24 AĞUSTOS, PERŞEMBE, 2017

Dekadans

Bir kitapçının aşiyanında geçen, nitelikli eserlerin bir gün elbet gün yüzüne çıkacağı sohbeti üzerine Ahmet Mithat Efendi’nin Hasan Mellah ile Hüseyin Fellah kitabının hikâyesi çerçevesinde kaleme alınmış bir deneme.

Dekadans

Geçen hafta bir kitapçı dostumu ziyarete gittim. Kitapçı pek kalabalık sayılmazdı. Dostum beni kendisine bir kuş yuvası olarak tasarladığı üst kattaki küçük odaya buyur edip, önüme de sade filtre kahve koyduktan sonra eski günlerde olduğu gibi koyu bir sohbete daldık. Zira üniversite yıllarımda ikimizin de hayaliydi böyle bir kitapçı açmak. Konu son zamanlarda Türk edebiyatındaki nitelik sorununa geldi. Oradan da ‘çok satanlar’ meselesine. Dostum pek kederli görünüyordu. “Biliyor musun bu üst kata neden lüzum gördüm?” diye bir girizgâh yaptı. Soru sormaktan ziyade, içini dökmekti maksadı anlayıverdim hemen. Sonra masasında duran başucu kitaplarını bir kediyi okşar gibi okşayıp devam etti, “Burayı nice emekle açtığımı biliyorsun. Eskiden beri hayallerimden birinin insanlara nitelikli eserler okutmak olduğunu da… Ama ne yazık ki öyle olmadı. Tam beş yıldır insanlara nitelikli eserleri okutmak için elimden geleni yaptım. ‘Çok Satanlar’ rafını kaldırdım, yerine ‘Çok Satması Gerekenler’ bölümü koydum, olmadı. ‘Tavsiye Ettiklerimiz’ bölümü yaptık, o da işe yaramadı. Klasikler ve modern klasikler bölümünde yer alan kitapları indirimli satmaya çalıştık ama okurlar hem en pahalı, hem de en vasıfsız kitapları almaya devam ettiler.  Bir zaman sonra fark ettim ki, alt katta uzun süre durunca, insanların rağbet gösterdiği kitap demeye bin şahit kâğıt tomarlarını görünce başım ağrımaya başlıyor. Geçen ay işte burayı yaptırdım, malum sebeplerden... Bu aşiyana girip akşama kadar istediğim kitapları okuyorum. Ara sıra dayanamayıp alt kata bakınca gençler nasıl bu hale gelir diye hayıflanıyorum. Ama ister popüler kültür de, ister kültür emperyalizmi de, beni öyle köşeye sıkıştırmış durumda ki işbu kâğıt tomarlarını satmazsam kitapçıyı kapatmak zorunda kalırım. Çünkü sadece bu türden şeyler satıyor. Kitabı bir açıyorsun sözüm ona tasavvufi bir dörtlükle başlanmış, sonrasında deneme oluveriyor bir anda, yemek kitabı gibi devam ediyor, ardından tekrar şiir, sonra roman, en sonunda siyaset kitabı olarak bitiveriyor. Bazı sayfalar boş, bazı sayfalarda tek bir aforizma. Kimi sayfalarda kanayan bir gül resmi, mutlaka bir şeyleri istismar ettiğini belli eden bir sembol…”

Dostumun pek dolu olduğunu görünce, şimdi ondan duyduklarımı gerçek edebiyat savunucusu olan birçok kişiden defalarca işittiğimi fark ettim. Tebessüm ederek ona Ahmet Mithat Efendi’nin başına gelmiş bir olayı anlatmaya başladım.

Efendim, Ahmet Mithat Efendi malumunuzdur. Tanzimat döneminin yazı makinesi olarak nam salmış bir mürekkep pehlivanıdır. O zamanlarda Türk toplumu; bilhassa İstanbul ahalisi, gazete ile yeni tesadüf etmiştir ve yine yepyeni bir tür olan ‘roman’ da işbu gazetelerde tefrika edilerek yayımlanmaya başlamıştır. İşte bu tefrika edilen romanlardan biri de, A. Mithat Efendi’nin ‘Hasan Mellah, Hüseyin Fellah’ romanıdır. O güne kadar okumakla pek de arası olmayan İstanbul ahalisi bu romana büyük bir iltifat gösterir. Romanın yayınlandığı gazetenin tirajları o güne kadar görülmemiş rakamlara erişir. Halk, Hasan Mellah ile Hüseyin Fellah’ın trajikomik maceralarını pek sevmiş, pek sahiplenmiştir. Bir arkadaşı tam bu günlerde A. Mithat Efendi’yi ziyaret eder. Yazdıklarının bu kadar çok okunması hasebiyle dostunu kutlar ama A. Mithat Efendi’nin sıkıntılı olduğunu görür. Şaşırır haliyle;

“Azizim. Yazdıkların binlerce kişi tarafından okunur. Suriçinde Hasan Mellah ile Hüseyin Fellah ete kemiğe bürünmüş halde gezerler neredeyse…  Hayırdır bu durum seni mutlu etmez mi yoksa?” der.

Ahmet Mithat Efendi’nin düşünceli yüzüne tebessüm karışır.

“Hoşuma gitmesine gider lakin aklımda başka bir şey var. Sana bir şey anlatayım da ne demek istediğimi anla. Bir gün senin bana yaptığın gibi bir arkadaşı Balzac’ı ziyarete gider. Balzac’ın evine girdiğinde içerden ağlama sesinin geldiğini işitip paniğe kapılır. Derhal basamakları hızla kat edip Balzac’ın çalışma odasına girince bir bakar ki, Balzac masasının başında oturmuş önünde yığınla defter, kitap hüngür hüngür ağlıyor... İyice meraklanır adamcağız; “Balzac ne oldu? Hasta mısın? Bir derdin mi var?” kabilinden soruları peş peşe sıralar, Balzac kayıtsız bir yüzle başını kaldırıp; “O öldü?” der.

Dostu iyice şaşırır. “Kim öldü Balzac?”

“Yeni yazdığım romanın baş kahramanı…” Der Balzac.

“Delirdin mi sen, bu mu derdin? Bu kadar üzüldüysen dirilt madem…” deyince, Balzac ciddileşir.

“Roman kahramanlarımın kaderleri benim bile elimde değildir ve sanat dediğimiz şey de tam olarak budur. Çünkü sanat, sanat için vardır.’’ Der.

A. Mithat Efendi dostuna Balzac’ın bu anısını anlattıktan sonra;

“Şimdi anladın mı neden düşünceli olduğumu? Ben toplumun isteklerine, onlardan gelen tepkiler doğrultusunda yazıyorum bu romanı. Hiçbir zaman tam mânâsıyla karakterlerim Balzac’ınkiler gibi özgür olamıyor. Çünkü ben Balzac kadar cesur değilim sanırım. Ya az okunursam, ya insanlar beni anlamazlarsa diye çekiniyorum…” Der.

Arkadaşı onu teselli edip, bizim toplumunuzun henüz böyle şeylere hazır olmadığını, ileride elbette kahramanların özgür olabileceğini ve toplumun bunu olgunlukla karşılayacağını söyleyip oradan ayrılır. Ama A. Mithat Efendi kafasına koymuştur bir kere, büyük bir heyecanla oturup romanın yarın yayımlanacak bölümünü değiştirir ve karakterlerden birini, Hasan Mellah’ı öldürür. Arkasına yaslanıp bir sigara yaktığını da ekleyelim.

Ertesi gün merakla ‘Acaba bugün neler oldu?’ diyerek gazete almaya koşanlar büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Çünkü pek sevdikleri karakter, hakkın rahmetine kavuşmuştur. Sultanahmet Meydanı’nda toplanan yaklaşık üç bin kişilik kalabalık, A. Mithat Efendi’nin iş yerinin önüne geldiklerinde neredeyse beş bin kişi olmuştur. Şaka gibi değil mi? Kalabalık çeşitli sloganlarla, hakaretlerle A. Mithat Efendi’den bugün öldürdüğü karakterini derhal diriltmesini istemektedir çünkü onlar toplumdur ve böyle olmasını istemektedirler.  A. Mithat Efendi pencereden boynunu uzatıp “Ağalar, beyler! Yapmayın, etmeyin Allah aşkına ben sanatın tarafındayım, kahramanlarımın kaderi benim elimde değildir ki…” dese de, nafile… ‘Ne sanatı, ne kaderi lan!’ diyerek öfkeli kalabalıktan biri elindeki taşı A. Mithat Efendi’nin kafasına isabet ettirince A. Mithat Efendi bir sanat gazisi olarak geçer kâğıt- kalemin başına tekrar. Hasan Melllah karakterinin ölmediğini, uzun bir süre uyuduğu için bu cahilin yani kendisinin onun öldüğünü zannettiğini yazan bir metin kaleme alır. Metni pencereden yüksek sada ile okuyunca kalabalık dağılır. Ertesi gün Hasan karakteri uykusunu almış bir şekilde romandaki yerini alır. Postmodern bir hamleyle toplum, roman kahramanını kurtarmıştır.

​Bu hikâyeden sonra epey güldük dostumla. Nitelikli eserlerin bir gün elbet üstlerindeki çer çöpün temizlenerek gün yüzüne çıkacağını, hak ettikleri yeri bulacağına dair kendimizi teselli edip birer koyu kahve daha içtik. Ben tam çıkarken ne oldu biliyor musunuz? Bir genç kız içeri girip alt kattaki çalışana “A. Mithat Efendi’nin kitapları hangi rafta?” Diye sordu. Beni kapıya kadar geçiren dostumla birbirimize bakıp gülüştük. Dostum kıza doğru dönerek; “Hangi kitabı? Hasan Mellah ile Hüseyin Fellah’ı soruyorsanız kalmadı.” Dedi.

0
23640
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage