye yarım kaldığını anladım, çünkü yarsı da senin yüzünde harflerini arıyordu. Sense o koridorda bir serüven gibi ışığını gönderen pencerenin önünde durmuş, valizler, çantalar, bavullardan oluşan hayatlar hayatlar hayatlar arasında önceden yorulmuşsun.
Önceden yorulursak belki hayat bize ilerde daha iyi davranır. Önceden uyursak belki sonra hayatı daha çok yaşarız. Önceden söylersek belki sonra hayat bize o kadar da çok soru sormaz… Önceden yanılırsak, sonradan da yanılırız ve buna hiç şüphe yoktur. Yoktur. Tıpkı insanın da yoldan önce rüzgârla tanışması gibi bir şeydir bu. İnsan en çok rüzgârda tanışır kendisiyle. Ve rüzgâr yalnızca o koridorlardan esmez, o pencerelerden girmez, o fotoğrafta görünmeyen kapıları, tıpkı dalgaların kıyıyı dövdüğü gibi dövmez, gelir sana çarpar. Çarpışmak kaçınılmaz, doğal, gerekli ve güzeldir. İnsanın rüzgârla çarpışması, kendisiyle çarpışması demektir. Ve yol bunun içindir. Sen de aslında orada, bir yolcu olarak, yolda olarak ve artık yol olarak, rüzgârı bekliyorsun. Gelsin ve seni hiçbir yere değil, kendine götürsün… diye.
Sana bir hikaye yazmadım, öykü uydurmadım. Ben de senin gibi henüz küçük bir yolken ya da yol küçüğü iken, çok rüzgâr çarpması / çarpışması yaşadım. Rüzgâr bir huydur aslında ve huyun içinde huysuzluk da vardır bilirsin. Senin fotoğrafına bakınca eski yıllar, eski yollar geldi aklıma. Eski rüzgârlar geldi diye sürdürmedim bu cümleyi, çünkü rüzgârın eskisi olmaz, rüzgâr hiç eskimez.
Bazen az, bazen çok, bazen alçaktan bazen yüksekten eser, esmeden duramaz. Rüzgârın huyu esmektir. Peki huysuzluğu çarpmak mıdır rüzgârın? Çok çarpılmış, rüzgârın çok tokadını yemiş bir adam olarak bana sorarsan değildir. Rüzgârın doğasıdır ama çoğunlukla bunu huysuzluk olarak anlar, rüzgâr bu kez sert esti, tersinden esti diye yorumlaruz. Oysa rüzgârın da bizim gibi ama bize benzemeyen huyları vardır, ve bunlar arasında en çok huysuzluklarıyla yanımızdadır. Usul estiği zaman hiçbirimiz bir şey anlamayız bundan ama çarptığı zaman kendimize geliriz.
O koridor işte, adı Rüzgâr Koridoru olsun, o fotoğrafın da adı bu olsun, hatta yazının da: Rüzgâr Koridoru. Bana sorarsan fena olmadı. Rüzgârlı şeyleri severim. Rüzgârlı Bayır’ından başlayarak Emily Bronte’nin, sonra şair ve yakın arkadaşlarımdan Adnan Azar’ın Rüzgâr İstasyonu, Adnan Özer’in Rüzgâr Durdurma Takvimi başlıklı iki harika şiir kitabı vardır, Murat Koçak “Rüzgâr” diye hala etkisinin estiği bir dergi çıkarıyordu, sonra rüzgârlı sözler, rüzgârlı saçlar, rüzgârlı şehirler, rüzgârlı bahçeler, rüzgârlı okullar, rüzgârlı sınıflar ve rüzgârın bir şefkat olarak estiği zamanlar, durumlar, anlar, anılar…
Bir şefkat yuvasının rüzgâra ihtiyacı yok mudur? Şefkat dediğimiz şey, benim en sevdiğim haliyle, “bardaki sarışın kız”dır, Ferdi Özbeğen’in İstanbul Türkçesi mi desem, İstanbulca Diliyle mi, hangisiyle söylediyse, o müthiş yorumundan rüzgârını almayan, nasiplenmeyen kalmış mıdır bilmem, adını unuttuğum bir şarkısındadır işte o kız. Tıpkı yola çıkana bir demet rüzgâr verilir gibi, sanıyorum o şarkıdaki şefkat da bir yolluk olarak kadim armağanlar arasında verilmiştir rüzgâr yolcusuna.
Şimdi sen burada 10 yıl filan duracağına, bekleyeceğine, ve bu şefkat yurdu, yuvası seni her şeyden koruyup esirgeyeceğine göre, sen de yuvadan uçunca, yurdundan çıkınca, yol olacaksın ve rüzgârla tanışacaksın haliyle. Rüzgâr bu belli olmaz bazen bir şefkat gibi okşar, bazen bir ejderha gibi alev diliyle yakar. Rüzgâr Dersi var mı bilmiyorum, keşke olsa, sonra Ay Dersi, Güneş Kursu, Yalnızlık Bilgisi, ki Hayat Bilgisi dediğimiz aslında budur, olmalı rüzgârın dersi. Yoksa rüzgâr sana dersini verir. Evet bu okulun temel dersi şefkattır, ama…
Yine de burası rüzgâr beklemek, rüzgârla beslenmek ve yola rüzgârlı çıkmak için harika bir koridor. Bence insan 10 yıl filan orada kalıp, ne oluyor ne bitiyor diye bakmalı yola, yurda, dünyaya, rüzgâra ve tünelin ucunda kendisini bekleyen ışığa. Çağdaş Torbacıoğlu’nun şefkatli objektifinin gördüğü ve bana da gösterdiği o koridor, evet, ister Darüşşafaka’ya başlarken olsun, ister bitirirken olsun, her zaman bir Hazırlık Sınıfı gibi duracaktır orada. Şefkat hazırlığı. Şefkat koridoru. İnsana, hayata, yola, dünyaya, sokağa ve elbette rüzgâra da şefkat.
Şefkati incecik bir rüzgâr kılığında hafif bir koku gibi eserken, geçerken galiba gördüm orada.