Kaleme aldığı Deli Bal, Kanatları Ölü Açıklığında ve En Eski Yüz kitaplarıyla tanıdığımız Pelin Buzluk'un öykülerinde yer verdiği meselelere yaklaşımı ve kullandığı dil bağlamında ilk kitabından bugüne yazın dünyası üzerine bir yazı.
’80 sonrası öykücüler arasında dikkat çeken isimlerden biri Pelin Buzluk. 2002’den bu yana çeşitli mecralarda adını duyurmasının yanında Deli Bal, Kanatları Ölü Açıklığında ve En Eski Yüz kitaplarıyla tanıyoruz onu. Hem genç öykücülüğe yeni soluk getirme çabası hem de ele aldığı meselelere farklı bir yaklaşım ve dil işçiliğiyle eğilmesi biraz daha farklı bir yerde duruyor. Gerek kullandığı kelimeler, gerek dille ilişkisi, gerek kaleme aldığı tür üzerine düşünceleriyle de her kitabında ayrı bir yerden sesleniyor okurlarına. Öyle ki, ilk kitabından bugüne vardığı noktayı ele alırken aslında en çok kendisiyle ve zamanla yarıştığını, kendine ait bir dünyası olduğunu sezdiriyor.
2010 yılında, Can Yayınları’ndan çıkan Deli Bal adlı öyküler toplamıyla Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü, 2012’de Kanatları Ölü Açıklığında kitabı ile Selçuk Baran Öykü Ödülü kazanan yazar, geçtiğimiz aylarda da En Eski Yüz kitabıyla Sait Faik Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Her ne kadar, Pelin Buzluk da dahil pek çok yazar, yazarın yazımına etkisi olmadığını ya da kendilerini bir “olmuşluk” kisvesine bürünmemelerini sağladığını söylese de ödüllerin bir şekilde teşvik edici, yola devam etmeyi göze aldıran bir yanı da yok değil diye düşünüyorum. Özellikle her kitabıyla ayrı bir ödül kazanan Buzluk için bu ödüller cesaret verici olmuş olmalı ki, ilk kitabından bugüne gözle görülür bir yol kat ettiğini söyleyebiliriz.
Ele aldığı meselelerin kökeninde toplumu meşgul eden sorunlar bulunsa da tamamıyla toplumcu gerçekçi bir yazar olarak tanımlamak doğru olmaz Buzluk’u. Zira kendisi bu akımın gereklerini yerine getirmektense daha farklı bir yol izliyor. Dili eğip büküyor, anlamsal yoğunluğu bulunan ve pek çok anlama, yola çıkacak kelimelerle oynuyor, sıradan bir anlatıdansa daha psikolojik derinlikli ve fantastik unsurlarla beziyor metinlerini. Bireysel ya da toplumsal sorunlara, meselelere değinirken hem tanıdığımız, tanık olduğumuz ya da bir şekilde hayatımızın bir kenarına dokunmuş hem de her şeye rağmen uzaktan gördüğümüz, çok da içine giremediğimiz olayları ya da karakterleri aktarıyor okuruna. Derdini ucundan kıyısından da olsa aktarıp okuruna bırakıyor boşlukları doldurmasını. Bugüne kadar dışındaysa bile okur bahsedilenlerden, bir şekilde dahil olsun istiyor ona. Bir duyarlılık, bir farkındalık yaratma telaşında.
Pelin Buzluk’un öykü evreni karanlık görünse de aslında umuda selam durmakta inatçı. Tıpkı karakterleri gibi. Yaralar, acılar, tanıklıklar, karanlık ya da acı dolu geçmişler ve ülkeler, zamanlar; tüm bunlar bir araya geldiğinde oldukça kasvetli, hatta neredeyse gotik anlatıya varan bir atmosfer ortaya çıkması beklenirken, Buzluk ters köşe ediyor okurunu. “Her şeye rağmen umudu” koyuyor çünkü metninin temeline. Karakterlerinde kendini sezdiren bir aydınlığa çıkarıyor tüm yolları. Kimi zaman belirsizlik ya da sonu bulunmayan öykülere imza atsa da, karanlıkların içinde bir yerden mutlaka göz kırptırıyor umuda. Kendisinin umuda olan inancı dönüşerek karakterlerine, mekânlarına, atmosferine sirayet ediyor ve bunu da okurundan gizlemiyor. Nitekim, son dönemlerde mücadeleci kimliğiyle ekranlarımıza haberleri düşen yazar, belki de en ihtiyacımız olan şeyi yapıyor, durup durup umudu hatırlatıyor bizlere satırlarında.
Mümkünlerin kıyısından
Üstelik bu karanlık ve yaralı atmosferler ve karakterler, bir ajitasyona varmadan, yalnızca gerçeklikleriyle yer ediniyor. Keskin, soğuk, belki çaresiz ancak gerçek. Çünkü dramadan ve onunla zıtlık oluşturarak okurda bir vicdan rahatlığı yaratan katharsis’le uğraşma gibi bir amacı yok yazarın. Yalnızca olanı olduğu gibi, kurgu evreninde olsa bile en gerçek haliyle veriyor. Karşısındakinde yaratmak istediği o farkındalığa zeval vermek istemiyor gibi sanki. Fakat bir tezat da çıkıyor burada karşımıza: Zira Buzluk, ele aldığı konuların can yakıcı ya da keskin taraflarını anlatırken, toplumsal bir mesele eğilirken bir alternatif yaratma ya da çözüm üretme derdinde değil. Bu elbette her okurum alımlamasına göre farklılık kazanabilir ya da farklı bakış açıları bunu çok kabul etmeyebilir ancak bir çözümden ziyade gösterme amacı taşıdığını hissettiriyor. Bir probleme karşı göğüs germenin, özellikle de bir “kadın” olarak bunu yapabilmenin önemini vurguluyor belki de. K24’te yapılan bir soruşturmada[1] meselesinin “düş kurmak, kurdurmak, mümkünleri çoğaltmak” olduğunu söyleyen yazar; gerçekten ne anlatırsa anlatsın, mümkünlerin kıyısından sesleniyor adeta.
Karakterleri daha çok kent yaşamı içerisinde, kent insanları olarak karşımıza çıksa da sokağa kulak veriyor yazar. Okurunun da sokağın sesini duyması için elinden geleni yapıyor. Gerçekliği ayrıntılarıyla verirken bir yandan da sokağın fotoğrafını çekiyor sanki. En yalnızlaşmış, kendi dünyasına çekilmiş, toplumdan soyutlanmış karakterde bile sokağın bir görünümü seriliyor karşınıza, sokaktan ve “insan”dan sesler duymaya başlıyorsunuz. Bu haliyle elbette biraz daha yaklaşıyor okuruna. Her ne kadar mesafeli bir duruşu varsa da metinlerinin, bu okurundan uzak kalma isteğindense gerçekliğin gerektirdiklerinden elzemmiş gibi geliyor.
‘İnsan’a, insanlığa eğilmeyi tercih eden Buzluk, kayıplarını kendine yaren edinmiş karakterler oluşturuyor sıklıkla. Onları kabullenen, onlarla varlığını yaratan karakterler. Çünkü bu bir yanıyla bu karakterleri besleyen bir unsur. Kendini yaralarıyla, kayıplarıyla, acılarıyla oluşturan ve bununla dik durmayı, ilerleyebilmeyi, onların üstüne gittikçe varoluşunu tamamlamayı başaran kişilerle karşılaşıyoruz. Kimi zaman bir eksiklik, kimi zaman bir ayrıksılık, kimi zamansa olmazlarda sıkışmışlık bir güç olarak dönüyor karakterlere. Buzluk, karakterlerini asla yıldırmıyor, onların tükenmesine, vazgeçmesini, umutlarını kaybetmesine asla izin vermiyor. Bir parıltı çakıyor bir yerlerden ister istemez.
Ele aldığı konuların toplumsal, duyarlılık ve farkındalık geliştirilmek istenen konular olduğundan yukarıda söz etmiştik. Bunların başında ise, kadınlar ve kadın olmak geliyor. Gerek dünyada gerekse ülkemizde kadının yeri, konumu, öğrenilmiş cinsiyet ve eşitsizlik had safhada ve hemen her gün farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Buzluk, tüm zorlukları ve eşitsizlikleri yıkarak kadının varlığını ortaya koymaya çalışıyor. Ataerkin dayatmalarına, toplumsal rollerin gereklerine(!), kendini kadınlar ve onlar üzerindeki kurdukları hakimiyetle tanımlayan erkle mücadeleye ediyor. Bunu sembolize etmek adınaysa en çok “baba”yı koyuyor karşısına. Aile ve babayla şavaşıyor öncelikle; toplumun çekirdeğinden yani. Toplumun yerine babayı koyup dimdik duruyor karşısında, ataerki baba üzerinden sembolize edip tabuları yıkmaya çalışıyor. Karakterleri güçlü derken aslında en çok kadınların gücünü görüyoruz bu anlamda. Öykülerindeki kadınlar güçlü olmalarının yanı sıra çaresiz ya da çıkışsız görünseler de aslında ataerk karşısında var olmaya çalışan, kendilerini ve kimliklerini kabul ettirmeye çalışan, varlığını sürdürmek uğruna her şeyi göze alabilecek kişiler. Her şekilde karşısında duruyor erkin, erkekliğin. Bunu da oldukça cesur ve açık bir dille yapıyor üstelik. Bir söyleşisinde[2] otosansürü yenmeyi Sevgi Soysal’la öğrendiğini söyleyen yazar, cesur ve keskin diliyle gerçekten başarmış görünüyor bunu.
En Eski Yüz’ün “açık”lığı
Dil demişken… Buzluk’un dili ve üslubu en çok En Eski Yüz’de gösteriyor kendisini. Deli Bal’dan bu yana Pelin Buzluk takipçisi olanlar fark etmiştir: Yazarın gitgide kendini gösteren, deyim yerindeyse yerini yurdunu bulan, kendi özgülüğü sağlayan bir dil çıkıyor ortaya. Daha kapalı, yoğun imgeler bulunan dil gitgide açıyor kendisini, okuruna ulaşmaya çabalıyorcasına. Bir nevi, yazar artık göstermekten ya da ima etmektense, metafor ya da sembollerle boğmaktansa metni, açık açık konuşmayı tercih ediyor. Derdi gibi dilini de aşikâr kılıyor. Bu elbette tamamiyle düz, heyecansız ya da ritimsiz bir dil anlamına gelmiyor. Ya da metinlerin tekdüze ve sıkıcı bir hale geldiği anlamına da. Aksine, üslup ve teknikle aşıyor yazar bunları. Yalnızca tutumlu olmayı düstur ediniyor yani. Zira dille ilişkisi ve kelime tercihlerine bakıldığında, yoğun ve derinlikli bir dünya seriliyor okurun karşısına. Çokanlamlılığı göz önünde bulundurarak, tek bir kelimeyle pek çok şey anlatmaya başlıyor. Kendine has bir öykü evreni kuruyor bu sayede. Belki de, başından bu yana dediğim gibi, farkındalık yaratmak adına başvuruyor bu yola yazar. Kendini daha iyi ifade etmesi, ele aldığı konulara dair bir farkındalık, bilinç artırımı yapmak adına yardımcı oluyor belki de. Anlattıklarının ya da meselelerinin kapalı bir dilin altında ezilmesinin önüne geçmek istiyor belki, kim bilir? Ancak bu açıklık ve yalınlık, ilk kitaplardan bu yana kendisini, edebiyatını oluşturma yolunda çaba gösteren yazarı bir adım öne taşıyor denebilir.
Öykücülüğümüzün artık neredeyse nirvanaya ulaştığı –bu elbette tartışılır, zira nicelikten çok niteliğin bereketi söz konusu- bu dönemlerde, göz ardı edilmemesi gereken bir yazar. Elbette, her yazarda/metinde karşımıza çıktığı gibi, okuma ritmini düşüren küçük aksaklıklar ya da keskin geçişler, kimi zaman yerini bulamadığını düşündüren unsurlar veya bazen tekrara düşerek okuru metnin dışına fırlatan yerler var. Bir metnin, bir sanat eserinin tamamen kusursuz olması ya da bu şekilde bir yaratım ortaya koyulması mümkün değil. Ancak gerek değindiği konular, gerek dil hassasiyeti, gerekse kendini her eserinde bir adım daha öne taşıyan çalışkanlığı ve azmiyle pek çok genç yazara ya da yazar adayına iyi bir örnek Pelin Buzluk.
[1] http://t24.com.tr/k24/yazi/yazarlar-cevapliyor-2,781
[2] http://kulturservisi.com/p/pelin-buzluk-her-deneyime-bir-avci-gibi-katiliyorum
Kullanılan Pelin Buzluk fotoğrafları bu adresten alınmıştır: http://www.konak.bel.tr/haber/yazar-evinin-yeni-konugu-odullu-yazar-buzluk
Kullanılan diğer fotoğraflar: Aruna Canevascini ve Joanna Chudy'e aittir.