Demet Öztürk yazdı… Bir şairle aynı ortamı, aynı zamanı paylaşmadım daha evvel. Kitaplarda, imza günlerinde, televizyon karşısında edebiyat programlarında ve bugün olduğu gibi bir dergideki makalede karşılaştım sadece. Şu anda bir şairin yazısına yorum getirmeye çalışırken yeni bir paylaşım içinde olduğumu hissediyorum, şiirle-şairiyle. Yazdığım bu son cümle ile göğüs kafesim daha fazla oksijene ihtiyaç duyuyor; derin bir nefes alıyorum.
Şiir, insanın kendi derinliklerine inmesine yardım eden bir ağırlıktır. Ağaçlar toprağın altındaki suya ulaşmak için kök salar; kökler suya doğru uzayıp gittikçe, dallar yapraklar gökyüzüne yükselir. Daha çok insan olmaya doğru ilerlemenin yolu da buna benzer. İnsan, toprağın derinliklerinde su olduğunu bir şekilde bilip ilerleyen ağaç gibi, kendi iç karanlıklarında dolaşmalıdır. Derinlik sarhoşluğunu merak etmeli; en az bir kez yaşamalıdır bu sarhoşluğu. Karanlık sulara dalıp, kendisi için bir avuç kum almadan, çıkmak istememelidir.
Bir şairle aynı ortamı, aynı zamanı paylaşmadım daha evvel. Kitaplarda, imza günlerinde, televizyon karşısında edebiyat programlarında ve bugün olduğu gibi bir dergideki makalede karşılaştım sadece. Şu anda bir şairin yazısına yorum getirmeye çalışırken yeni bir paylaşım içinde olduğumu hissediyorum, şiirle-şairiyle. Yazdığım bu son cümle ile göğüs kafesim daha fazla oksijene ihtiyaç duyuyor; derin bir nefes alıyorum. Adına “heyecan” diyoruz bu halin. Heyecanlanmanın tıbben bir açıklaması vardır; Doktor Nezir Hoca’ya sorsam “Heyecan durumunda adrenalin salgılanması artar, kan damarları genişler, kan ve kalp atış hızı artar Demet hanım. Heyecanlanınca daha fazla nefes alma ihtiyacı duymanızın sebebi budur” der net ve doyurucu bir açıklama ile. Haydar Ergülen’e soruyorum; “şiirdendir” diyor “çünkü şiir bir nefes gibidir, gibidir’i fazla, nefestir” diyerek devam ediyor. Bu durumda heyecanımın sebebi “az şiirli bir hayattan, çok şiirli bir hayata geçiş hazırlığı veya daha çok insan olmak için kalp atışlarımın hızlanmasıyla ilgilidir” diyorum.
Şair şöyle söylemiş yazısında, “Şiir, insanın kendisini, hayatı, barışı …en çok da mültecileri, yurtsuzları, …..canını dökmeyi, her şeyini vermeyi,……..kedileri, köpekleri, kuşları, hayvanları, bitkileri….., sevmek ve tanımak içindir”. Eğer şiirle tüm bunlar mümkün olacaksa, bu durumda yeni bir yasa çıkmalı, hatta anayasanın değişmezleri arasına şu madde eklenmelidir; “İnsan ve şiir bölünmez bir bütündür. Her insanın şiir okuyarak veya yazarak yaşaması, manevi varlığının gelişmesi için gerekli ve temel şarttır”. Şairin dediği gibi şiirle, bir insanın “yalnızca ceylanı değil elbette hiçbir şeyi gözünden vurmamasını” sağlamak mümkün ise, Gezi’de insanların gözlerini kaybetmesine sebep olan kolluk kuvvetlerinin şiir okumaları zorunlu tutularak ıslah edilmeleri de imkan dahilinde olmalıdır. “Yok, o işler başka, şiir başka” derse birisi bana; bu durumda “işte bir teori güzeli daha” diyeceğim “şiirle daha çok insan olunabileceği” iddiasına.
Ben yine de zihnimi fazla bulandırmak istemiyorum zor sorularla, yazıya giriyorum yeniden. “İnsan şiir yazınca sevinir” diyor şair. Evet, seviniyor olmalı. Hiç yazmadığımdan bilemiyorum şiir yazınca nasıl bir sevinç duygusu
yaşanır. Çok istediğin bir şeyi başarma duygusu gibi mi acaba? Yok, sanmam; bu kadar sıradan olmadığına dair bir hissiyatım var. Yazmaya teşebbüs etmekten sakınırım; boyumdan büyük işlerin peşine düşmeyi sevdiğim için, korkarım bir gün şiir yazıvermeye niyetlenmekten. Tuğlaları üst üste koymak bina yapmak mıdır? Yaparsın tabi de; ne sıcaktan korur seni, ne soğuktan, sığınak da olmaz kimseye. Yan yana ve üst üste dizdikten hemen sonra dağılıp giden cümleler, kelimeler, sözcükler ziyan olur. Bu nedenle şiir yazmayınca bile sevinir insan. Zaten “insanlığı muhafaza” için durmak da gerekebilir bazen; bir saygı duruşudur bu aslında. Veya şiir yazanın, yazabilenin bahçesine, bahçesindekilere zarar vermemek üzere dışarıda kalmaktır.
Ama şiir okuyabilmek imkanı, şiir yazabilmekten daha fazla bahşedilmiştir insanlığa. Bunun kıymetini bilen de muhakkak bir yol bulur “daha çok insan olmaya” doğru. Bazen elime bir şiir kitabı alıp en başından başlarım okumaya; sık-sık kapalı kapılarla karşılaşırım. Arkadan, yandan dolaşırım, bir pencere ararım; olmazsa küçücük bir delik bulmaya çalışırım; ne var içeride? Vazgeçtiğim çok olmuştur; başka kapılara yöneldiğim. “Kapı mı çok sıkı kapalı, ben mi açmayı bilemiyorum” diye sorarım.
Hiç keyfimin olmadığı bir gün, bir süredir uğraşıp da gitmeyi istediğim yere bir türlü ulaşamadığım için kendi kendimi üzüp “bir engel göremiyorum; peki neden yerimde sayıyorum” derken; içimden bir ses, “engel, zaman” dedi. “Bir bitkiye istediğin ortamı, ışığı, suyu, toprağı, havayı sağlasan bile onun çiçeğini verme zamanını öne çekemezsin. Sen ümidini temiz tut”. Şimdi şiirlerle aramdaki engelin de “zaman” olabileceğini düşünüyorum.
Zamanı geriye sarıp, ortaokul-lise yıllarımdan kalan iki defterimi elime aldım. Bu iki deftere sevdiğim şiirleri yazmıştım o zamanlar. Merak ettim, acaba defterlerin ilk sayfasına hangi şiirleri yazmışım. Ne de olsa bu şiirler benim kuşandığım ilk “ağırlıklarım” sayılır. Birisinde Ahmet Haşim’in Merdiven şiiri ki; merdivenleri henüz tırmanmaya başlayan çocuk ben’in seçimi hoşuma gitti.
İkinci defterin ilk şiiri ise Ümit Yaşar Oğuzcan’dan seçilmiş; şu dizelerle bitiyor “Biraz kül, biraz dumanım ben. Demek; zaman bitecek bir yerde ve benden yalnız şiirlerim kalacak, öyle mi? Anladım ŞİİRDEN ÖTESİ YOK.”
Demet Öztürk 11 Temmuz 1965, Ankara doğumlu. Ankara Atatürk Lisesi, ODTÜ Ekonomi (Lisans) ve Gazi Üniversitesi Finans (Master) mezunu. 1988 yılından itibaren finans sektöründe çalıştı; halen Koç Holding A.Ş., Finans Grubu’nda çalışıyor. 2014 yılında, Uğur Mumcu Vakfı’nın ve Arnavutköy Gümüşlük Akademisi’nin düzenlediği “yazı atölyesi” programlarına katıldı.