Saygın edebiyat ödüllerine sahip, edebiyatımızın güçlü kadın yazarlarından Sema Kaygusuz ile Paris'te bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bir gün mail kutumda, Haydar Ergülen’den şu satırı buldum: “Sema Kaygusuz ile bir söyleşi yapsan ne hoş olur.”
Bu heyecan verici teklifin üzerinden birkaç hafta geçti, Seine Nehri de son 30 yılın en yüksek seviyesine ulaştı bu arada. Sema Kaygusuz ve yakın arkadaşı Yeşim Vesper ile Paris’teki “Les éditeurs” kafesinde 5 Haziran’da buluştuk. Pazar öğle sonrasıydı, gökyüzü hâlâ griydi. Kafenin içerisindeyse bambaşka bir dünya bekliyordu beni. İki güleryüzlü kadın, anlattıkları hikâyeler ve sıcak gülüşleriyle bu edebiyat sohbetini unutulmaz kıldı.
Sema Kaygusuz hayata bağlı, zeki, duyarlı ve son derece adil bir insan. Karizmatik varlığıyla her yere ışık saçıyor. Aldığı saygın edebiyat ödülleri, doğasındaki tevazuyu çoğaltmış sanki. Hayallerinden vazgeçmeyen, insanın iyiliğine inanan, gülmeyi, güldürmeyi sevenlerden. Edebiyata dair bir konuyu anlatırken yansıttığı tutkunun, coşkunun çok benzerini, “tavada börek” deneyimini anlattığı sırada da izliyorsunuz sözgelimi.
Bir linç hikâyesi
Bu pazar sohbetimizde, onunla özellikle Barbarın Kahkahası’nı konuştuk. İlk ve son bölümün başlıkları “Kabahat” ve “Kurban”. Bir kabahat ile yola çıkıp kurbanlarla sona eren bir linç hikâyesi denebilir belki bu romana. Mavi Kumru Moteli’nde, tatilcilerin huzurunu bozan ilk olay Turgay’ın denize işemesi. Suçlamaları başlatan asıl “kabahat” bu. Yetişkinler; Turgay, bahçıvan, “ibneler” ve Simin olmak üzere, dört gün içinde ardarda dört hedef buluyorlar kendilerine. Her suçlama ve yargılama seansından sonra, 12 yaşındaki Ozan, öldürdüğü bir hayvan ile (balık, kaplumbağa, yılan, keçi) motele dönüyor. Gördüğü şiddeti taklit ederek yetişkinlerin aynası oluyor sanki.
Böylece sözcüklerle linç edilen insanlar ve elle öldürülen hayvanlar arasında ilginç bir denklem kuruluyor. Kürtler, Yahudiler, Rumlar ve muhtemeldir ki, diğer bütün azınlıkların simgesi olan Simin, son “insan kurban” olarak, kelimelerle “avlanıyor.” Eşzamanlı olarak da en son “hayvan kurban” olan keçinin öldürülmesiyle; 18 Ağustos’ta başlayıp 21 Ağustos’a dek süren “kurban bayramı”, sona eriyor.
Yazarın kurbana dair kişisel görüşü ise şöyle: “Ben olsam, onlara kurban demezdim, çünkü kurbanı Tanrı’ya verirsin. Ben Tanrı’ya vermediğim için, kurban sözcüğünü özenle kullanmadım. Bence burada bir sunu var. Kurban insanın kendi suçluluk duygularından ve günahlarından arınmak için, Tanrıların şiddetinden korunmak için geliştirdiği bir folklor. Fakat Ozan bu hayvanları yemek için getiriyor. Ben onu çok dürüst buluyorum. O avladığı hayvanın, yediği etin bedelini ödeyen bir barbar olarak getiriyor sunusunu. Barbar derken, Sema Kaygusuz Avrupa merkezli düşünürlerin barbarını kastetmiyor tabii: Benim barbarım evcilleşmeye, bu konformizme itiraz eden, bu orta sınıf ikiyüzlülüğünün tamamen dışına çıkan, bedel ödeyen biri. Ozan sunuyu getiriyor, “bunu bana pişir” diyor. Çocuk bir ocak, bir ateş teklif ediyor ötekilere. Yani bir şey yiyeceksek sofrada, bu ölümünün sorumluluğunu aldığımız bir şey olsun. Bu ilk insanın ilk öldürme hamlesine gönderme yapıyor ve bu öldürme hamlesi roman boyunca geçen şiddetin içinde, aslında en az şiddet içeren, en yaşamsal olan şiddet. Ozan animist bir karakter ama biz okurlar, kendi şiddetimizi Ozan’a yüklüyoruz. Nasıl bir gözbağı bu! Yani Ozan’ın yaptığı, okura yapılan kötü bir şaka bence.
Kitapla ilgili yorumlara baktığımızda, Ozan’ın genellikle öldüren bir çocuk olarak resmedildiğine rastlıyoruz. Fakat yazara göre durum biraz farklı: “Babasıyla kıyaslarsak, ya da balıkları ayıklayan, “Bu senin amcana benziyor mu” diyen aşçıyla, ya da o valizden çıkan kadının hikâyesiyle kıyaslarsak, ne ki bu? Herkesin yediği eti, bu etin bedelini ödeyerek teklif eden bir kişi o. Arkaik ve ilkel biri Ozan ve o her seferinde kanlı bir sunu getirerek insanları uyarıyor.”
Başkasının kâbusunu görebilmek
Motelin havlularına işeyen kişiyi bulma hevesi, bazı tatilcileri birbirlerine yaklaştırırken, diğerlerini korkunç bir şekilde dışlıyor. Roman boyunca üretilen dedikodulara, kullanılan acımasız sözcüklere ve davranışlara bakılırsa, merhametin eksikliği çok güçlü hissediliyor. “Empati bir yaşam tecrübesine dayanır” diyor Sema Kaygusuz: “Mesela kaybın varsa, ötekinin kaybını hissedebilirsin; çocuğun varsa, ötekinin anneliğini, babalığını da… Oysa özdeşim kurmak, bir kaybı, bir acıyı etinde hissetmek için, bir tecrübeye ihtiyacın yoktur. Bir kalbin var, ama aynı zamanda bir zihniyet, politik ve etik, ahlaki bir tutum taşıman gerekiyor. Romanda ‘Gariban insan başkasının kâbusunu görebilen insandır’ derken, bu imkânsız gibi görünüyor belki, fakat bizim ahlakımız bunu mümkün kılar bence. Eğer etik bir tutumumuz varsa, bu hayatın canlılığıyla ilgili, herkese bu hayatta yer vermekle ilgili bir tutum, bir politik görüşümüz, inancımız ya da dinimiz varsa, ötekinin hikâyesini bilmeye artık ihtiyacımız yoktur. Kâbusunu görebiliriz o zaman. Bu ütopya değil, insan bunu becerebilir, çünkü insan eşyaya ad vererek onu yaratan, çok kudretli bir varlık. Merak ederek en diplere inen, en yukarılara tırmanan, yazılı kültürü yaratan bir varlık bunu mu beceremeyecek? Bu kadar kutsal kitaplar yazmış, bu kadar şiir üretmiş biri, bir başkasının yalnızlığını sezemeyecek kadar cahil olabilir mi?”
Dil ve faşizm
İnsanın cahilleşmesinde de şüphesiz dilin tahrip edici gücü önemli yer tutuyor. “Ne de olsa her felaket, evvela bir cümleydi” diye yazıyor Sema Kaygusuz romanında. Sözcüklerin ansızın ölümcül birer silaha dönüşebildiğini, sarsıcı şekilde gösteriyor. Dil ve faşizm arasında şöyle bir bağ kuruyor yazar: “Ben korkunçluğun, kötülüğün dille inşa edildiğine şahidim. Yani inanıyorum değil, şahidim. İnsan birbirini öldürmeye zihinsel olarak başlıyor. Mesela ‘Yahudilerin kan içer’, ‘Aleviler ensesttir’ demek, ya da Kürtlerin kuyruklu olduğunu söylemek, onları dilde hayvanlaştırıyor önce, ve bu kadar heteroseksist ve ataerkil bir sistemde, hayvan zaten ilk öldürülebilir olandır. Kürtleri kuyruklu yaparak aynı zamanda onları insan kategorisinden çıkartıyor, çıkarınca da ideolojik olarak ezmek mümkün oluyor. Arkasından da şiddet geliyor. Yani dildeki bu korkunç yaratıcılık, bundan sonrası için zemin, duygusal bir motivasyon hazırlıyor. Faşizm okulda bir disiplin olsaydı, kimseyi ikna edemezdi diyor Sema Kaygusuz: Faşizmin her zaman bizim duygularımıza seslenen bir dile ihtiyacı var. Faşizm maneviyatlarımızı kullanıyor, bizi önce maneviyatlarımızdan yakalıyor. Korkularımızı, tiksinti duygumuzu, komplekslerimizi ve gizli arzularımızı kullanıyor. Dolayısıyla felaket, önce dilde başlıyor. Yani sofrada ‘Bu Araplar işe yaramaz insanlar’ dediğin andan itibaren faşizm başlar. Çünkü senin kurduğun cümle başka bir yargı, bir kelebek etkisi olarak başka bir yerde sokaklarda bir iç savaşta katliamın ilk tohumudur aslında. Hiçbir sözcük masum değildir. Sözcük çok güçlüdür, büyü yaparsın sözcükle.”
“Sözcük demek varlık demektir”
Dil, Mavi Kumru Moteli’ndeki gibi kullanıldığında kırıcı oluyor, zarar veriyor, insanları dışlıyor, ötekileştirip yok edebiliyor bile. Oysa – romanın giriş cümlesinde anlatıldığı gibi – hepimiz tüylerimizin yönünde okşanmak istiyoruz: “Beni tüylerimin yönünde okşayarak yanınıza alın, benim dilimi kabul edin, o zaman kurban olmam” diye bir mesaj saklı burada. Kaygusuz’a göre insanlığımızı korumak için asıl yapılması gereken, dilin olumlu etkilerini yeniden keşfetmek: “Keşke dili çok kullansak, dilin üzerine çok düşsek, dili çok merak etsek, daha fazla edebiyat yapsak. Bence bu bize bir ahlak verir, çünkü ne kadar çok sözcüğün varsa, bilincinin sınırları da o kadar genişler. Sözcük demek varlık demektir. Dil müthiş bir insan olma kaynağı, bizi insan yapan şey dil zaten.”
Sohbetin en etkileyici cümlelerinden biri, benim için şuydu: “Görmek, baktığın şeye bir metin yazmaktır”. Sema Kaygusuz sadece yazmayı değil, kalbiyle görmeyi ve gözleriyle konuşmayı da biliyor. Kitapları ise yeniden insan olmayı öğreten, merhametli canlılar olduğumuzu hatırlatan bir hazine.
Fotoğraflar: Antoine Thibaud, Zsolt Hlinka