Valeria Luiselli'nin Virginia Woolf’un depresyonundan Marcel Proust’un öğütlerine varana değin hayatta önem arz eden her şeyden ve herkesten bir parça barındıran Dişlerimin Hikâyesi isimli romanı üzerine bir yazı.
Metaforlar insan zihni için dil, anlam, hafıza ve hayal dünyası arasında aktarımı sağlayan, olmazsa olmazlardan… Bazılarının nasıl çalıştığı sadece insanın kendi yarattığı ipliksi sinir ağlarında gizlidir. Bazıları da ortak geçmişi barındıranlar için kendine has bir sözlük olabilir. Hayvanlarda da benzer kodlamaları bulabiliriz diye düşünüyorum, neyi hayal ettiklerine henüz giremesek bile onların rüya görebildiğini biliyoruz.
Meksika’dan genç yaşında dikkatleri çekmiş bir kadın yazar, Valeria Luiselli romanına Dişlerimin Hikâyesi adını vermiş. Felsefe okuduktan sonra Latin Dilleri üzerine akademik çalışmalarına devam etmiş. İyi ki devam etmiş, şu anda verdiği derslerden biri olan “Kurgunun Sınırları”nı zorlayacak kitaplar yazıyor doğrusu.
Dişlerimin Hikâyesi’nde “diş” birden fazla anlam taşıyor olmalı. Ne şanslıyız ki, yazar bunu açık açık dile getirmediği için okuyanlar istediği yöne çekebilir. Dişler, yemek için, en yaşamsal olduğundan çiğneme eyleminden başladım. Pek tabii ses çıkartmak için, henüz sesler şekillere dönüşmemişken tıslıyorduk ya da nefes tesadüfen oluşan durumlarda şekil alıyordu. Dişler konuşmanın, geniz, ağız boşluğu, ses telleri ve dil ile beraber olmak üzere başlıca enstrümanlarından. Biyolojik olarak diş “omurgalı hayvanların çenelerinde, ilkel yapılı omurgalıların ağızlarında ve gırtlaklarında bulunan kemiksi sert parçalar”. Başka deyişle kalıtımsal da. Ondan öncekilerin hücrelerinin, çiğnediklerinin, seslerinin, aldıkları darbelerin izini, insanda ise söylediklerini ve söylemediklerini de taşır... İnsanda dil için bir sınır dişler…
“Bu benim dişlerimin hikâyesi; koleksiyon eşyası, aldıkları isimler ve radikal geri dönüşümler üzerine kaleme almış olduğum ve gelecek kuşaklara bırakacağım bilimsel bir inceleme. …. Gerisi ise bir arkadaşımın dediği gibi, safi edebiyat: yani mesel, mübalağa, kinaye, eksilti, dolaylama; yahut parabol, hiperbol, alegori, vesaire, vesaire.”
Romandaki ilk baş kahramanın bu sözleri kitabın geneline dair ipucu taşıyor, demek yerinde olur. Bir anlatıdan beklendiği ileri sürülen giriş, gelişme ve sonuç vaadini de verir. Nesneleri oldukları hallerinden değil, onlara hiperbolik, parabolik, çembersel ve alegorik olarak atfedilen değer üzerinden mezat konusu yapmaktadır. Mezatçının kendi yaşamı da bu konulara dahildir.
Anlatıda baba-oğul ilişkisi odak noktasına oturmuş. Oğul, babasının izinden gitmekte; ancak onu intikam için takip etmekte. Her ikisi de yer yer sanatlarının inceliklerini sergiler. Gösterilerinin hem yönetmeni hem oyuncusu olup bir yandan da seyretmekteler. Aralarındaki dolaysız tek bağ, kalıtımsal olan bağ. Burada insanın içinde yaşadığı dünyada dolaylı ya da dolaysız olarak seyirci, yönetmen ve oyuncu olduğu anlar aklına geliyor. Hatta bu üçünün hemen hemen çoğu durumda aynı anda bulunduğu. Sanırım kitap okuyanların da zaman zaman gözleri kendi ellerinin sayfalara düşen koyu gölgelerine takılır…
İlk baş kahraman başta verdiği sözü tutar ve ölür… Beklenmedik şekilde fotoğraflar ortaya çıkar. Kısa bir şehir turunda karşılaşılabilecek, artık dikkatimizi çekmemeye başlamış, çoğunlukla alıştığımız nesnelerdir. Belki yan yana park edilmiş bisikletler, mahallenin görünmez sokağındaki hurdalık, şato havası verilmiş oyun alanları, içinde video enstalasyonları olan bir galeri ya da yerel şarkıcıların pozlarıyla süslü müzikhol kapısı. Hikâye mi fotoğraflara anlam yüklemiştir yoksa tersi mi? Buraya gelene kadar zamanında yazarın hafızasının içine, artık dışına sızan Plato, Montaigne, Woolf, Borges ve daha pek çok iz bırakmış yazar ve düşünüre ait alıntı ve göndermeler, kişisel ve toplumsal anılara karışmış. Tıpkı günlük hayatta sıradan bir insanın belleğinde olduğu gibi. Bazı yan karakterlerin isimlerine Proust ya da Dostoyevski eki eklenmiş… Yazar röportajlarından birinde Meksikalı yazar Carlos Fuentes ile kendi amcasını aynı karakterde buluşturduğunu söylemiş. Olay örgüsüne karışan insan dünyasına ait görüntüler ise farklı önem sırasında zannedilir, halbuki yazar insan bilincine sızan her şeyin hakkını vermeye çalışır: Çocukluktan kalan ardışık, küçük, anlamsız sahneler, hatırda kalan politik figürler, Marilyn Monroe’nun meşhurluğu ya da yanardağ patlamaları… Bütün bunların Luiselli’nin zihninde öğütülüp, hayal gücü ile bulamaç haline geldiği an ve yazının inşası... Luiselli’nin nesnelere yüklenen anlamı sorguladığı, yeniden inşa etmeden önce anlamsız parçalarına ayırdığı bir deneme.
“Fancioulle” çağrısıyla palyaçolardan okura seslendiği bölüm ise kitabın ritminin iyice yükseldiği yerlerinden. Görünürdeki baba-oğul çatışması bir odanın duvarlarına yerleştirilmiş dört katatonik palyaçonun replikleriyle ilerler. Burada Luiselli, Baudelaire’in Paris Sıkıntısı’ndaki usta soytarıya yeniden hayat verir. Fancioulle, ölüm cezasına çarptırılmışken, Prens son bir oyun oynamasını kendi iç sıkıntısını gidermek için ister. Davetliler Fancioulle’ün bağışlandığını düşünür. Tam sanatının en yüksek gösterilerinden birini sergilerken, kulakları çınlatan tiz, uzun bir düdük sesi soytarıyı yere serer. Baudelaire’nin deyimiyle Prens “Sevgili ve eşsiz Fancioulle’unun ölümünden vicdan azabı duydu mu? Buna inanmak hem hoş hem yerinde olurdu”. Sonrasında daha pek çok oyuncu hünerlerini sergilemek için saraya gelir, ama hiçbiri ne onunla aynı sanat gücünü sergileyebilir, ne de erdiği lütfa erebilir. Luiselli sanatın güç ve tüketim ile olan ilişkisini kurcalarken, alegorilerinde yazanı ve okuyanı işin içine kuvvetli daveti burada...
Şimdi kitabın hikâyesinin anlatıldığı bölüme gidelim:
“Galeri ve fabrika; sanatçılar ve işçiler, sanat eserleri ve meyve suları. Bunlar arasında nasıl bir köprü kurabilirdim acaba? Edebi bir metin, arabulucu rolü üstlenebilir miydi?”
Anlaşılır ki okunan metin, Meksika’da yazarın davetli olduğu bir sanat projesi esnasında ortaya çıkmış. Bu içinde sadece Luiselli’nin değil, katılımcı olan meyve suyu fabrikası işçilerinin de emeği olan kolektif bir çalışma. 2013 yılında böyle bir etkinlik oldu mu diye bayağı araştırdım, besbelli olmuştu. Yine de bunun alegori olmadığını söyleyebilir miyiz?