05 HAZİRAN, PAZAR, 2016

Demirlendiğimiz Bu Geceler

Onurlu bir askerin örgütlü kötülük karşısında eğilip bükülmeden, yalnızca gerçeği savunarak adalet mücadelesini nasıl kazandığının anlatıldığı Robert Harris'in Subay ve Casus adlı kitabı üzerine...

Demirlendiğimiz Bu Geceler

Demirlendiğim bu geceler! Bedensel acılardan söz etmiyorum bile, ama ahlaki açıdan nasıl bir rezillik, hiçbir açıklama da yok, neden olduğunu da ne amaca hizmet ettiğini de bilmemek! Yaklaşık iki yıldır nasıl tüyler ürpertici bir karabasanın içindeyim! (8 Eylül 1896)

Zaten gece-gündüz vahşi bir hayvan gibi tüfekli ve tabancalı bir nöbetçi tarafından gözlenirken bir de demirlere vurulmak! Yo, gerçeği söylemeliyim. Bu bir güvenlik önlemi değil. Bu nefretin ve işkencenin bir ölçütü, emir Paris’ten geliyor, aileye darbe indiremeyenlerin masum bir adama indirdikleri darbe, çünkü ne o ne de ailesi bugüne dek yapılmış en korkunç adli hatayı boyun eğerek kabul edecekler. (9 Eylül 1896)

Bu satırlar, bugün artık ayrıntıları pek hatırlanmasa da, siyasileşen tüm yargılamalarda yaşanan adaletsizlikleri vurgulamak üzere adı sıkça anılan ünlü Dreyfus vakasının başkahramanı Yüzbaşı Alfred Dreyfus’ün karısına yazdığı mektuplardan.

19. yüzyıl sonunda Fransız ordusunda gelecek vaat eden bir topçu yüzbaşı iken, adının nasıl olup da etkileri günümüze dek uzanan siyasileşmiş bir davayla bütünleştiği sorusunun cevabı, genç subayın kimliğinde ve dönemin siyasi atmosferinde yatıyor.

Söz konusu dönemde 35 yaşındaki genç Alfred Dreyfus, aile kökenleri Mulhouse kentine dayanan varlıklı bir Yahudi’dir. Teknik Üniversite ve Harp Akademisi’ndeki başarılı öğrenciliği sayesinde Fransız Genelkurmayı’na girmeye hak kazanır. Ancak bu durum, yüksek rütbeli generallerin genellikle büyük burjuva veya aristokrat ailelerin çocuklarını seçtikleri Genelkurmay’daki meslektaşları ve üstleri için çifte bir tezat oluşturmaktadır. Dahası Dreyfus, bir Yahudi’dir ve Fransa henüz Bismarck ordularının tattırdığı ağır yenilginin, Alsace-Lorraine bölgelerinin kaybedilmesinin şokunu üzerinden atamamıştır. Bu koşullarda Fransız askeri istihbaratına ulaşan ve bazı önemli bilgilerin Almanlara satıldığına dair bir rapor, gözleri “olağan şüpheli” Alfred Dreyfus’ün üzerine çevirir. Kapalı oturumla toplanan askeri mahkeme “gizli” belgelere dayanarak Yahudi Yüzbaşı’yı bir çırpıda suçlu ilan eder.

Tam da bu noktada, Robert Harris’in yazdığı ve ünlü yönetmen Roman Polanski tarafından sinemaya uyarlanmakta olan Subay ve Casus’un, Fransız devleti tarafından yakın zamanda dijital ortamda yayımlanan belge, mektup, mahkeme kayıtlarına dayanan ve sağlam kurgusuyla öne çıktığını belirtmekte fayda var. Dreyfus vakası, 2014 Walter Scott Tarihsel Roman Ödüllü bu kitapta bir arkaplan oluşturmanın ötesine geçiyor ve doğrudan doğruya romanın konusunu oluşturuyor. Anlatıcı, Dreyfus’ün tutuklandığı askeri mahkemeye Genelkurmay adına gözlemci sıfatıyla katılan ve kısa sürede albaylığa terfi ettirilerek Genelkurmay’ın karşı istihbarat biriminin başına getirilen Yarbay Marie-Georges Picquart. Orduya ve görevine tutkuyla bağlı olan bu subay, yeni görevindeki ilk bir kaç aydan sonra Fransız Genelkurmayı’ndaki gerçek hainin Dreyfus olmayabileceğine dair ipuçları ele geçirir. Genç yüzbaşı harp akademisinde öğrencisi olmuştur; Albay ele geçirilen gizli yazışmalarda adı geçen, Almanlara bilgi sızdıran kişiye atıfla yapılan tanımlamaların Dreyfus’e hiç uymadığının farkındadır. Üstelik Dreyfus aleyhindeki “gizli dosya” belirsiz birtakım anıştırmalardan ibarettir ve  hiç de sağlam olmayan kanıtlara dayanmaktadır. Albay Picquart kaygılarını ve araştırmalarının sonuçlarını üstleriyle paylaştığında önceleri bir vurdumduymazlıkla, ardından dozu giderek artan bir hoşnutsuzlukla karşılanır. Nihayet, ortada büyük bir yalan olduğunu ve Fransız ordusunun yüksek komuta kademesinin bu yalanın sonuna kadar arkasında duracağını keşfettiğinde kendisini bir sömürge kasabasındaki alaya sürülmüş olarak bulur.

Kendisi de Yahudilere karşı önyargılarla dolu biri olan Albay Picquart kaderin cilvesine bakın ki tüm kariyerini ve hayatını gerçek vatan hainini ortaya çıkarmak adına bir Yahudi için tehlikeye atar. Burada, kitap boyunca da altı çizildiği üzere, Albay Picquart’ı harekete geçiren başlıca itki görev duygusu ve adaletin yerini bulmasıdır. Mesele, Émile Zola’nın dönemin Fransa cumhurbaşkanına hitaben yazdığı, olayların seyrinden bir kırılma yaratan ve belki de yargılamanın kendisinin bile önüne geçtiği söylenebilecek “Suçluyorum!” başlıklı mektupla birlikte dünyanın gündemine oturur.

Yaklaşık 120 yıl önce yaşanmış bu ünlü siyasi davanın günümüz Türkiye’sindeki okurlara anlattığı çok şey bulunuyor. Yakın geçmişimize, yüzlerce kişinin haksız yere hapse atılmasıyla sonuçlanan, bugün artık sahte oldukları belgelenmiş, yaratılmış “kanıtlarla” bezeli bir davalar dönemi damgasını vurdu. İnsanlar adaletin en temel ilkesi ayaklar altına alınarak daha yargılanmadan suçlu ilan edildi. Birbirinden ayırt edilemeyen medya kuruluşları ve istihbarat örgütleri adeta tetikçilikte yarıştılar. Her ne kadar bugün adaletin yerini bulduğunu söylemekten fersah fersah uzak olsak da, Subay ve Casus’u okurken adaletsizliğin ve örgütlü kötülüğün olduğu kadar, gerçeğe duyulan susamışlığın ve isyan duygusunun da yüzyılları aşabildiğini göreceksiniz!

Emile Zola'nın “Suçluyorum!” metni

Kırmızı Kedi Yayınevi

Robert Harris

Subay ve Casus

Çeviren: İlknur Özdemir

464 sayfa

32 TL

0
4910
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage