2017 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Kazuo Ishiguro'nun yazdıkları ve yazma tarzı üzerine bir deneme.
Gelmiş geçmiş tüm roman kahramanları arasında o gizem dolu iç dünyasıyla kendine özgü bir yer edinmiş olan baş uşak Stevens, onu geçmişine (de) götürecek olan otomobil yolculuğu sırasında yüksek bir düzlükte durup önünde uzanan arazilere bakarken bir hükme varır; burası yani Büyük Britanya-onun ülkesi, dünyanın diğer pek çok yerinden belirli bir niteliği ile ayrılmaktadır. Şöyle ki, İngiltere aslında dingin bir güzelliğe sahiptir, azametini ölçülü bir sadelikten almakta ve ‘büyük’ sıfatını tam da bu yüzden hak etmektedir.
Benzer bir tanım (sadeliğin içindeki etki?) bizzat Stevens’ın yaratıcısının kaleminden çıkan eserler için de yapılabilir, diye düşünüyorum şimdi. Ishiguro’nun yazdıklarında da bu yalın derinlik hissedilir. İşte bundan dolayı, bana öyle geliyor ki, baş uşak Stevens orada durup ülkesinin topraklarını bize anlatırken aynı zamanda okuyucu için Ishiguro’nun üslubunu da tarif eder gibidir. “Önemli olan o güzelliğin dinginliğidir,” diye düşünür Stevens, karşısında açılan yeşilliğe hayranlıkla bakarak, “Aşırıya kaçmaması, ölçülü oluşudur. Toprak büyüklüğünden, dinginliğinden haberdardır sanki ama bunu avaz avaz bağırmaya gerek duymaz.”
Ishiguro’nun bir röportajında örnek / ilham aldığı edebiyat adamlarının başında Anton Çehov’u saymasını belki de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Rus yazarın yalın, kontrollü, süsten uzak ama duygulanım yaratmada hedefi on ikiden vuran üslubunu Ishiguro’nunkiyle akraba saymak pek yanlış olmayacaktır. Gerçekten de Japon asıllı İngiliz nobelist kişilerin iç dünyalarını, insanın kendisiyle ve çevresiyle çeliştiği durumları dinginliğinden haberdar olan bir yazı biçemi ile anlatır.
Aynı röportajda bir de şöyle der Ishiguro: Ama bazen Dostoyevski’nin kaosuna da imrendiğim oluyor. Bazı şeylerin bir tür dağınıklığa başvurmadan anlatılamayacağı düşüncesi de o zamanlar belirmiştir, o zamanlar yani üçüncü romanının henüz çıktığı günler. Yazarın söylediklerinden artık anlatısına bu kaosu da dahil etmek niyetinde olduğu sezilir. Böylece biz okurlar, tıpkı roman karakterlerinin sözcüklerden oluşması gibi, bir romancının üslubunun da farklı yazarların tarzlarının kendisinde olanla birleşmesinden meydana geldiğini bir kez daha anlarız.
Kazuo Ishiguro, esas itibariyle, bir bellek yazarıdır. Hatırlamak, eski günler hakkında düşünmek, bugüne ışık tutabilecek detayların izinden gitmek en sevdiği izlekler arasındadır. Karakterlerine sık sık “Dahası, şimdi geriye dönüp baktığımda…” gibi şeyler söyletir ya da konuya “Hailsham’daki son yazımızda…” diye girerek okuyucunun dikkatini diri tutmayı başarır. Aslında sanıldığından güç bir iştir bu. Öyle ya, konu geçmiş zaman oldu mu anlatacakların da sonu gelmez, yazar sık sık onları sıraya koymak ihtiyacı duyar: “Ama oraya niçin gittiğimizi açıklayabilmek için, önce biraz daha gerilere gitmek gerecek.”
Come Rain or Come Shine öyküsündeki şu bölümde, mesela, anlatıcı dün ve bugün arasında hızlıca gidip gelerek okuyucuyu metnin içine davet eder:
Her şeye rağmen müthiş uyumlu sayılırdık; çünkü o günlerde güney İngiltere’deki bir üniversite kampüsünde böyle tutkuları paylaşan birini bulmak çok zordu. Bugün genç insanlar her tarz müziği dinlemeye yatkınlar. Bu sonbaharda üniversiteye başlayacak olan yeğenim Arjantin tangoları dönemini yaşıyor. Aynı zamanda hem Edith Piaf’ı hem de bağımsız grupların parçalarını dinliyor. Bizim zamanımda zevkler böylesine tezatlar barındırmazdı.
Tabii Ishiguro bu anlamda yalnız değildir, çünkü bellek ve geçmişe dönüş tüm yazarların sevdiği, sık sık işlediği temalardan olmuştur her zaman. Ishiguro kendi usulüyle, usul usul yapıyor bunu. Yani genelde bir sakinlik havası hakim anlatısına, anlattığı şey belli bir gerilim taşıdığında da. Bahsettiğimiz o sıraya koyma işlemini de hakkıyla yerine getiriyor, metinden sanki, bekleyin her şeyi anlatacağım, der gibi bir ses duyuluyor. Ishiguro’nun dikkatle kotarılmış eserlerinde okuyucusuna duyduğu saygı ve onun için gösterdiği özen hissediliyor. Ve galiba ‘büyük yazar’ sıfatını tam da bu yüzden hak ediyor.
Edebiyatın güzelliklerinden biri burada saklı belki de. Şimdiye kadar pek çok kitap okudunuz. Onların arasında çok sevdiğiniz romanlar, sık sık yeniden döndüğünüz metinler, kendinizi yakın hissettiğiniz birçok yazar mutlaka vardır. Gerçekten de yazın tarihindeki ustaların sayısı o kadar çoktur ki bazen en çok hangisinin sizin asıl yazarınız olduğuna karar veremezsiniz. Ama işte edebiyat, bize her an yeni ve özgün bir anlatım biçimi sunabilme potansiyeline sahip olduğu için ayrıca güzeldir. Henüz Ishiguro’yla tanışmamış olanlar, bu İngiliz yazarda, onun zihnindeki dünyada güçlü ve farklı bir ses bulacaklardır.
Başa dönersek, baş uşak Stevens otomobil yolculuğu boyunca sık sık Bayan Kenton’un kendisine yazdığı ve biraz da bu yolculuğun sebebi olan mektubu anar. Bayan Kenton’un eski güzel günler günlerden, malikanenin çevresindeki kırlardan, birlikte çalıştıkları zamanlardan söz ettiği bu mektubun havası, Stevens’ın dediğine göre, genel olarak geçmişe dönük özlemdir.
İşin aslı, tipik bir Ishiguro metninin havası da genel olarak öyledir.