Yaşadığı çağın farkında olan, çağa ses veren ve o çağın sorunlarıyla hesaplaşan öykülerle kurulu Kanayak’ı yazarı Gamze Arslan ile konuştuk.
İlk öykü kitabı Çerçialan ile 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nün sahibi olan ve çağdaş öykücüler arasında yerini alan Gamze Arslan, ikinci öykü kitabı Kanayak ile yerindeki haklılığını bir kez daha okura kanıtladı. Yaratıcı kurgusu ve özgün dili ile yaşanılan acımasız tecrübelere isyan eden ve onların sesi olan öykülerden oluşan bir kitap Kanayak. Gamze Arslan ile Kanayak’ın var oluş süreci, yaşadığımız çağ ve çağdaşlarıyla olan ilişkisi üzerine söyleştik.
Meselesini en başta ismiyle belli eden, ataerkili, erkeği ve yarattığı tahakkümü alt eden, kadının mevcut konumuyla, altında kaldığı bu tahakkümle hesaplaşan öykülerden oluşuyor Kanayak. Bu kitapta dilinizi daha da sertleştirdiğinizi, üslubunuzu değiştirdiğinizi düşünüyorum. Kanayak’ın var olma yolculuğunu sizden dinleyebilir miyiz?
Kanayak’ın yolculuğu iki buçuk yıllık bir zaman dilimine yayıldı diyebilirim. Bu süreçte ülkenin atmosferiyle birlikte kişisel olarak sarsıldığım çok fazla an oldu. Yıldan yıla sayısı artan kadın cinayetleri, çocuk ölümleri, patlayan bombalar, şiddetin sosyal medya aracılığıyla hiçleşmeye başlaması, hayvan katliamları ve politik olarak giderek şedit bir hâl alan erkin dili. Bütün bunlar Kanayak’ın ortaya çıkma sürecini şekillendirdi elbette. İlk kitaptaki insanın kendi dışında kalan canlı-cansız her şey aracılığıyla kendini görüp yüzleşmesi durumundan sonra kafamda bir hesaplaşma teması dönüyordu. Bu temaya sıkı sıkı sarılmamakla birlikte, ülkenin atmosferi beni bu hesaplaşma metinlerini oluşturmaya taşıdı diyebilirim. Kanayak kadın meselesi çerçevesinde örülen bir kitap gibi gözükse de hesaplaşma fikrinin başat olduğu bir kitap bana göre. Elbette dişil olanın enerjisinin her metne sızdığı bir hesaplaşma. Belki de bu yüzden dosyayı tamamladıktan sonra onu isimlendirmek konusunda oldukça zorlandım. Çünkü dişi olanı, tahakkümü ve hesaplaşmanın şiddetini taşıyabilecek bir isim seçmem gerekiyordu dosyaya. Kanayak da notlarımın arasından bana kendini bir anda gösterdi, hatta son anda. Kanayak ismi de tamam olunca dosya ince damarlarla birbirine bağlandı.
Zamanın ruhunu taşıyan bir kitap bu. Belki kadına, hayvana, çocuğa, doğaya şiddetin çok daha fazla yaşandığı, en çok konuşulduğu, en çok tepki gösterildiği zamanlardayız. Öyküleriniz tüm bu zamanın yükünü omuzlarına yükleniyor aynı zamanda bilinen bir zamana işaret etmiyor, zamansız her biri. Ayrıca yine genele hakim olan aile ilişkilerindeki çözülmez zorlu bağları işaretleyen tema birliği var. Bu meseleleri öykülerinizin meselesi hâline getirmeniz nasıl oldu?
Genelde biriktirerek yazan bir yazarım. Öykülerin arasında hâlihazırda yazılmış olanlar elbette vardı ama birikmeden ortaya çıkarmadım diğerlerini. Biriktikten sonra gelen aşama kapanıp yazmak oluyor benim için, doğru zamanın geldiğini sezerek. Fakat bu kapanma ânında biriktirdiğim meselelerden bazıları kendilerini yazdırmıyor her zaman, hiç akılda olmayan biri kapıdan içeri girmeye çalışıyor ve giriyor da. Öykülerin zamanın yükünü sırtlanabilmesi bu çalışma rutini sayesinde mümkün oldu galiba. İlk kitaptan bu yana geçen süreçte kadına, hayvana, çocuğa ve doğaya şiddetin ayyuka çıktığı zamanları yaşadık ve hâlâ da yaşıyoruz. Birikenler hep bu meseleler etrafında şekillenmeye başlamıştı kafamda. Öykülerin hiçbir zamana işaret etmemesi ise bu başlıkların dünyada ve ülkemizde en zamansız meseleler olmasından kaynaklanıyor. Bir insan bedeni gibi düşünüyorum bu meseleleri, önce deriden başlayıp sonra kemiklere, oradan kana ve iliğe kadar giden bir yok etme meselesi sanki. Ve bu beden (hayvan, doğa, kadın ve çocuk meseleleri) en ufak parçasına indirgenene kadar tahrip edilmeye devam ediyor. Bu cismani şey yok oldu dediğimiz noktada, erk tarafından durmadan doğurtulup yeniden ötekileştiriliyor. Kanayak da bir kanava etrafında örülmeden ama yaşanılan çağın meselelerinin farkındalığıyla ortaya çıktı.
Karakterlerinizi yazarken onları nasıl tanımlarsınız? Mesela öykülerin genelinde dilin yerel kullanımlarına rastlıyoruz. Bu karakterler seslerini size nasıl duyurdu?
Yazarken karakterden yola çıkıyorum diyebilirim. Ama daha en başta bir hatırlatıcı misali, kâğıtta bir iğne gibi duruyorlar. Henüz boyutlanmamış, henüz geçmiş katmanlarıyla, bugünün koşullarıyla ve gelecek idealleriyle ete kemiğe bürünmemiş bu iğneler kâğıda saplanıp ilk dikişi atmama imkân sağlıyor. Daha sonra öykünün dünyası ve dili bu küçük dikişlerle oluşmaya başlayınca bir resim ortaya çıkmış oluyor. İğne bu dikme esnasında biçim değiştiriyor gibi hissediyorum, tek boyutlu hâlinden çıkıp, derinliği de olan bir nesneye dönüşüyor. Dolayısıyla daha en baştan karakteri şekillendirmektense onu içinde bulunduğu dil ve dünya ile şekillendiriyorum diyebilirim. Yerel dil kullanımı da biraz bu anlarda kendini gösteriyor, dil bir tür sürüngen, hızla kâğıdın üzerinde ilerliyor, kaçıyor, bazen geri geliyor, yutuyor, bazen istemediğini hızla geri tükürüyor. Onu istediğim kadar tutup kendi düşündüğüm çizgide ilerletmek istesem de dil buna izin vermiyor. Bu nedenle o dünyada sezgisel bir varlık alanı buluyor kendine. Karakterler de bu sezgisel zemin arayışıyla dile geliyor.
Nesnelerle ve doğayla güçlü ilişkiler kuruyorsunuz. Birçok öyküde bu öne çıkıyor. Hatta “Tamam Şimdi Buldum” adlı öykünüzde bir cümlede bunu hikâyenin anlatıcısından duyuyoruz: “Nesnenin büyüsüne inanıyorum…” Nesnenin ve doğanın varlığıyla nasıl bir ilişki kurarsınız, size ne ifade eder?
Nesnelerin dramatik olanı açığa çıkarmada çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Katı ve durağan olan bir şeyde böyle bir kudret olması beni nesnelerle biraz uğraşmaya, onları dile getirmeye itiyor galiba. Hafızanın gediklerini dolduran ses, imge, yazı, kokunun yanında bir de nesneler var bana göre. İlla elin altında olan, uzamda yer kaplayan nesneler değil, nesnelerin imgesi de var. Bu yüzden nesnelerle olan bağı yitirmemeye çalışıp onların büyüsünü dramatik olanı açığa çıkarmada kullanıyorum. Doğa ise insanın “uygarlık” adı altında sergilediği vahşeti göstermeyi sağlayan çok güçlü bir taşıyıcı benim için. Kutsallaştırılan yüce insanın karşısına doğayı çıkararak kendimce bir tür hesaplaşma metinleri yazıyorum. İlkele dönmek, vahşi olanı çağırmak ve insanı tüm kabuklarından sıyırmak için doğa çok önemli bir hatırlatıcı diye düşünüyorum.
Kitaptaki her öykü bütünün bir parçası gibi. Son öykünüz “Eğe” de tam anlamıyla bu bütünün sonunu getiriyor. Genel olarak hesaplaşılan erkeğin egemenliğiyle burada hesabı kapatıyorsunuz, “Dünya yine bir tek sana ait” diyerek. Bu yakıcı ve yıkıcı egemenlikle baş edebilir mi edebiyat?
Kitap Sütleğen adında, taşrada yaşayan, hiç doğum yapmamış ama yaşamı kutsayan bir kadının karakter olduğu “Manıklar” öyküsüyle başlıyor. Küçücük bir dünyası ve bu dünyada izlediği belli birtakım rutinleri var Sütleğen’in. Son öykü “Eğe”de ise her canlı varlığın yok olduğu, geriye sadece yıkılmış yapıların kaldığı bir dünyada tek başına hayatta kalmış bir erkek karakter görüyoruz. Açlık ve susuzluktan ölmesine ramak kalmasına rağmen arsızca yaşamı isteyen bir erkek bu. Hâlâ yaşamı, yaşamayı istiyor, herhangi bir şeyi sorgulamıyor, dünyanın nasıl bu hâle geldiğine dair en ufak bir fikri bile yok. En nihayetinde kaburgasından doğurduğu, her şeyi temizleyerek dünyayı yeni bir forma sokan kadını yok edebiliyor. Kitap bu anlamda bir tür döngüyü tamamlıyor gibi geliyor bana, doğumla başlayıp, dünyanın ölümüyle son bulan bir döngü. Edebiyatın yıkan ve parçalayan egemenlikle baş edebileceğine inanıyorum ben. Kanayak özelinde söylersem, özellikle erkin ve sistemin baskısı altında kalmış kadınların kendi rutinleri içinde, içine hapsoldukları çerçeveleri kırmaya ya da en iyi ihtimalle genişletmeye çalıştıklarını görüyorum. Bunlar erkin gücünün karşısında küçük çırpınışlar gibi de okunabilir elbette ama egemenlikle baş etmenin en başta mikro düzeyde başlayacağına inanıyorum. Çerçeveleri kırıp bir araya gelecek hikâyelerle sistem karşısında bir güç kazanılabileceğini ve edebiyatın bu anlamda oldukça etkili olabileceğini düşünüyorum.
İlk kitabınızla edebiyatımızın ödüllü genç öykücüleri arasında önemli bir yere sahip oldunuz. Çerçialan’dan Kanayak’a kadar iki yıl geçti. Bu süreç nasıl geçti? Yazar olarak sizde neler değişti, ikinci kitaba nasıl bir hazırlık süreci gelişti?
Öncelikle ikinci kitaba giden süreç hep bir tedirginlik hâliyle geçti diyebilirim. Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nden sonra ister istemez üzerinizde bir sorumluluk hissediyorsunuz, zaten ilk kitaptan ikinciye geçişte var olan endişe, ödül fikriyle birlikte iyice artıyor. Biraz bu endişeyi doğru kullanmaya çalışarak, onu kanalize edeceğim yerleri iyi görmeye çalışarak geçti bu süre. Ve biraz da ilk kitaptan sonra üzerime örttüğüm veya örtülen tortuyu kazıyıp onun altındaki noksanlıkları, fazlalıkları görmeye çalışarak. Galiba bu süreçte en önemli şey mesleğim olan senaristlikten uzak kalmam oldu. Bu uzaklığın dilsel ve kurgusal anlamda Kanayak’a yansıdığını söyleyebilirim. Dile dair çokça kafa yordum, ki burada sözlük karıştırmaktan bahsetmiyorum, daha kuramsal bir kafa yormadan söz ediyorum. Dilin akışkan ve oynak yapısını, canı nereye isterse oraya gidebilen o özgürlüğünü anlamaya çalıştım. İlk kitapta dil bana daha katı ve durağan bir şey gibi gelirken, ikinci kitaba geçtiğimde hiç de öyle olmadığını anladım. Ve Kanayak’ta kurmak istediğim dünyanın, hem kurguda hem de anlamda eksiltmeye giderek kurulabileceğini görmeye başladım. Bu anlamda ikinci kitap kendime ait bir yolculuğu da mümkün kıldı diyebilirim.
Çevresine duyarlı, bir yerde bir acı varsa onun sesi olmak için çabalayan birisiniz. Yazarken de çevrenizden gelen bu sesleri duyar mısınız?
Duymamak mümkün değilmiş gibi geliyor bana. Fakat duymanın da bambaşka biçimleri olduğunu düşünüyorum. Çevreden gelen o sesin hikâyesinin peşine düşmektense, onu yalıtılmış bir zihin odasına koyup, taşıdığı hikâyeyi yeniden ve yeniden kurgulamaya çalışanlardanım galiba. Yani yazarken bu sesler zihnimde hep var ama o odada geçen süreçte aldıkları yeni hâlleriyle var. Bu nedenle hem gerçeğe yaslanıyor hem de gerçekten pay almaksızın farklı bir forma girebiliyor bu sesler. Bir acının sesini doğrudan duyurmaktansa, o sesi demlendirip zihinde çoğaltarak duyurmanın çok daha kuvvetli olacağını düşünüyorum.
Hem felsefe hem dramatik yazarlık alanında akademik eğitiminiz var. Bunlar yazarlığını nasıl etkiledi? Günlük hayatınızda ne tür okumalar yaparsınız?
Felsefe özü, dramatik yazarlık ise kabuğu oluşturabilmemde oldukça önemli etkilere sahip oldu benim için. Özden kast ettiğim yığılmış bir felsefe bilgisi değil, yazının içine yığılarak edebiyatın üstüne çöreklenmiş bir şey değil. Daha çok edebiyatın, yazmanın damarlarına karışan bir felsefe bilgisi bahsettiğim. Yavaş yavaş ve usulca akarak yeni sorgulamalara kapı aralayan bir etkisi oldu felsefe eğitiminin kendi yazma disiplinimde. Kabuktan kastettiğim de yazının dış çeperleri, yani sadece kurgusu değil. O kabuğu oluşturan her şey. Tiyatronun getirdiği şimdi ve buradalığı anlayabilmek, kurguyu diyalog kullanmadan ifade edebilmek ve en önemlisi bir sahneyi tarif edebilmek. Ve elbette sahne gibi dar ve kısıtlı bir alanda yazmayı öğrenmenin, dış dünyanın aktarımını eksiltmeyi, parçalamayı ve alt metin dramaturgisini sezgisel olarak kullanmayı da beraberinde getirdiğini söyleyebilirim. Günlük hayatım da biraz bu kanallardan giden okumalarla geçiyor. Sadece kurmaca okumuyorum, kurmacayı okurken aklımda canlanan bir şeyle birlikte kurmaca dışı alana da kayıyorum.
Yazarken aklınızın içini nasıl tanımlarsınız?
Karmakarışık bir labirentten kurtulmaya çalışan bir farenin bazen son hızda, bazen durup bekleyerek, bazense ölüme yaklaşarak ilerlemesi gibi tanımlıyorum. Labirentin dokusunu, geçişlerini yalnız farenin bildiği, benim en ufak bir fikrimin olmadığı bu yazma anlarında, farenin başta benimle, daha sonra da kendisiyle bir oyun içine girip çıkışını keyfi olarak uzattığını hissediyorum.
Kaleme aldığınız öyküler sıra dışı ögelerle beslenen, yer yer ürkütücü, okurunu rahatsız etmekten kaçınmayan öyküler. Yazarken sınırları ortadan kaldırdığınızı söyleyebilir miyiz?
Sansürün hayatımızın her yerine sızdığı bir ortamda sınırları kesinlikle ortadan kaldırıyorum dersem, kendime yine bir sınır koyarmışım gibi hissettim şimdi. Ama sansür fikrini aklımda hep tutarak, onunla savaşarak yazmaya çalışıyorum. Bu savaş da sınırların ortadan kalkması şeklinde vücut buluyor galiba.
İstanbul’a yakın bir uzakta, adada yaşıyorsunuz. Bunun yazarlığınıza olumlu veya olumsuz bir katkısı var mı?
Yakın bir uzak. Tam olarak bunu sağlamaya çalıştığım için Büyükada’ya taşınmak istedim. Yalıtılmışlık bir yanıyla sadece yazma çabasına değil, başka birçok şeye de iyi geliyor. Ama şehirden ve akıp giden hayatın içinden kopmamak bir yandan da yazmaya dair yeni alanlar, hikâyeler ve ihtimaller açıyor diyebilirim. Şehir hayatından fazlasıyla uzak bir yerde yaşasam aynı hikâyeleri tekrar etmekten endişe duyabilirdim. Elbette yazmak sadece insan ilişkilerine, yaşam pratiklerine dahil olarak mümkündür demeye getirmiyorum, ama şehrin damarlarında akan zehir –en azından şimdilik– benim yazma uğraşımda bana fayda sağlıyor.
Çağına kulak veren, çağdaşlarına yakın duran ve destek veren bir yazarsınız. Edebiyat dünyamızda bunu yapabilmek ne derece önemli sizce?
Dayanışmanın hayatın her alanında direnişi sürdürmede ve erkin sesini bastırabilmede önemli olduğunu düşünüyorum. Kendi çağdaşlarımla kurduğum dayanışmanın da tam olarak böyle bir etkisi var: Sesi kuvvetlendirmek, birbirinden beslenmek, aynı zamanda ayrışabilmek, bu çağın yazınını ileriye taşıyabilmek. Bunu yapabilmek, yapmaya çabalamak oldukça önemli çünkü erkekliğin her türlü biçiminin, sesinin egemen söylem sayıldığı bir ülkede, özellikle kadın arkadaşlarımla dayanışma içine girerek dişil söylemi açığa çıkarabileceğimize canı gönülden inanıyorum.
Başlık görseli Diane Villadsen'e aittir.